‘O an’ın fotoğrafı
Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry de ‘muhabir’ olarak İspanya’da olacaktır. “Kanayan İspanya” yapıtı bu döneme ilişkindir. Kitaptan alınan “İç savaşlarda sınır gözle görülmez, insanların yüreğinden geçer” sözü unutulacak gibi değildir.
"Civil War" (İç Savaş) filmi tüm dünyada parçala yönet politikasının ülkesi Amerika'nın yakın gelecekte -olası- kendi parçalanmasına ilişkin, üstelik her yerde (bizde 12 Mart ve 12 Eylül ) kullandığı askerler ‘batı silahlı güçleri’ adıyla, “Zafere her zamankinden daha yakınız” yalanıyla kent insanlarının öfkesini yatıştırmaya çalışan Başkanı ve Washington’u teslim alıyor. Ama estetize edilen silahlı çatışmalardan su dilenen-mültecileşen halka, bitmeyen ırkçılığa, görünen ne varsa üzerini Başkanı fotoğraflamak için New York’tan yola çıkan savaş fotoğrafçısı Lee Smith ile kanatları altına aldığı çaylak Jessie ilişkisi örtüyor.
Bundan sonrası Jessie’nin savaşta bir fotoğrafçının nasıl, ne olması gerektiği üzerine dizaynıyla ilgili olacaktır. Jessie yolculuğun ilk anlarında tanık olduğunda şok geçirdiği şiddet anlarını fotoğraflayamamamış, “Fotoğraf çekmedim, üzerimde kamera olduğunu hatırlayamadım bile. Neden onlara yaralı o insanları öldürmemelerini söylemedim?” yakarışıyla soracaktır.
Joel (muhabir): “- Muhtemelen onları zaten öldürecekler.” yanıtını verir.
Jessie: “- Nereden biliyorsun?”
Lee: “- Bilmiyor, ama mesele bu değil. Kendinize bu soruları sormaya başladığında duramazsınız. O yüzden sormuyoruz. Biz kaydediyoruz, başkaları da soruyor. Gazeteciyi olmak istiyorsan, işimiz bu.”
Jessie: “- Lee haklı. Bu hatayı bir daha yapmayacağım.”
Yazar/yönetmen Alex Garland peşinde olunmasını istediği ve yanıtını anlatı boyunca bekleyeceğimiz soruyu Lee tarafından Jessie’ye sorduracaktır:
“- Vurulursam ‘o anın (ölüm anı)’ fotoğrafını çeker misin? Ne düşünüyorsun?”
Bu soru sonrası, “Alex Garland'ın Amerika'nın iç savaşta olduğunu hayal eden distopik bu gerilim filminde politikadan kaçındığı, ancak şok ve korku açısından en yüksek notu aldığı” (Simon Dillon) söylenebilir. Ayrıca Alex Garland’ın anlattıklarını fantastik de bulmak da mümkün değil. 2021’de Trump’ın kendini destekleyenleri ABD Kongre Binası’na yürümeye çağırarak ayaklanmaya teşvik ettiği zaten belleklerde. (Yenilerde Trump’ın kasımda seçilememesi halinde 'ülkenin kan gölüne döneceğinin' abartılı görüntüleri ekranlarda dolaştı.) Garland, "28 Days Later” filmindeki gibi zombi istilası altında kalan Londra kenti gibi olmasa da, şiddet ve öfkeyle sarmal kâbusvari kent, çevre görüntüleri (post apokaliptik mi demeli?) çiziyor ama, Lee’nin sorusu önümüzde durmaya devam ediyor.
“- Vurulursam ‘o anın’ fotoğrafını çeker misin?”
Alex Garland’ın siyasi ayrışma noktaları görünürde farklı, ikisini de savaş Titanlarının yönlendirdiği ana-akım siyasi partiden birine daha yakın durduğunun göstergelerini saklamadığı İç Savaş filminin kapsamlı analizi gerekir, ama benim gözlerimin önüne gelen, filmdeki bu iki kadın savaş fotoğrafçı portresinin (Lee ve Jessie) hatırlattığı, gerçekliği bilinen kadın savaş muhabirleri oldu.
Onlardan biri olan Gerda Taro İspanya iç savaş yıllarının fotoğrafçısı da olmuş, tıpkı filmin kahramanı Lee gibi haber yaparken ve trajik bir şekilde, bir tank tarafından ezilerek birkaç gün sonra ölmüştü.
Yaşamı üzerine yapılan “Gerda Taro’yu Aramak/Searchıng For Gerda Taro (2021)” belgeseli özetlenirken “Almanya'dan gelen karizmatik bir Yahudi mülteci, bir anti-faşist ve çalışmaları onlarca yıl unutulmayacak, çığır açan bir fotoğrafçı…1935'te Taro (o zamanlar doğum adı Gerda Pohorylle), Paris'te adını duyurmaya çalışan Macaristanlı Yahudi fotoğrafçı Endre Friedmann ile tanıştı. Aşık oldular ve birlikte yaşamaya başladılar. Ertesi yıl isimlerini Gerda Taro ve Robert Capa olarak değiştirdiler. Capa, Taro’ya fotoğrafçılığı öğretti, Taro Capa'nın fotoğraflarının tanınmasına yardımcı oldu. Birlikte iç savaş hakkında haber yapmak için İspanya'ya gittiler. Cumhuriyetçi savaşçıların arasına girdiler,” yazılacaktır.
Denilir ki, “…modern savaş fotoğrafçılığının bir tür olmasını sağladılar.” (Hanno Hardt)
Gerda Taro 26 Temmuz 1937 günü öldü, ama Capa fotoğraflamaya devam etti. Bir Cumhuriyetçi askerin Córdoba cephesinde vurulduğu anı gösteren "ölüm anı" fotoğrafı ikonlaşacaktı…
II. Dünya Savaşı'nın en önemli deniz-hava operasyonu Normandiya Çıkarması'nı fotoğrafladı, 1947 yılında Henri Cartier-Bresson ve savaş fotoğrafçısı David Seymour'la Alex Garland’ın senaryosu/filminde Lee’yi de muhabirleri arasına kattığı “Magnum Photos” fotoğraf ajansını kurdu.
Kadere bakın ki, Gerda Taro’nun ölümünden on yedi yıl sonra Capa Fransız işgalindeki Vietnam’ı görüntülerken bir kara mayınına basarak yaşamını yitirecektir.
Peki ya David Seymour? 1956 yılında Arap-İsrail savaşını görüntülerken vurularak öldürüldü.
Neyse ki yıllar sonra olsa da Gerda Taro’ya ait, bilinmeyen binlerce fotoğrafın varlığı keşfedildi, aralarında Robert Capa ve David Seymour’a ait 4.500 negatif Fransa'dan Meksika'ya sergi için götürüldü. Negatiflerin sanatçılarının, daha doğrusu savaşları belgelerken ölen bu üç sanatçının hikayesi “The Mexican Suitcase/Meksika Bavulu (2011)” adıyla belgesel film olacaktır…
Tabii ki onlar Leica fotoğraf makineleri ellerinde İspanya iç savaşındayken yalnız değillerdi, İngiliz şair W. H. Auden, Cumhuriyetçi cephede ambulans şoförlüğü yapmıştı. Ülkesine döndüğünde, savaşın izlerini Spain (İspanya) (1937), Journey to a War/Bir Savaşa Doğru Gezi’de (1939) yazdı.
George Orwell de oradadır, POUM (Birleşik Marksist İşçi Partisi) milisleri arasına katılacak, ama Huesca cephesindeyken Frankocu bir keskin nişancı tarafından boynundan vurulacak, yaralanması nedeniyle İngiltere’ye dönecektir. Savaşa ilişkin anılarını "Katalonya'ya Selam (1938)” yapıtında aktarır.
Ernest Hemingway 1936 yılında tanıştığı Martha Gellhorn ile birlikte İç Savaş günlerinde İspanya’dadır. Tanıklıkları “Çanlar Kimin İçin Çalıyor” romanının esini olacaktır. Roman Sam Wood'un yönettiği -Gary Cooper ve Ingrid Bergman başrolde- filme uyarlanır (1943).
Belgesel sinemacı Joris Ivens “Spanish Earth/İspanyol Toprağı” filmini çeker.
Hemingway belgeselin metnini yazar, Orson Welles seslendirir.
Joris Ivens filmin çıkış düşüncesini şöyle anlatır: “(…) film ekibimle kafa kafaya verip, kameramızı bir silah olarak kullanmayı, uluslararası Tugay'a katılarak, İspanya'daki savaşla ilgili gerçeği yansıtacak filmler yapmayı düşündük. Orada savaşımcı bir film yapımcısının taraf tutması ancak tüm varlığıyla olur, çünkü hayatını tehlikeye atacak, ölebilecektir. Bu bir çeşit insanın, düşünceleri ile duyguları, istedikleri ile eylemi arasında gerçek bir bütünlüğün olup olmamasının sınanmasıdır.”
Joris Ivens sınavı başarıyla verir, “dünyaya yalnızca Franko'nun faşist kaynaklı haberlerinden başkası ulaşmıyordu. İspanya'da çekilen ilk film bizimkiydi” açıklamasını yapar. “İspanyol Toprağı” Amerika’da dört yüz salonda ve özel olarak Başkan Roosvelt’e gösterilir.
Ivens aynı günlerde kimsenin yeteri bilgisi olmadığı Çin gerçeğini belgelemeyi dert edinmiştir. Capa’yı da ikna ederek birlikte Çine gidecektir. Orada çektiği belgesel (1939) Japon işgali altındaki direnen Çin’i anlatacak, “400 Milyon” olan adını da Çin’in o yıllardaki nüfusundan alacaktır. “Gerçekte bu film, yerkürenin öte yanında, İspanya’da faşizme karşı verilen savaşın bir eşini göstermektir.” diyecektir.
Beni etkileyen ise, Joris Ivens'in “400 Milyon” belgeselini çektikten sonra Çin'den ayrılırken (1939-40) kamerasını genç sinemacılara bırakmasıdır. Ivens’in kamerası, kameraman Wu Yinxian elinde ÇKP iktidara geldiğinde bir çok filmde kullanılacaktır.
Fransız yazar André Malraux da Cumhuriyetçi cephede pilot olarak görev yapar ve yaralanır. Savaş bitmeden de “Umut” adını verdiği romanını yazar (1937), ertesi yıl sinemaya aktarılır.
İspanya’nın çağırdığı başka yazar, sanatçılar da vardır, Pablo Neruda, zaten Şili’nin İspanya Konsolosu olarak Madrid’tedir.
Küçük Prens’in yazarı Antoine de Saint-Exupéry de ‘muhabir’ olarak İspanya’da olacaktır. “Kanayan İspanya” yapıtı bu döneme ilişkindir. Kitaptan alınan “İç savaşlarda sınır gözle görülmez, insanların yüreğinden geçer” sözü unutulacak gibi değildir.
Sovyet yazar İlya Ehrenburg İzvestiya gazetesinin savaş muhabiridir. Nazilerin Paris işgali etkisiyle ülkesine döner ve Paris Düşerken’i yazmaya başlar. (Nazi işgali altındaki Sovyet topraklarında Yahudi katliamını aktardığı belgesel “Kara Kitap”, Stalin tarafından yasaklanır.)
İspanya iç savaş günleri şairlerin, yazarların sanat anlayışı ve yaşama bakışını etkiler. Neruda’nın “Es así" başlıklı şiiri ‘kırılma/değişimin’ örneği/sesi olarak gösterilir.
Bir mahallesinde yaşardım
Madrid’in, çanlar,
saatler, ağaçlarla.
Meşin bir okyanus gibi
görünürdü oradan
kuru yüzü İspanya’nın. (…)
Ve alevler sardı her şeyi bir sabah
ve bir sabah ateşler fışkırıp
topraktan yutuverdi yaşamları,
ondan sonra ateşti, baruttu, kandı
ondan sonra her şey.(…)
Fotoğraf sanatı ile uğraşmanın değiştirdiği bir başka Lee daha vardır, Elizabeth "Lee" Miller, Lady Penrose.
Lee Miller Paris’e moda ve güzel sanatlar fotoğrafçısı olarak gidecektir ama II. Dünya Savaşı günlerinde Vogue dergisi için savaş fotoğrafçılığı yapacaktır. Life muhabiri Amerikalı fotoğrafçı David E. Scherman ile çalışmaya başladıktan sonraki en ikonik görüntülerinden biri Hitler'in gizli dairesini keşfetmesiyle gerçekleşir. Miller dairedeki küvetin fotoğrafını çektikten sonra Scherman’a küvette banyo yaparken fotoğrafını çektirir. (Üstelik rastlansal Hitler’in intihar ettiği 30 Nisan 1945 günü.)
Öncesi ve sonrasındaki yaşamıyla Lee Miller için “film gibi yaşamı” vardı denebilir… Lee Miller yaşamı tabii ki sinemanın gözünden kaçmamıştır. Ellen Kuras 2023 yılında Lee Miller'i canlandıran Kate Winslet ile “Lee” filmini çekecektir.
Bizden de “yarım yüzyıl fotoğraf makinesini elinden hiç düşürmeyen” bir kadın gezi/savaş foto muhabiri, Semiha Es vardır.
Capa’nın Gerda Taro’ya yardımı gibi, fotoğraf ile buluşmasını eşi gazeteci Hikmet Feridun Es sağlar. Ne yazık ki “film gibi yaşamı” olan Semiha Es üzerine -Taner Alp’in ‘Her Hayat Bir Hikayedir” kısa belgeseli dışında- film göremedim…
Semiha Es, NATO’ya kabulünü garanti altına almaya çalışan DP hükümetinin asker gönderdiği Kore Savaşı günlerinde haber için “Cephede bir bölgeden ötekine giderken bomba yüklü kamyonlarda, sandıkların üzerinde otururdum.” diyecektir. Kore savaşı üzerine “Fatma, Ali ve Diğerleri” oyunu ve şiirler yazan Nâzım Hikmet oğlu Memet dünyaya geldiği zaman “Doğum” şiirine şöyle başlar:
Anası bir oğlancık doğurdu bana (…)
Benim oğlan
dünyaya geldiği zaman,
çocuklar doğdu Korede,
sarı ay çiçeğine benziyorlardı.
Semihe Es zorlu Kore günlerinde “cesur muhabirdir”:
"Çevremizde mermiler uçuşurken ölümden korktuğumu hiç hatırlamıyorum.”
Korktuğu ise, gönderdikleriyle tirajını artıran gazetede fotoğrafların altında adının olmamasıdır. Ve korktuğu ne üzücü ki başına gelmiştir, üstelik yıllarca ve hiç bir zaman da çalışmasının karşılığı kendisine ödenmeyecektir.
“Kadın olarak foto muhabirliği yapmak o kadar zor bir şeydi ki, anlatamam” diyecektir.
Savaş boyunca Vietnam’a beş kez gitmiştir. Vietnam’da gördükleri daha ürkünçtür ve ona göre “…savaşların hepsi kötüdür.”
Savaşların hepsi kötüdür. ‘Çalışan Gazeteciler Günü'nde (10 Ocak 2024) Gazze’de biri kadın üç gazeteci öldürülmüştü, biri kadındı.
Lee Smith gibi, ‘sadece kaydediyordu.'