YAZARLAR

Nefes almakta zorlanıyoruz, sıkıntıdan...

Keep Breathing dizisinin başkarakteri Liv, "Aile içi ilişkiler önemlidir!" veya "İşte başarı, bir insanın hayatında tek amaç olmamalı!" gibi basit çıkarımları bir uçak kazası geçirmeden, vahşi bir doğada yapayalnız kalmadan veya ayı gibi hayvanlarla karşı karşıya kalmadan da yapabilirdi. Belki de sadece ofisinde otururken önem verdiği birisine kulak verirken!

Bir uçak kazasından sağ kurtulmak kuşkusuz herkes için çok iyi, hatta mucizevi sayılabilecek bir sonuçtur. Ancak sonrasında adeta 'balta girmemiş' bir ormanlık alanda, yeterli erzak ile su bulamadan ve hiçbir şekilde yardım çağrısı gönderemeden yapayalnız kalakalırsanız bu, hiç de o kadar iyi bir sonuç olmayabilir.

Netflix kanalında, nispeten yakın bir tarihte bize sunulan "Keep Breathing" dizisi, bahsettiğimiz koşul ve durumlardan 'yola koyularak', genç bir kadının tamamen yabancısı olduğu vahşi bir doğada hayatta kalma mücadelesini anlatıyor. Ancak bunun yanında senaryosunu biraz tek boyutlu tutmamak amacıyla olayların akışına paralel olarak baş kahramanın 'flashback'ler halinde hatırlamalarına, geçmiş hayatından kritik süreçlere ve hayali karakterlere de yer veriyor. Bu yolla heyecanlı, tempolu, gerilimli ve sürprizli bir macera dizisi çıkarmak amacı güdülmüş olmasına rağmen bizce birçok açıdan hedefine ulaşamamış bir yapım…

Konudan bahsedecek olursak: Liz, başarılı ve hırslı, işini her zaman hayatında ilk sıraya koyan genç bir avukattır. İşine biraz ara verip, yıllar önce koptuğu annesiyle tekrar görüşmek için onun yaşadığı yere gitmek ister ama aradığı uçuşu bir türlü bulamaz. Son çare olarak o bölgeye doğru gidecek iki adamın özel uçağına para karşılığında biner. Ancak uçak Kanada yakınlarında kaza yapar ve düşer. Liv, kazadan yaralanmadan kurtulsa da bir anda kendini bir göl ve ormanın ortasında yalnız, savunmasız ve çaresiz bir şekilde bulur.

HEM KAÇIŞ NOKTASI HEM DE ENGEL OLAN DOĞA!

Özellikle pandemi nedeniyle geçirdiğimiz sıkıntılı kapanma günlerinden sonra, dizideki her şeyi bir kenara koyarsak, hikâyenin merkezini tedirgin edici olduğu kadar da hayran bırakan, çok etkileyici bir gölün ve gür bir ormanın etrafına kurması seyirciler için uygun bir 'kaçış noktası' gibi duruyor. Kuşkusuz bu sekanslar hem gerçeklik duygusu uyandırmak hem de dikkati ve ilgiyi ayakta tutmak açısından ciddi bir emek ve özenle profesyonelce yapılmış ve seyir keyfi yönünden beklentileri karşılıyor ama bütün bu mekan ve olanaklar birinci bölümden sonra biraz 'cimrice' kullanılmış. Diziyi yaratanlar bir an önce Liv karakterinin ormandaki yaşam mücadelesi sürecine geçmek istemiş ve buradaki güzel kadrajlardan ziyade daha çok yeşil bitki ve ağaçtan geçilmeyen orman görüntülerine yoğunlaşmayı seçmişler. Her ne kadar başkahraman Liv’in bu ormanı keşfetme turları ve kaza yapan uçağın düşmüş olduğu gölün yanında hayatta kalma çabaları ilgiyi ayakta tutsa da gerçek anlamda bir şehirli insan-vahşi doğa karşılaşması görmüyoruz, en azından hissetmiyoruz.

Doğadaki bu deneme-başaramama-öğrenme döngüsünün benzer konuyu işleyen filmlerden (daha yakın tarihli örnekler olarak "Into The Wild", "Cast Away" hatta "The Revenant" vb.) veya dizilerden çok daha hızlı ve 'yumuşatılmış' bir şekilde verilmesi Liv’i ara sıra, hayatta kalmaya çalışan değil beceriksizce kamp yapmaya çalışan bir genç durumuna sokuyor. Başkarakterin bir yaralıya 'turnike' yapıp müdahalede bulunması veya elindeki imkanlarla bir pusula icat etmesi gibi sahneler hikâye içinde mantıklı dursa da bazen bu durumlar da ikna edici olmuyor. Örneğin Liv’in profesyonel dalgıçları kıskandıracak derecede bir başarıyla uçak enkazının bulunduğu gölün dibine kadar daldığı ve oradaki çantaları çıkardığı sekans gerçekten inandırıcılık sınırlarını zorlayacak türden. Özellikle Liv karakterinin gündelik hayatını biraz tanıdıktan sonra…

ÖYLE BİR GEÇER ZAMAN Kİ…

Başta da değindiğimiz gibi bir de bu macera hikâyesiyle eklenen, daha doğrusu paralel bir şekilde akan protagonistin travmalı hayatı üzerine bilgiler ve karakteri hakkında ipuçları veren uzun flashback sekansları izliyoruz. Dizinin bu yöntemi kullanmasının nedenleri tabii ki belli: Öncelikle başkahramanını daha insani bir hale sokmak, dolayısıyla onunla özdeşlememizi kolaylaştırmak. Hikâyeye saf macera formatından sıyırıp psikolojik gerilim havası da vermek. Belki de en önemlisi de başkarakterin bir yandan çok zor koşullarda hayatta kalmaya çalışırken bir yandan da hatalarını, pişmanlıklarını, suçluluklarını yani kısaca geçmiş hayatını sorgulayabilmesi… İşinde çok başarılı ve hırslı olan ama insani ilişkilerinde sürekli sorunlar, uzaklaşmalar, kopmalar yaşayan Liv’in hatırladığı bu süreçler ilk bakışta senaryoyu zenginleştirecek şeyler gibi durabilecekken, buralardaki melodramatik atmosfer, sık sık 'klişe' kokan konuşmalar ve çok yeni bir yan taşımayan 'dağılmış' bir aile konusu bizce hem asıl hikâyeyi bulandırıyor hem de başkarakterin mücadelesini zedeliyor. Sonuçta canı tehlikede olan bir insanın ilk amacı bir şekilde hayatta kalmak, kendini olabildiğince güvenceye almak ve hayatını sürdürmeye devam edebilmektir. Geçmişiyle hesaplaşmak değil… Üstelik Liv’in babasının, annesinin ve sevgilisinin 'flashback' sekansları, otuz dakikalık bölümler halinde akan bir dizi için çok uzun ve çok sık. Hikâyedeki bu aralıksız müdahaleler ve kesilmeler başkarakterin yalnızlık duygusunu adeta yok ediyor!

Hikâyenin, uçağın kaza yapıp göle düşmesi, Liv’in eski evinde yangın çıkması, Liv’in başkarakterin kendisinin de hamile olması gibi Su ve Ateş unsurlarına yaptığı göndermeler fazla didaktik kokuyor.

AYAKTA KALMAYA ÇALIŞMAK…

Bu kadar bulanık ve zaman zaman didaktik akan bir senaryoda ayakta kalmaya çalışan (nadir) şeylerden biri, Liv rolünde Melissa Barrera’nın performansı oluyor. Sinemada uluslararası sulara "Scream" filminin beşinci bölümünde başrollerden birini üstlenerek açılan oyuncu, elinden geldiğince diziyi layığıyla sırtlamaya çalışıyor. Dizi için 'tırmanma' veya 'dalış' gibi bazı ekstrem spor dallarında eğitim aldığı belli ve bir tür post-Lara Croft versiyonundan daha fazlasını sunmak istediği bizce son derece açık…

Sonuçta, Liv karakteri "Aile içi ilişkiler önemlidir!" veya "İşte başarı, bir insanın hayatında tek amaç olmamalı!" gibi basit çıkarımları bir uçak kazası geçirmeden, vahşi bir doğada yapayalnız kalmadan veya ayı gibi hayvanlarla karşı karşıya kalmadan da yapabilirdi. Belki de sadece ofisinde otururken önem verdiği birisine kulak verirken!


Kerem Bumin Kimdir?

1976 yılında Paris'te doğdu. 1994 yılında İzmir Özel Saint-Joseph Lisesinden mezun oldu. 1996-2000 yılları arasında Strasbourg Sosyal Bilimler Fakültesinde (USHS) Tarih ve Edebiyat bölümlerinde okudu. Ardından 2000 yılında İstanbul'a geri dönüp 2004 yılında Bilgi Üniversitesi Sinema/ Televizyon bölümünden mezun oldu. 2004 yılından itibaren çeşitli uzun ve kısa metrajlı sinema filmlerinde ve Belgesel filmlerde yardımcı yönetmen olarak görev aldı. Semih Kaplanoglu'nun 'Süt' adındaki sinema filminin ekibinde yer aldı. Son birkaç yıldır Yunan yönetmen Angelos Abazoğlu ile birlikte, Arte kanalı için Belgesel filmler üzerinde çalışmaya devam ediyor . Gazete Duvar'da sinema filmleri üzerine eleştiriler yazıyor .