Nefret nesnesi olarak mülteciler
İktidar, yangınlardaki beceriksizliğini nasıl “terör-terörist” retorikleri ile başka düşmanlıklara yöneltmeye çalışıyorsa, her suç mahallinde mülteci parmağı arayanlar da maalesef çok uzakta değiller.
Saime Tuğrul*
Geçenlerde bir sosyal medya grubundan gelen bir yazıda okuduklarıma inanamadım. Kendisini en azından “sosyal demokrat” olarak tanımlayan bir gazete yazarının makalesini Fransızcaya çevirseydim kelime kelime, cümle cümle, 1990’larda, -bugün başkan olan kızından daha radikal- “Baba” Le Pen’ci bir taraftarın yazısı olabilirdi. Kullanılan tanımlamalar ve argümanlar bile aynıydı; 'mülteciler Türkiye’nin demografisini değiştirecekler, Türklerin işlerini ellerinden alacaklar, bu ülkenin kaynakları mülteciler için kullanılıyor, onlar Türklerden daha ayrıcalıklı ve özel imkanlara sahipler', vb…..
Batı Avrupa ülkelerini sürekli Türklere karşı ırkçılıkla suçlayan, Türklerin Türkiye’sinde yeni nefret nesneleri (ortak payda ve değişmeyen Kürtler, gayrimüslim azınlıkların yanı sıra) artık mülteciler. “Mülteciler dışarı!” veya “ÜlkemdeMülteciİstemiyorum” tweet’leri tüm sosyal medyayı kapsamış durumda. Mültecilerin, 'fırsatçı, Türklerin haklarını gasp edici özneler olarak, hırsız, asalak, düzenbaz, tecavüzcü, çok üreyen, pis kokan'…vb. ifadeleri ile tanımlanması artık “normalimiz”.
Her kesimde mültecilere karşı olur olmaz suçlamalar devam ederken, Suriye ve şimdi Afganistan politikasında elini güçlendirmek ve Türkiye’de mültecileri tutması karşılığında AB’den milyarlarca avro yardım alan iktidar ise, ırkçı yükselişi kendi çıkarları için kullanmaktan çekinmiyor. Hatta ırkçılığı ancak başka ülkeler yaptığında siyasi malzeme haline getiren bu iktidar, alt sınıfların yoksulluk isyanının ve öfkesinin kendisine değil de mültecilere yöneltilmesinden de hiç şikâyetçi değil. Bu arada, CHP’li Bolu Belediye Başkanı da, “ayrımcılık madalyalı”! uygulamasını devreye sokmasına rağmen partisinden pek tepki de görmediğine tanık oluyoruz.
Böylece, sonunda, iktidar destekçileri ve muhalefet, ortak bir noktada birleşiyorlar; Afganistan’dan gelen yeni göç dalgası ile birlikte herkesin hemfikir olduğu 'nefret nesnesi mülteciler' etrafında arzu edilen mutabakat da gerçekleşiyor.
Farklılığın, karşıtlığın, hatta karşılıklı düşmanlığın başka her alanda gözlemlenebildiği Türkiye gibi bir toplumda, mültecilere kaşı nasıl bu denli kolay bir görüş birliğine varılıyor? Neden, yabancılar mülteci-göçmen statüsünde olduğunda, bizim birliğimizi zedeleyen, dışarıdan içimize doğru sinsice giren ve “mutlak kötülüklerin kaynağı” unsurlar olarak algılanıyorlar?
Türklerin, turistlere kendilerini tanıtırken, her seferinde “sevgi toplumu, misafirperver, yabancılara kucak açan” özellikleri öne çıkarılırken, nasıl oluyor da, zorunluluk ve çaresizlik içinde ülkelerine sığınanlardan bu denli nefret ediyorlar? Bu soruların cevapları, büyük ölçüde “nefret” duygusunun gücünden ve sevgiden daha güçlü bir birleştirici rolü olmasından kaynaklanıyor. Çünkü, ortak nefret, sürekli somut örneklerini gördüğümüz gibi, en birbirine yabancı unsurları bile birleştirebilir. Nefret, kolektif bir kimlik için aynılığın fantazmasından, ulusal-ailesel bağlılık duygularından ve ortak sevgi dilinden çok daha birleştiricidir.
Freud’a (1) göre, temelde sadece iki farklı pulsiyon vardır : “Kendini koruma” ve “cinsel, yani haz pulsiyonu.” İçine alabildikleri “haz pulsiyonlarıdır”, haz, vermeyenleri de dışarıya atfeder. Kişisel çıkarlar etrafında oluşmuş kendini koruma pulsiyonları, bir nesnenin (özlenen bile olsa) habersiz müdahalesi olarak betimlenir ve nefret duygusunu doğurur. Başka bir deyişle, “nesne” yani dışarda olan, nefret duygusuyla keşfedilir.
Öznenin oluşma sürecinde, nefretin gerçek anlamı, dış-yabancı ama aynı zamanda uyarıcı dünyadır; dışarısı, nesne, nefret, başlangıçta hepsi bir aradadır. Arzu edilen nesne haz kaynağı olsa da, kimi zaman dışardanlığı ve habersiz müdahaleciliği nedeniyle aynı zamanda nefret edilene dönüşebilir. Sevgi nesnelerimize ulaşmak için, bilinçdışımıza iterek, bazı pulsiyonlarımızı feda edebiliriz. Bu büyük fedakârlığın mümkün olabilmesi ise, “üstbenin” geliştirilmesi, yani yasağın içselleştirilmesi ile mümkündür.
Yasanın içselleştirilmesi bireysel düzeyde olduğu kadar, kültüre de bağlıdır ve uygarlaşma sürecinde bizi hayvansal dürtülerimizden uzaklaştırmaya çalışır ama bir yandan da tatminsizliği doğurur. Uygarlaşma süreci, sosyal yaşamın bir arada yaşama kuralları ise, tatminsizlik kapasitemizin artmasını sağlarlar ve böylece yasakları içselleştirebiliriz. Ancak, yasaklar içselleştirilse de, nefret duygusu kaybolmaz ve daha çok dışarıdan gelenlere yönelir. Birey, kendinden farklı gördüklerini “nefret nesneleri” olarak dışarıda tutmaya çalışır. Yani, nefret her zaman dışa yöneliktir. Sevgi nesnelerinin dışına atılan, ya da dışarıdan gelendir. Tatminsizliklerinden kurtulabilmek için, mutlak kötünün dışarıdan geldiğine kendini inandırır. Kötülük, düşmanlık, nefret dışarıdan gelenlerde kristalleşir. İçerisi-dışarısı diyalektiği ve basit karşıtlığı, kolaylıkla düşmanlığa dönüşebilir. Bu eşik genellikle yabancılara kapalıdır, çünkü varlığın bir yere sabitlenmesi istenir ve o yerin sahipleri kapılarını fantezi düşmanlara karşı kilitli tutmayı tercih ederler.
Carl Schmitt(2), biz’in oluşumunda en iyi yolun, düşman simgesi üzerinden olduğunu belirtir. Schmitt’e göre, dost-düşman ayırımı politikanın temelidir. Hiçbir şey, insanları bir düşmana karşı olabileceğinden daha sıkı birleştiremez. Biz’i tanımlamanın en iyi yolu, “bizden olmayan” karşıtlığıdır ve içte sağlanan birlik, dışa yönelik sınırı güçlendirir.
Türkiye gibi, iktidar başta olmak üzere, tatminsizlikleri ile baş edemeyen, her sorun karşısında suçu başkalarında ve özellikle “dışarıda” arayan, kendisini kültürel homojenlik fantazması içinde “Türklük” kimliğine sabitleyen bir toplumda, dışarıdan gelenler, yani şimdilerde özellikle mülteciler, varlığına, ya da siyasetçilerin çok sevdiği tabirle “milletin devletin bekasına” karşı bir tehdit olarak algılanır.
Nefret edilen mülteciler etrafında kolaylıkla müttefikler oluşur. Sıklıkla gördüğümüz gibi “yeni işgal güçleri mülteciler” etrafında bir “düzmece-gerçeklik” yaratılır ve o fantazma gerçekliği sayesinde ortak nefret kanalize olur. O zamana dek yalpalanan saldırganlık nefret nesnesini bulur.
Hayali retorikler ile, kolektif iç daralması, tatminsizlikler, öfke, bu şekilde transfer edilir. Önemli olan, bu iç daralmasını, bir düşman üzerinde dondurarak, kötülüğün sembolü haline getirmektir. Böylece, mültecilerin, bizim –aslında hiç olmayan- iç huzurumuzu bozan tehlikeli düşmanlar olarak nitelenmesi kolaylaşır. Küçük farklılıklar büyük bir düşmanlığı oluşturabilecek boyuta gelirler. Buradaki nefret, geçmişten gelen bir veri olmayabilir ve grup içindeki, daha önceki ilişkileri belirlemeyebilir ama bu nefret inşa edilir, bizzat istemli eylemlerle oluşturulur. Güvenliğin tehdit altında olduğu sürekli hissettirilir. İç daralması nefret ile birleştiğinde ise, yok etme arzusunu da beraberinde getirir.
Nitekim, mültecilere karşı zaman zaman henüz bireysel düzeyde gördüğümüz saldırı eylemleri, bugünlerde giderek yoğunlaşan söylentiler ve söylemler ile bu nefretin daha da körüklenmesine yol açabilirler. Son günlerde, güzelim ormanlarımızdan yükselen alevlerin arkasında bile, “Afganlar” olduğu tweet'lerini görmeye başladık. İktidar, bu yangınlardaki beceriksizliğini nasıl “terör-terörist” retorikleri ile başka düşmanlıklara yöneltmeye çalışıyorsa, her suç mahallinde mülteci parmağı arayanlar da maalesef çok uzakta değiller.
Linç kültürüne yakınlığımız düşünülürse, tehlike çanlarını duymamak mümkün değil…
1. S. Freud (2004), Essais de psychanalyse, Payot, Paris
2. Schmitt, Carl (2005), Poitical Theology, University of Chicago Press, Chicago
*Doçent Dr. Işık Üniversitesi öğretim görevlisi