Nazilerin ‘kanlı adalet’i

Alan E. Steinweis ve Robert D. Rachlin’in yayına hazırladığı 'Nazi Almanyasında Hukuk', Kıvılcım Turanlı Yücel çevirisiyle Zoe Kitap tarafından yayımlandı. III. Reich’taki hukuksuzluğu ve adaletsizliği konu alan 'Nazi Almanyası’nda Hukuk', bahsi geçen altyapının derinlemesine incelendiği; olağanüstü hâlin nasıl olağanlaştırıldığının anlatıldığı bir çalışma.

Google Haberlere Abone ol

“Diktatörlük Teorisine Bir Katkı” alt başlığıyla yayımlanan ve Nazilerin katliamları sırasında Almanya dışında okurla buluşan 'İkili Devlet’te (Çeviren: Tanıl Bora, İletişim Yayınları, İkinci Basım-2020); Ernst Fraenkel’in bahsettiği Norm Devleti ve Önlem Devleti, III. Reich rejimini birbiriyle bağlantılı ve ilişkili şekilde iki koldan, kendisine göre bir hukuki altyapıya dayanarak kurup yükselten yapılardı. Önlem Devleti, duruma ve siyasi ortama göre hareket ederken Norm Devleti, mahkeme hükümlerine, mevcut yasa ve kanunlara göre konumlanıyor, daha doğrusu konumlanır gibi görünüyordu.

Her ikisinin “yasal” dayanağı, 1933’te yayımlanan Olağanüstü Hal Kararnamesi’ydi. Buna göre devlet kurumlarına, her türlü tehdide karşı temel hak ve özgürlükleri “geçici olarak” askıya alma yetkisi verilmişti. Dolayısıyla iktidarın tüm eylemleri, hukuki denetimden sıyrılırken sınırsızlık ve ölçüsüzlük meşru hâle getirilirken “her şey yapılabilir” önermesinin, siyasi ve hukuki zemini hazırlanmıştı.

Önlem Devleti, sınırsızlığı ve denetlenemezliğiyle öne çıkarken Norm Devleti ise bu noktada göreceli bir denge sağlamayı ve kâğıt üzerinde yasaları uygulama rolü üstleniyordu. Önlem Devleti, Nazi Almanyası’nda tepkisel ve keyfi biçimde hayatın her alanında baskınken Norm Devleti, onun bıraktığı boşlukları dolduruyor, Yeni Almanya’nın bekası için milli güvenliği tehdit edebileceği düşünülen her birey, kurum ve kuruluş, İkili Devlet’in hışmından payını alıyordu. 

1933-1945 arasında, adaleti sağlamak yerine Nazizmin hizmetine giren, daha doğrusu emrine verilen bir “hukuk” sistemiyle karşılaşıyoruz; birçok hâkim ve savcı, hem cürüm işliyor hem de işlenen suçlara herhangi bir şekilde karşı koymazken Führer ve yakın çalışma arkadaşları tarafından neyin suç sayılacağına dair kriterler muğlaklaştırılıp rejimin siyasi söylemine uygun hâle getiriliyor.

Nazi Almanyası’nda Hukuk, Yayına Hazırlayan: Alan E. Steinweis ve Robert D. Rachlin, Çeviren: Kıvılcım Turanlı, 230 syf., Zoe Kitap, 2020.  

Bernhard Schlink’in 'Geçmişe İlişkin Suç ve Bugünkü Hukuk’ta (Çeviren: Reyda Ergün, Zoe Kitap, 2019) belirttiği üzere, Nazi Almanyası’ndaki hukukçuların büyük bölümü, hem SA’lar ve SS’ler hem de soykırıma bulaşan ve cinayet işlemeyi günlük bir eyleme dönüştüren rejime gönülden bağlı sıradan insanlar gibi suçun bir parçasıydı. Schlink’in bahsettiği hukuksuzluğun, adaletsizliğin ve suçun, bizzat Hitler tarafından atanmış ya da görevlendirilmiş özneleri, Önlem Devleti’ni Norm Devleti’ne yön verir hâle getirirken kendi kararlarını onuyor. Sonuçta, Serdar Tekin’in “Diktatörlük Kuramına Bir Katkı: Ernst Fraenkel ve İkili Devlet” başlıklı yazısında (Birikim, 2018, Sayı: 354), Fraenkel’i yorumlarken Almanya’da 1933’ten itibaren, hızla ve şiddetle kurulan diktatörlüğün, hukuki ve siyasi altyapısına dair “şer döngüsü” çıkarımına ulaşıyoruz: “Nazi diktatörlüğünü mümkün kılan mekanizma, bir yandan hukuki meşruiyetin suistimal edilmesi, diğer yandan da siyasi meşruiyetin plebisiter araçlarla imal edilmesidir; daha doğrusu, bu iki sürecin eşzamanlı ve döngüsel bir tarzda işletilmesidir. Hukuki meşruiyetin suistimali, plebisiter rıza üretimini kolaylaştırıp tahkim ederken plebisiter meşruiyetin tahkimatı da yasal araçların her daim daha arsızca suistimalini mümkün kılar. Diktatörlüğün şer döngüsüdür bu…”  

Alan E. Steinweis ve Robert D. Rachlin’in yayına hazırladığı, III. Reich’taki hukuksuzluğu ve adaletsizliği konu alan 'Nazi Almanyası’nda Hukuk', bahsi geçen altyapının derinlemesine incelendiği; olağanüstü hâlin nasıl olağanlaştırıldığının anlatıldığı bir çalışma.

FÜHRER'İN SÖZÜNÜN 'KANUN'A DÖNÜŞMESİ

'Nazi Almanyası’nda Hukuk' kitabının yazarlarının odaklandığı temel nokta, III. Reich’ın kuruluş, yükseliş ve bir suç devletine dönüşüm aşamalarında bazı hukukçuların sahip olduğu rol. Steinweis ve Rachlin, bu kişilerin ırk yasalarına ve Nazi ideolojisine gönülden bağlı olduğunu hatırlatıyor. Hukukun üstünlüğüne inanan kişiler, söz konusu uygulamalardan rahatsızlık duysa da karşı tarafta yer alanlar, rejimin eylemlerini destekliyor ya da en azından sessiz kalıyor. Böylece Schlink’in ifadesiyle suçun birer parçasına dönüşüyorlar.

Führer’in sözünün “kanun” hâline geldiği ve böylece hem demokratik katılımın önüne set çekildiğini hem de bireysel hakların Alman olanların gereksinimlerine tabi kılındığını belirten Steinweis ve Rachlin, hukukun ideolojinin emrine nasıl sokulduğunu anımsatıyor: “1933’te diktatörlüğün uygulamaya geçmesiyle parlamentonun yasama işlevinin anlamsız kaldığı bir ülkede hukuk, doğrudan Hitler ve onun kabinesinin üyeleri tarafından vazedilmişti. Yeni yasa tasarısı hazırlanmasının ve mevcut yasaların gözden geçirilmesinin asıl sorumluluğu da görevleri Nazi liderliğinin siyasi iradesini yasanın diline tercüme etmek olan ve hukuk öğrenimi görmüş devlet memurlarına düşmüştür. Alman devletinin bir dizi bakanlığında ve -devlet- dairesinde bulunan bu memurlar, yasaların amacını açıklayan ve pratikteki uygulamasını etkileyen kararnamelerin biçimlendirilmesinde rol oynamıştır (...) Zamanla, Önlem Devleti genişledikçe Gestapo’nun yargı sistemini es geçmesi ve insanları ‘ihtiyati tutuklama’ gibi idari tedbirlerle toplama kamplarında esir tutması kolaylaşmıştır. Alman hukuk camiasının, adanmış Naziler de dâhil olmak üzere, hukukun üstünlüğünden böylesi bir sapmadan rahatsızlık duyan üyeleri de vardı. Tartışma, Almanya’nın ırkçı bir diktatörlük olarak devam edip etmeyeceği hakkında değil, daha ziyade ırkçı otoritenin hukuka uygun olarak mı, yoksa keyfî güç kullanımına dayanarak mı sürdürüleceği hakkındaydı.”

NAZİ DEVLETİNİN YENİ MEMURLARI

Konrad H. Jarausch, 1933’e nasıl gelindiğini anlatırken Birinci Dünya Savaşı sonrası sayısı hiç de az olmayan, kafa karışıklığından mustarip, sosyal demokrat politikalara ve Weimar Cumhuriyeti’ne ısınamayan, kısa sürede ırkçı milliyetçilerin vaatlerine sempati duymaya başlayan ve rakiplerini (Yahudileri, yabancıları vd.) saf dışı bırakmaya yönelen hukukçulardan bahsederek “krizden asıl faydalananlar, kendi birliklerini kuran ateşli Nazilerdi” deyip ekliyor: “Nazi avukatlar, saldırgan SA haydutlarını savunabilmek için Nasyonal Sosyalist Hukukçular Birliği’ni kurdu. Birlik, 1933’ün başlarında tüm avukatların yüzde 5’ini, yaklaşık 1500 avukatı kendisine çeken ve sesi çok çıkan bir baskı grubuydu.”

Nazilerin emrine girmiş profesyonellerden biri, 1935’te Nürnberg’de Irk Yasaları’nın hazırlanışında önemli pay sahibi olan Wilhelm Stuckart’tı. Diğeri, 20 Temmuz 1944’te Hitler’e suikast planına katılmakla suçlananları, “mahkeme” salonundaki kameralar önünde aşağılayan hâkim; Halk Mahkemesi Başkanı ve III. Reich’ın ateşli savunucusu Roland Freisler’di.   

Stuckart’ın bir özelliği, hukukçuları “dik kafalı ve muhalif” diye niteleyen Hitler’in ve Nazilerin eylemlerini yasal kılıfla sunması için ihtiyaç duyulan bir kamu görevlisi olmasıydı. Hans-Christian Jasch’ın deyişiyle Stuckart, “Nazi devletinin ‘yeni’ memurunun canlı örneğiydi”; parti üyesiydi, SS mensubuydu, devlet bürokrasisinin gücünü arkasına almıştı ve Nazi ideolojisi konusunda uzmandı.

Hitler, 23 Mart 1933’te yaptığı konuşmada, “Yargımız her şeyden önce Volk (halk) topluluğunun korunmasına hizmet etmelidir” diyerek III. Reich’ta yapılacak “hukuk reformunun” ipucunu veriyor. Roland Freisler, bu “reformun” yılmaz bir savunucusu ve uygulayıcısı hâline geliyor kısa sürede. Rachlin, Führer’in istediği itaatkâr ve kendisine tabi rejim memuru yargıç profilinin Freisler’le ete kemiğe büründüğünü anımsatıyor.    

Halk Mahkemesi (Volksgerichtshof) başkanlığı sırasında, daha önce Yüksek Mahkeme’nin (Reichgericht) baktığı “vatana ihanet” ve “devlete ihanet”in yanı sıra “vatana ihanete teşebbüs”, “ulusal savunmayı baltalama” ve “düşmanla işbirliği” davalarında, III. Reich’a coşkulu bağlılığı doğrultusunda kararlara imza atan Freisler, devlet terörünün hukukçu aktörlerinden biri hâline geliyor.

Buna benzer başka örnekler de çıkıyor karşımıza; yargıçlar Hassencamp ve Kessler de tıpkı Freisler gibi yargı eliyle katliama ortak olan iki hukukçuydu. Her ikisi de “Nazi hukuku”nun, “Nazi ahlakı”nın ve “Nazi etiği”nin tavizsiz savunucusuydu ve uygulayıcısıydı.

'ÖZGÜRLEŞMENİN SONU' VE GEÇMİŞLE YÜZLEŞME

Nazi Almanyası’ndaki bir başka nobran eylem, 28 Şubat 1933’te, Reichtag Yangını’ndan bir gün sonra çıkarılan Olağanüstü Hal Kararnamesi’ne (III. Reich’ın anayasası sayılan metne) dayanarak hazırlanan ve 1935’te yürürlüğe giren Irk Yasaları’yla Yahudi hukukçuların tasfiyesine girişilmesiydi. Douglas G. Morris, bu dönemi, 1870’lerden itibaren Yahudilerin mesleğe girmesiyle başlayan zaman diliminin bitişi; “özgürleşmenin sonu” diye niteliyor.

Alman avukatlardan ayrıştırılan ve herhangi bir hukuki gerekçe göstermeksizin tutuklanan, Mart 1933 ile Mayıs 1933 arasında, görev aldıkları tüm kurumlarla ilişiği kesilen, dernekleri kapatılan Yahudi avukatların durumundan bahseden Morris, Nazilerin topluma hızla aşıladığı hukuk dışılığı ortaya koyarken bu tavra ve eylemlere meydan okuyan Hugo Sinzheimer ve Ernst Fraenkel’in adını anmadan geçmiyor.

Nazi Almanyası’nda, 1933’ten itibaren rejimin savunucusu olan pek çok hukukçu eliyle tesis edilen “kanlı adalet”in son aşaması, Nihai Çözüm adı verilen soykırımdı. Nazilerin eylemlerinin, profesyonellerin yardımı ve katkısıyla hukuk dışı kılınması, yol açtığı sonuçlarla yıllarca sürecek tartışmaları beraberinde getirdi, çeşitli yargılamalarda yeniden hatırlandı ve 1933-1945 arasında yaşananlarla yüzleşmenin merkezine alındı.

'Nazi Almanyası’nda Hukuk'u yayına hazırlayan Steinweis ve Rachlin ile birlikte, kitapta yazıları bulunanlar da bu sorgulamaya girişirken geçmişle yüzleşmeye omuz veriyor.