Nermin Yıldırım: Müthiş bir imkansızlık hikâyesidir insan

Nermin Yıldırım'ın son romanı 'Ev', Hep Kitap tarafından okurla buluştu. "Bu romanı yazarken mutlak cevaplar bulmaya çalışmadım, onlara inanmıyorum da zaten. Öncelikli olarak çelişkileri görmeye ve onlarla barışmaya çalıştım" diyen Yıldırım'la kitabını konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - 1980 doğumlu olan Nermin Yıldırım, Anadolu Üniversitesi’ni bitirdikten sonra bir süre çeşitli gazete ve dergilerde görev aldı. İlk romanı 'Unutma Beni Apartmanı' 2011’de yayımlandı ve sonra gerisi geldi. 'Rüyalar Anlatılmaz' (2012), 'Saklı Bahçeler Haritası' (2013), 'Unutma Dersleri' (2015), 'Dokunmadan' (2017), 'Misafir' (2018). Geçtiğimiz günlerdeyse Yıldırım’ın son romanı olan 'Ev', Hep Kitap etiketiyle raflardaki yerini aldı. Biz de Yıldırım’la keyifli bir röportaj yaptık.

'EV VAROLUŞSAL ÇIKMAZLARIMIZA BİNAEN YAZILDI'

Kitabın yazılış süreciyle başlamak istiyorum. 'Ev', nasıl bir derdin ürünü? 'Ev'in hazırlık sürecine, yazılış aşamasına dair bizimle paylaşmak istediğiniz neler var?

'Ev' varoluşsal çıkmazlarımıza binaen yazıldı. Varlık, aidiyet, hakikat gibi kavramları öncelikle kişisel, sonra da toplumsal bellek lekeleri üzerinden sorgulayan bir temel üstüne kuruldu. Hazırlık aşaması bir yanıyla elbette ona özel okuma, araştırma ve seyahatlerden oluşuyor ama bir yanıyla da önceki altı romanın yazımı da onun hazırlığına dahildi sanırım. En nihayet etrafında döndüğüm, içinde saplantılı biçimde eşelendiğim, uzun süren kazılara giriştiğim meselelerle bir anlamda helalleştiğim bir romana dönüştü 'Ev'.

Romanlarınızın ilk cümlelerine ayrı bir önem verdiğiniz ortada. İlk cümleleriniz romanı özetlediği gibi, okuru neyle karşılaşacağı konusunda da hazırlıyor sanki. 'Ev', “Gece uzun sürdü” cümlesiyle başlıyor ve biz kitabı okurken gecenin çok uzun sürdüğünü fark ediyoruz. Özellikle de Seher için. Sanıyorum anlamı itibarıyla Seher ismini tercih etmeniz bundan. Gece uzun, seher geç geliyor, çünkü her yer karanlık, çözümsüz ve karmaşık. Dokunmadan romanında da adil olmayanı keşfetmeye, anlamaya çalışan karakterinizin adı Adalet. Karakterlerinize verdiğiniz isimler, onların kişiliğini ve romanın temasını yansıtır mı hep?

Her zaman bu kadar doğrudan olmasa da evet. Siz çok güzel anlattınız. Seher gece ve hayat ilişkisi üzerinden bakınca, Abdülhak Hamit Tarhan 'Ev'in ruhunu çoktan özetlemiş gibi görünüyor. Çünkü bazen gece sahiden uzun sürer. İçinde sürüklenen fanilere hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Her yer karanlıktır, makber diye haykırsanız yeridir. Biliyorsunuz, Tarhan bu acı yüklü şiiri karısı Fatma Hanım’ın ölümü üzerine duyduğu sonsuz kederi anlatmak için yazmış. Ama ikinci eşiyle Fatma Hanım’ın cenazesinde tanıştığı rivayet edilir. Hoş, keyfekeder hikâyeler çağında palazlanan bu rivayetin hakikati yansıtmadığına emin gibiyim ama yine de 'Ev', tam da hayatın bu tür cilvelerinden hareketle, “Gece uzun sürdü” diye başlasa da, yaşasaydı şairin de hemfikir olacağını umduğum bambaşka istikamette bir cümleyle bitiyor. Roman da birbiriyle dövüşen o iki cümle arasındaki ipe geriliyor. Yazarken tesadüfi kararlarla ilerlemiyorum, aksine sürekli oyunlar kuruyorum. 'Ev'de ve önceki romanlarda ilk cümleyle birlikte son cümleye de baktığınızda kısa bir hikayecikle karşılaşırsınız. Kısacık ama bir manada romanın yolculuğunu özetleyen. Fakat bunun hiçbir anlamı yok aslında. Esas roman bu iki cümlenin arasıdır çünkü. Hayatın doğum ve ölüm arasında oluşu gibi. Aslolanın yolun başlangıcı yahut sonucu değil, yürünüşü olduğu gibi. İşte oyun dediğimiz şey, tam da o yürüyüşe dahildir.

İsimler de elbette tesadüf değil. Anlamları da dediğiniz gibi belirleyici. Ama seçilmelerinin anlamlarından başka sebepleri de var. Fakat bütün oyunlarımı açık etmeyeyim şimdi bir seferde. Dikkatli okurlar zaten zaman içinde hepsini tek tek fark ediyor. Oyunun güzelliği de burada. Zamana yayılmasında.

'BİZ, UNUTMAKTAN ÇOKÇA MEDET UMAN BİR TOPLUMUZ'

'Ev', Seher’le arkadaşı Ogo’nun Camino de Santiago yürüyüşüyle başlıyor. Camino de Santiago, şimdilerde turistik bir havaya bürünmüş olsa da aslında bu güzergâhın Hristiyanların hac yolu olduğunu biliyoruz. Bir ritüel dahilinde yapılan yürüyüş esnasında çekilen cefaların da bir tür arınmaya karşılık geldiği ortada. Seher de sanki bu yürüyüşe “çile çekmek” ve bir nevi arınmak maksadıyla çıkıyor. Peki, onu bağışlayacak Tanrı kim, geçmiş mi? Yoksa Seher bu geçmiş denen Tanrı’dan hesap sormak mı istiyor?

Dini, spiritüel, kültürel, sportif, pek çok nedenle yürünen bu kadim yolun mistik bir kimliği var. Soyu Katolik Kilisesi’nden de önceye, Şamanlara dayanıyor. Hakkında çokça rivayet, bir romancının ağzını sulandıracak bir dolu hikâye mevcut. Temellerine bakınca ezoterik bir yanı var gibi görünse de bana kalırsa yürüyüşün terbiyesi inisiyasyonla falan değil de insanla dünya arasındaki dolaysız aktarımla gerçekleşiyor. Uzun bir yolun yapabileceklerini yapıyor size bu yol, yani uzun uzun düşünmeniz için fırsat veriyor. Evet, oraya anlamak, arınmak ve kendiyle baş başa kalmak için gidiyor pek çok insan. Seher’inse başlangıçta bambaşka gizli bir planı var. Ama bilinçaltının kendisinden bile gizli ajandasında bir tür arınma arzusu taşıdığını düşünürsek, çilesini çekerken bağışlanmak için yakaracağı Tanrı, geçmişi kadar bizzat kendi benliğidir de diyebiliriz. Seher, hesap sormaktan ziyade kırgınlığını dile getiriyor bence. Birinin karşısına geçip kırgınlığımızı açık ettiğimizde bu kavga ya da küsme değil, barışma gayesi taşır aslında. Seher’in yolu daha çok bu gibi. 'Ev'in yolu da. Tabii bunu bir hac yolculuğuna yaraşacak şekilde dökülerek, soyunarak, fazlalıklarından arınarak yapıyor. Bu anlamda yolun yapısı, romanın dilinden epigrafına kadar her şeyine tesir etti diyebilirim. Mesela normalde çok epigraf kullanırım ben. Onlarla da oyun oynamayı severim. Bölümleri temsilen koyduğum epigrafları arka arkaya okuduğunuzda yine başka bir öyküyle karşılaşmanızı isterim. Ama 'Ev'de ilk kez hiç epigraf kullanmadım. Her şeyi her zamankinden daha sade, soyunarak yapmaya gayret ettim. Fiziksel bir hac yolculuğu ile benliğin magmasına yol alan içsel yolculuğu, yani şahsi hac yolculuğunu ancak böyle yazabileceğimi düşündüm.

Ev, Nermin Yıldırım, 456 syf., Hep Kitap, 2020.

Romanlarınızdaki karakterlerin geçmişle problemli ilişkileri var. Bu ilişki, unutmak, hatırlamak, gerçekle yüzleşmek dengesi üzerine kuruluyor çoğu zaman. 'Ev'deki Seher de böyle. Ancak hatırlamak, görmek, keşfetmek ferahlamadan ziyade daha büyük bir buhran yaratmaz mı çoğu zaman? Huzur unutkanlıktadır, diyebilir miyiz?

Mutlak bir unutuş mümkün olsaydı diyebilirdik ama mümkün değil. Lorca, “Unutuşun örümceği, ör onu ipliklerinle,” derken imkânsızlığından haberdar olduğu bir yalandan çaresizce medet ummaktadır. Gerçeğe katlanamadığımızda ardına sığınacak bir sis bulutu ararız. Ama sis, sonunda muhakkak dağılır. Gücümüzü yettiremediklerimizden unutarak kaçma çabası beyhude bir çaba. Kaçtığımız hakikat, bir gün ansızın, hem de hiç ummadığımız bir anda karşımıza çıkıverir. Biz, unutmaktan çokça medet uman bir toplumuz. Yüzleşme ve özür mekanizmalarımız sakatlanmış, hakikatle kurduğumuz ilişkideki sapmalar sıradanlaşmış. Bu da tarihin tekerrürle perçinlenmesine neden oluyor. Ama başlangıçta zor, çileli ve acılı olsa da nihai huzur yüzleşmede bence.

'MELEKLE ŞEYTANIN İKİ AYRI ŞEY OLMADIĞINI UNUTMAMAK GEREKİR'

Düşünülen, hesaplaşılan, acı çekilen bir şeye dönüşmüş durumda 'Ev'; her daim sırtta taşınan bir yük, arandıkça bulunamayan bir şey gibi. Kitabı okurken evin hem var olmadığı hem de adım atılan her yer, nefes alınan her an; benlik olduğu hissine kapılıyoruz. Diğer taraftansa ev insanın kendini huzurlu hissettiği bir yerdir, insan orada dış dünyadan korunur, kendini güvende hisseder. Bir şeyin hem bu kadar huzurlu hem de bu kadar acı verici olma durumunu nasıl açıklamak gerekir?

Tözle sanırım. Tam da anlattığınız paradokslar içinde yarılan benliklerin mamulüyüz hepimiz. Az evvelki sözlerinizde 'Ev'in yerine aileyi koyalım mesela şimdi. Hiç sırıtmaz, anlam kaybı olmaz. Ya da hayatı koyalım. Yine aynı. Müthiş bir imkânsızlık hikâyesidir insan. Sonsuz bir anlam arayışı. Kırılmış ve birileri tarafından iyileştirilmeyi bekleyen kaval kemiğidir. En muhtaç oldukları tarafından kemirilendir. Sevdikleri ve hatta sevenler tarafından çürütülendir. Melekle şeytanın iki ayrı şey olmadığını unutmamak gerekir. Velhasıl evin adresi, cevabı olmayan ya da tek bir cevabı olmayan bir soru. Ama en başa dönmeye kalksak, seçenekler içinde en çok Odysseus’un 'İthaka'sı olabilir bence ev. Büyük savaş bittikten sonra başlayan esas savaş. İçimizde yaşanan o iç savaş. O büyülü dönüş hayali. O uzun yolculuk. Bolca macera.

“Doğru nedir emin olamazdım ama yanlışın yapış yapış koynunda onu tanıyacak kadar uzun yaşamıştım,” diyor Seher bir yerde. Bu cümlenin etkisi de romanın geneline, karaktere sirayet etmiş durumda sanki. Atılan her adım, tanışılan her insan, söylenen her cümle, söylenmeyen her cümle bu iki zıt kavramı birbirine daha çok yakınlaştırmıyor mu?

Yine az evvel bahsettiğimiz çelişkilere göz kırpıyoruz. Hayatta hiçbir şey birbirinden keskin çizgilerle ayrılmıyor. Aksine çoğu zaman iç içe geçiyor, birbirinin içinde eriyor. En kesin doğrumuzun ardından bile büyük bir hata yatabiliyor bu yüzden. Suçluluklar, sorgulamalar bu yüzden bitmek bilmiyor. Ben bu romanı yazarken mutlak cevaplar bulmaya çalışmadım, onlara inanmıyorum da zaten. Öncelikli olarak çelişkileri görmeye ve onlarla barışmaya çalıştım. Çünkü bu çıldırtıcı çelişkiler üzerinde yükseliyor küçük ve muhteşem hayatlarımız. Her şey aynı zamanda bizatihi zıttı da çoğu zaman. Hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı, en azından hiçbir şeyin göründüğü halinden ibaret olmadığı bilgisiyle bakarak bu çelişkilerden hiç değilse kendi içinde tutarlı bir kavrayış kurmak mümkündür belki.

'BAZEN DEVAM EDEBİLMEK İÇİN VEDALAŞMAYI BİLMEK GEREKİR'

İlk romanınız 'Unutma Beni Apartmanı' 2011 yılında yayımlandı. 'Ev' yedinci kitabınız. 9 yıl önceki Nermin Yıldırım’a yönelteceğiniz edebi bir eleştiri var mı?

Elbette kendimi pek çok yönden eleştirebilirim. Bir kere o, yani dokuz yıl önceki halim çok gevezeydi. Yazdığım metne akmak, kapılmak istiyor, bütün boşlukları doldurmak için akıyor da akıyordum. Bugün aynı ölçülerde olmasa da hâlâ gevezeyim. Yazma iştahından gelen bir gevezelik bu. Ama insan zamanla neyi yazacağı kadar neyi yazmayacağı üzerine düşünmeyi ve yazdıklarından vazgeçmeyi öğreniyor. Bir de neyi, niye yazdığını hep seziyor ama adını koyması zaman alıyor. Ama ilk çığlıklar böyledir, canhıraş atılır çünkü onlar. Cesaretten değil, korkudan atılır ama atanı korkusunu seyretmeye de mecbur bırakarak bir noktada cesurlaştırır. Velhasıl dokuz sene önceki halimi elbette eleştirebilirim, eleştirilecek çok yanım olduğuna eminim. Ama öncelikle şefkat duyuyorum o halime.

Şu sıra yeni bir kitap çalışmanız var mı?

Yok. Evvela 'Ev'le vedalaşmak istiyorum. Onca zaman neredeyse içine kapanarak yaşadığı romanın yazımı bitince, ondan ayrılınca bir tür kayıp yaşıyor insan, onun da kendine göre bir yas süreci oluyor. Şimdi Seher’in sesini, sözünü kalemimden silmeye çalışıyorum evvela. Yoksa nereye gitsem benimle gelir, yeni bir dünyada yeni bir karakter kuramam. Malum, hayat böyle. Bazen devam edebilmek için vedalaşmayı bilmek gerekir.