Narin Güran cinayeti: Bildiğimiz tek bir şey var, Narin artık yok!

Medyanın asli görevi toplumu doğru bilgilendirmek, kamuoyunun gerçekleri öğrenmesini sağlamak olmalıdır. Narin Güran cinayetinde gördüğümüz, habercilikten ziyade sosyal medya fenomenliği yarışı oldu.

Fotoğraf: AA
Google Haberlere Abone ol

Narin Güran’ın kayboluşu ve ardından cesedinin Eğertutmaz Deresi’nde bir çuval içinde bulunması, Türkiye’nin hafızasına kazınan en trajik olaylardan biri oldu. 21 Ağustos 2024’te kaybolduğu duyurulan 8 yaşındaki çocuğun cansız bedeni 8 Eylül’de bulundu. Adli Tıp Kurumu’nun raporu, Narin’in “ağız burun kapanması ve boyuna baskı sonucu oksijensiz bırakılmasına bağlı olarak” yaşamını yitirdiğini ortaya koydu. Ancak bu dava, sadece bir cinayet vakası olarak kalmadı; medya ve adalet sisteminin farklı bir boyutunu gözler önüne seren bir sürece dönüştü.

Diyarbakır 8. Ağır Ceza Mahkemesi, 28 Aralık 2024’te Narin’in annesi Yüksel Güran, amcası Salim Güran ve ağabeyi Enes Güran’ı “iştirak halinde kasten öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasına çarptırdı. Cesedi dere yatağına saklayan Nevzat Bahtiyar ise 4 yıl 6 ay hapis cezası aldı. Fakat bu süreçte cinayetle ilgili net bir itiraf çıkmadı. Sadece Nevzat Bahtiyar, cesedi sakladığını kabul etti. Ne cinayetin faili kesinleşti ne de gerçek nedenler aydınlatılabildi. Tüm bunlar kamuoyunda büyük bir bilgi kirliliğine neden oldu.

Mahkeme sürecinde birçok soru yanıtsız kaldı. Cinayetin nasıl ve neden işlendiğine dair tatmin edici bir açıklama gelmedi. Sanıkların ifadeleri çelişkilerle doluydu, ancak suçluluğun kesin delillere dayandırıldığı söylenemezdi. Türkiye’de ceza yargılamasında en önemli prensiplerden biri olan “kesin ve şüpheden uzak delil” ilkesi bu davada ne kadar sağlandı? Kamuoyunun büyük bir kısmı verilen cezaların adil olup olmadığı konusunda ikiye bölündü. Adalet sistemi, basının ve sosyal medyanın baskısı altında mı kaldı? Bu sorular cevapsız kalırken, medya bu sürecin en büyük aktörü haline geldi.

MEDYANIN ROLÜ: GAZETECİLİK Mİ, POPÜLERLİK YARIŞI MI?

Bu dava, basının etik değerlerini nasıl yitirdiğini gözler önüne serdi. Olayın duyulmasından itibaren gazeteler, televizyonlar ve sosyal medya bu trajediyi gündemden düşürmedi. Ancak mesele adalet arayışı değil, bir tür reyting savaşına dönüştü. Herkesin kendi teorisini oluşturduğu, medyanın sorumluluğunu bir kenara bırakıp spekülasyonlarla gündemi doldurduğu bir süreç yaşandı.

Sosyal medyada ve haber programlarında her gün yeni iddialar ortaya atıldı. Aile suçlandı, Nevzat Bahtiyar hedef gösterildi. Oysa ne maddi deliller ne de kesin kanıtlar vardı. Buna rağmen herkesin bir katili, bir masumu vardı. Medyanın etik kurallarını göz ardı etmesi, haberciliğin gerçekleri ortaya çıkarmak yerine, olayın popülerliğinden faydalanmayı tercih etmesi, basın tarihine kara bir leke olarak geçti.

Gizli kalması gereken ifade tutanakları medyada çarşaf çarşaf yayınlandı. Sanıkların ifadeleri basında çıkan haberlere göre değişiklik gösterdi. Bu durum hukuki sürecin sağlıklı işlemesini engellediği gibi, toplumun algısını da yönlendirdi. Mahkeme sürecinde delil niteliği taşımayan iddialar ve sansasyonel haberler, davayı bir hukuk mücadelesinden çok medya savaşına dönüştürdü. Bir kesim aileyi suçladı, bir kesim Nevzat Bahtiyar'ı… Ancak tüm bu süreçte cinayeti kimin işlediğine dair kesin bir delil bulunamadı. Sonuçta ortaya gerekçesi olmayan bir gerekçeli karar çıktı. Katil hala yok. Peki neden yok? Kim?

Birçok gazeteci olay üzerinden kendi popülerliğini artırmaya çalıştı. Suçlamalar havada uçuştu, habercilik yerine kişisel polemikler ön plana çıktı. Gazetecilerin birbirlerini etik dışı davranışlarla suçlaması, basının içindeki çürümüşlüğü ortaya koydu. Sonuç olarak, bu olay bir cinayetin ötesine geçerek, Türkiye’de basın ahlakının sorgulandığı bir sürece dönüştü.

Gazetecilik, sorular sormak ve gerçekleri ortaya çıkarmak üzerine kuruludur. Ancak bu davada medya, haberin peşinde koşmak yerine reytingin peşinde koşmayı tercih etti. Kanıtlardan ziyade tahminler ön plana çıktı, analizlerden çok duygusal ve öfkeli yorumlar sosyal medyayı doldurdu. Medyanın asli görevi, toplumu doğru bilgilendirmek ve kamuoyunun gerçekleri öğrenmesini sağlamak olmalıdır. Oysa Narin Güran cinayetinde gördüğümüz, habercilikten ziyade sosyal medya fenomenliği yarışı oldu.

BİLİNMEZLER İÇİNDE KAYBOLAN GERÇEKLER

Olayın üzerinden aylar geçmesine rağmen hâlâ pek çok bilinmeyen var. Cinayeti kimin işlediği, neden işlendiği gibi temel sorular cevapsız kaldı. Ancak medya durmaksızın tartışmaya devam etti. Gerçekler yerine komplo teorileri üretildi, kamuoyu farklı senaryolarla yönlendirildi. 

Bu süreç, sadece hukukun değil, medyanın sorumluluklarını yerine getirmedeki eksikliklerini de ortaya çıkardı. Cinayet tam anlamıyla aydınlatılamadı, basın etik sınırlarını çiğnedi, kamuoyu yanlış yönlendirildi. Medyanın, sorumlu habercilik yaparak gerçeği araştırmak yerine senaryolarla reyting peşine düşmesi, Türkiye’de basın özgürlüğünün farklı bir boyutunu gün yüzüne çıkardı. 

Daha da vahim olanı, bu olayın artık toplumsal hafızada bir adalet mücadelesi değil, bir medya skandalı olarak yer edinmesi. Peki, gerçekten adalet sağlandı mı? Ya da toplum, bu sürecin sonunda ne kazandı, ne kaybetti? Medya, kamusal sorumluluğunu yerine getirdi mi, yoksa sadece ilgi çekici başlıklarla gündem mi oluşturdu? Hukuk sistemi, delillere dayanarak mı karar verdi, yoksa sosyal medyanın yönlendirmesiyle mi bir sonuca ulaştı?

Ancak bizlerin üzerinde düşünmesi gereken asıl konu, bu olaydan ne öğrendiğimizdir. Medya bu vakadan bir ders çıkardı mı? Yoksa benzer trajedilerde aynı hataları tekrar mı edeceğiz? Gerçek adalet sağlandı mı? Habercilik doğru yapıldı mı? Haber yapma sorumluluğu taşıyan herkesin bu sorulara yanıt araması gerekiyor. 

Bu kadar bilinmeyenin içinde bildiğimiz tek bir şey var; Narin artık yok!

Saygıyla, onurla, yürekle…