YAZARLAR

Nasıl 'terörist' oldum?

Ayartıcı düşünceler, ne öğrenciliğimde ne sonrasında zihnimden hiç eksik olmadı. Onları söylemekten çekinmedim. Anayasa kürsüsüne asistan olduğum haberini verdiğimde müstehzi biçimde sadece “komünistten anayasacı olmaz” dedi babam. Adımın Resmi Gazete’de “terörle iltisaklı” diye yazıldığını görecek kadar yaşamadı, görse yine müstehzi biçimde “ben demedim mi?” der miydi acaba?

Bilmeyenler için söyleyeyim. O zamanlar yürütme organı olan Bakanlar Kurulu, kamu hukukumuzda ilk defa karşılaştığımız bir kavram olan “terörle iltisaklı” olduğum gerekçesi ile adımı bir olağanüstü hal kanun hükmünde kararnamesi ekli listesine koydu ve 7 Şubat 2017’de kararname Resmi Gazete’de yayımladı. Üzerinden bir yıl geçtikten sonra, 3 Mart 2018’de, yasama organı hiçbir biçimde kanun vasfı taşıyamayan bu ekli listeleri kanun olarak adlandırdı; adım yeniden Resmi Gazete’de yayımladı. Henüz yargı organına ulaşamıyorum, o ortalarda yok. Arada Anayasa Mahkemesi bir görünüp kayboldu. Hayır, terör değil; ifade özgürlüğü, akademik özgürlük gibi hukuki paragraflardan oluşan bir karar verdi. Ama işte o kadar. Olağanüstü hal yürütmesi, olağanüstü hal yasaması karar vermiş ve Olağanüstü Hal İşlemleri İnceleme Komisyonu ölü taklidi yapmayı tercih ederken Anayasa Mahkemesi’nin kararının bir kıymeti harbiyesi yok tabii. Bu durum insanda çok değişik bir ruh hali yaratıyor. Yanlış anlaşılmasın, hukuk devletinden, öngörülebilirlikten, diktatörlük kurumunun tarihsel ve güncel kuruluşunun anayasa hukukundaki konumundan falan bahsetmeyeceğim. Bu yazı kendi üzerine düşünme eyleminin bir ürünü.

AKP Genel Başkanı, Türkiye Varlık Fonu Yönetim Kurulu Başkanı, Anadolu ve Rumeli’de müteahhitlerin, köprü, HES ve madenlerin hükümdarı ve ontik olarak Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan ile İçişleri Bakanı Süleyman Soylu’nun son dönemde hemen her gün, hemen herkesi terörist ilan eden açıklamalarından, hele AKP MKYK üyesi Ömer Çelik’in tuhaf bir lapsus sonucu Türkiye’ye “terör örgütü” demesinden sonra düşünmeye başladığım şeyi yazacağım. Sürekli “terörist” olarak adı geçen ve “terörle iltisaklandırılan” potansiyel olarak memleketimin yarısından çoğunu oluşturan herkesi de şu soru çerçevesinde bir refleksiyona davet ediyorum: Nasıl terörist oldum, daha öncesinde böyle eğilimlerim var mıydı, nedeni ne olabilir?

Kaçınılmaz olarak çocukluğuna gidiyor insan. Babam işçiydi. Annem ise evimizin işlerini yapardı. Buradan başlamak iyi olabilir belki. Babam emekli olduktan sonra bir şeftali bahçesi satın aldı ikramiyesiyle. İlkokula başladığım yıl kırsal faaliyete geçtik. Hem işçi hem köylü bir kökenim var. Kışları kentte okuyor, yazları kırda çalışıyordum. Kent ve kır arasında bu med cezir başlatmış olabilir mi sakıncalı hayatımı? Daha çok sorumluluğu var kır hayatının belki; bir ağacın nasıl büyüdüğünü, ne şartlarda meyve verdiğini ve hayatımızı devam ettirmemizi sağladığını görmek var. Bunu gördükten sonra ağaca, toprağa bağlanmak, ona düşman olanı düşmanın bilmek var. İçime zehri akıtan o canım ağaçlar mı oldu? Siyanür denen zehrin topraklarımızın üzerinde gezmesine izin verenlere bu nedenle düşman olmuştum mutlaka. Çocukluğun kent hayatını da es geçmemek gerek bu med cezir içinde. Aynı pazarda, aynı ürünü satan Kürtler ve diğerleri (Türk, Arnavut, Boşnak…) arasındaki farkı kırdan kente getirdiğimiz ürünü pazarda satarken anlamıştım. Zehir burada mı girdi acaba ruhuma? Farklı dillerde söylenen şarkılardan duyulan hazzın engellenemez arzusu. Belki de.

Ama asıl sorumlu mutlaka okul olmalı. Okumayı öğrendiğim, kırmızı kurdelenin takıldığı, gördüğüm bütün tabelaları eksiksiz okumaya çalışarak kutladığım o günün verdiği haz. Sonrasında tabelalardan yaşımdan büyük kitaplara doğru ani geçiş. Mutlaka bunun bir payı olmalı. Bu da mı ailemden geliyor acaba? Boşnakça konuşabileceği birini bulduğunda neşesinden gözleri dolardı babaannemin. -Neşesinden mi acaba?-  Okula gitmemiş ama okumayı öğrenmişti, eski gazeteler dahil olmak üzere bulduğu her şeyi okurdu. Birlikte kaldığımız bir gecenin sabahında, “Memo’yu öldürdüler” dedi. Ağrı Dağı Efsanesi’ni okumuş yatağımın yanından alıp. Adalet arzusu denen zehri Yaşar Kemal mi boşalttı tenimden içeri, babaannem mi?

Okula dönmeli, belli ki okulda oldu, ne olduysa. İzmir Atatürk Lisesi’ne kaydolmaya annem götürdü. Kayıtta sıraya girdik, kayıt için istenen para yoktu annemin üzerinde. Ama kayıt için zaten para alınmamalıydı. Çalışmıştım, hakkımla kazanmıştım, paralı okula gitmiyordum. Daha ilk günden kavga yani. “Eğitim haktır satılamaz”. O ‘sticker’ları hazırlayıp okulun tuvaletine yapıştırdığımız günün verdiği tatmini nasıl unutabilirim? Sanırım terörist olduğumu düşünen ilk kişi okulun müdürüydü. Ama ne talihsiz ki sticker'ları yapıştıranlar içinde olduğumu bilmiyordu. Öğrenemedi de. Fakat ben onun hukuksuz kayıt parası topladığını, veremeyenlerin kaydını yapmadığını biliyordum. Okulda Çığ adlı bir dergi çıkardığımızda muhtemelen o da başka şeyler öğrenmiştir. Kapağında Cemal Süreya’nın Dilekçe şiirinin olduğu dergiyi götürdüğümüzde bağırıp kovmuştu bizi odasından. Olsun, okulun, kamunun parasını doğru bir yere harcadığımızı biliyorduk. Kendi emeğimizle üretmiştik. Var olsunlar, öğretmenlerimizin çoğu da biliyordu. Büyük kapılı ve geniş makamlı birine attığı ilk goldü bizim takımın, ciddi bir haz verdi. Özgürlüğün somut bir varlık kazanması gibi bir şeydi. Bu hissi kısa bir süre sonra 1 Mayıs’ta, mahalleden arkadaşlarla meydana yürürken Timur Selçuk’un sesinden İşçi Marşı’nı duyunca yaşadığım ürpermede tekrar duydum. Özgürlük, ürpertici derecede güzel, ayartıcı...

Bir erkek kaç yaşında olursa olsun, kendi üzerine düşünmenin sonunda mutlaka babasını sorumlu olarak buluyor karşısında sanırım. Her şeyi gördüğü belliydi, annemin çantamı yıkarken çıkarıp babama verdiği dergileri okuduktan sonra sen komünist misin dedi, sesi yükselerek. Evet deyince, sesi daha da yükseldi. Baba parasıyla komünistlik olmaz, dedi sadece. Sesinin oğluna karşı ilk ve son yükselmesiydi. Ortaokulda niyetlendiğim Mülkiye’ye girmemi içten içe istemedi. Mülkiye’nin kapısına ise o götürdü beni. Kapıda verdiği tavsiye, onun ömür boyunca annem ile birlikte bizi yetiştirmek için yaptığı şeydi: “Kimse önünde eğilip bükülme, hak etmediğin hiçbir şeyi isteme ve en küçük darbede kırılacak kadar sert olma.” O kapıdan girdikten sonra, uzun bir süre çıkmadım. Ayartıcı düşünceler, ne öğrenciliğimde ne sonrasında zihnimden hiç eksik olmadı. Onları söylemekten çekinmedim. Anayasa kürsüsüne asistan olduğum haberini verdiğimde müstehzi biçimde sadece “komünistten anayasacı olmaz” dedi babam. Adımın Resmi Gazete’de “terörle iltisaklı” diye yazıldığını görecek kadar yaşamadı, görse yine müstehzi biçimde “ben demedim mi?” der miydi acaba? Toprak incitmesin; ruhuma neşeyi, özsaygıyı eken babamı.

Bundan beş yıl önce, Türkiye’de onlarca yurttaşın yaşamını kaybetmesine yol açan, ilan edilen sokağa çıkma yasaklarında insan bedenlerinin günlerce yerlerde kaldığı çatışmaların sonlanmasını, barışı talep eden “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisine imza atan bütün akademisyenler gibi “terörist” ilan edildim. Arkadaşlarımla birlikte odasına gittiğimiz dönemin dekanından imzamızı çekmemiz durumunda terörist sayılmayacağımıza ilişkin ahlaksız telkinler duydum. Üniversiteye karşı bizzat üniversitenin rektörü İbiş tarafından girişilen her türlü saldırıya direnmek için örgütlü bir çabanın içinde oldum. Bundan dört yıl önce, İbiş tarafından gönderilen listeler marifetiyle onlarca hocam ve arkadaşımla birlikte Bakanlar Kurulu tarafından terörle iltisaklı ilan edilerek yirmi yıl önce girdiğim kapıdan kovuldum. Lise müdürünün kapsından kovulurken yaşadığım duygu sızdı içime ihraç haberini aldığımda. Doğru yapmıştık, bizleri kovanlar dahil herkes biliyordu bunu. Kamunun, yoksul halkımızın bizler için harcadıklarının karşılığını, akademik özgürlükten doğan sorumluluğumuzu yerine getirmeye çalışmanın verdiği tatmin hâlâ taze. Daha doğrusu, kayyım rektör istemiyoruz diyerek şarkılar söyleyen, özgürlük ve neşeyi çoğaltan binlerce öğrenci tarafından tazeleniyor. Çiçekleniyor.

Bu pek kişisel yazıyı yayımlanmak üzere gönderme cesareti bulmamın nedeni, hikayemin hiç de kişisel olmadığını bilmem. Toprağını, suyunu, ağacını savunan; emeğinin karşılığını isteyen, gazeteciliğin, akademisyenliğin, mesleğinin kamusal sorumluluğunu taşıyan, rüşvete ve kayırmacılığa, eşitsizliğe karşı sesini çıkaran milyonlarca yurttaşın ortak hikayesi…

Nasıl “terörist” olduğuma ilişkin kişisel hayatımda bulabildiklerim bunlar. Beni terörist ilan edenler, adımı Resmi Gazete’de iki defa yayımlayanlar, bunu neye dayanarak yaptıklarını hâlâ söylemediler, bir gün söyleyeceklerini umuyorum.

 

 


Dinçer Demirkent Kimdir?

1983 İzmir doğumludur. Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Anayasa Kürsüsü’nde çalışmakta iken 7 Şubat 2017’de KHK ile ihraç edildi. Doktora derecesini aynı fakülteden, “Türkiye’nin Anayasal Düzeninde Cumhuriyetin İki Kuruluşu ve Dinamik Cumhuriyet Kavramı” başlıklı tezi ile almıştır. Doktora tezinden üretilmiş, Bir Devlet İki Cumhuriyet adlı kitabı Ayrıntı Yayınları’ndan, Murat Sevinç ile birlikte kaleme aldıkları Kuruluşun İhmal Edilmiş İstisnası kitabı İletişim Yayınları’ndan basılmıştır. Anayasa tarihi, cumhuriyetçilik, kurucu iktidar, siyasal temsil konuları üzerine çalışmalarını sürdürmektedir. Ayrıntı Dergi ve Mülkiye Dergisi yayın kurulu üyesidir; 2018-2021 yılları arasında Mülkiyeliler Birliği Genel Başkanı olarak görev yapmıştır. İnsan Hakları Okulu Derneği'nde akademik koordinatörlük görevini sürdürmektedir. Çeşitli dergilerde yazmaya, dersler hazırlamaya devam etmektedir.