Müziğin yeni 'sosyal' sahnesi

Gelinen nokta üretim-tüketim ilişkilerinde sistemin sürmesi için birinin kullanım süresi dolmadan yenisinin üretilmesini zorunlu kılıyor. Müzikte akışın devam etmesi için sürekli güncelleme gerekiyor.

Google Haberlere Abone ol

Eğer müziği sadece bir eğlence aracı olarak değil, bir tepkinin tezahürü olarak da ele alırsak, dinlediğimiz melodinin, sesin gündelik hayatta neye karşılık geldiğini de anlayabiliriz. Hem politik ya da toplumsal olanı hem de sıradan hayatlarımızın irili ufaklı meselelerini, insana dair tüm duyguları buluruz müzikte. Elbette bunlardan fazlasını da.

Müzik, tarihi boyunca büyük sarsıntıların, dönüşümlerin izlerini de sırtlanarak ulaştı bugünlere. 1. Dünya Savaşı’nın, Büyük Buhran döneminin, 2. Dünya Savaşı’nın ve yaşanan ekonomik krizlerin yarattığı psikolojik çöküntülerin her biri, müzikte büyük kırılmalara neden oldu. 1929 yılında ABD’de yaşanan büyük ekonomik kriz diğer ülkeleri de doğrudan etkilemişti. 1930’larda plak sektörü ciddi yaralar almış, satışlar düşmüş, çok az plak şirketi ayakta kalabilmişti. Ancak bu dönemden hemen önce, 1925 yılında elektrikli kayıt cihazının gelişmesi sayesinde ses kayıt tarihi açısından devrim sayılabilecek bir gelişme yaşanmıştı. Çünkü elektrikli kayıt, farklı melodilerin, yöresel seslerin kaydedilmesi açısından büyük bir olanak sunmuştu. Özellikle liman kentlerinin kenar mahallelerinde, varoşlarda yaşayan farklı kültürlerin, göçle gelenlerin sesleri bambaşka bir ritimle yükseliyordu artık. İşsizliğin, yoksulluğun, eşitsizliğin haykırışı taşıyordu onların sözlerinde. “Bir halkın veya hareketin politik olarak teşekkül etmeden önce müzikal olarak oluştuğu”nu söyleyen Michael Denning’in saptaması, müziğin sadece dinlenip geçilecek bir şey olmadığının da altını çiziyor. Bu büyük çöküş, işte o çok sesli müzik türlerinin kayıt altına alınmasıyla şekillendi.* New Orleans cazı, Beunos Aires tangosu, Swing gibi müzik türleri yayılmaya başladı. Mesela 1930’lu yıllarda Amerikan Hot Swing Avrupa’da çok popülerleşmiş, Andy Bennet’e göre bu müzik özellikle Almanya’da otoriteye karşı direnmenin sembolü olmuştu.

Dönemin en önemli dinleme araçlarından biri olan radyo ve bozuk parayla çalışan müzik kutuları o günkü karanlık havayı bir nebze de olsa dağıtacaktı. Büyük buhranın yarattığı yıkımı dans ederek, müzik dinleyerek atlatmaya çalışan büyük bir kitle vardı. Jukebox denilen müzik -ya da dans- kutusu büyük bir popülarite kazandı ve yaklaşık otuz yıl altın çağını yaşadı. Bu süreçte şekli şemali de yeni tasarımlarla parladı, kayıt arşivi de zaman içinde epey genişledi. İşin özü, tüm dünya onunla dans etti, kiminin isyanına kiminin hüznüne kiminin de anlık sevinçlerine eşlik etti bu müzik makineleri. 1934 yılına gelindiğinde, küçülmüş olan müzik endüstrisi krizden sıyrılmış, güçlü bir şekilde ayağa kalkmıştı. Bu büyük bunalım, beraberinde başka imkânların doğmasını sağlamış, yeniliklerin kapısını aralamıştı.

Ardından 2. Dünya Savaşı’nın patlak vermesi her alanda olduğu gibi müzikte de yeni krizleri beraberinde getirdi. Getirdi de, insanın müziğe olan ihtiyacı azalmadı, aksine, daha da önem kazandı. Müzik, savaşların, krizlerin etkisiyle gücünü yitirmiyor; her krizden dönüşerek, geleceğin sesini de içinde taşıyarak çıkıyor. Bu dönmede, tüketim endüstrisinin büyümesine yönelik çalışmalar ve genç kuşağı pazar olarak gören bir anlayış kendini gösterse de, karşı kültürün dinamikleri de oluşmuştu. Genç kuşak daha politik, otorite karşıtı bir tavır içindeydi.

Ve artık isyan zamanıydı. Gençlik başkaldırmış, öğrenci hareketi sokaklara taşmış, kadınlar, işçiler, siyahiler, barış, özgürlük ve eşitlik isteyenler isyan etmişti. Kısa sürede tüm dünyayı sarsacaktı 68 kuşağı. Bu isyana rock müzik eşlik etmiş, gençlerin ayaklanmasının sesi olmuştu. Bir karşıt kültür, hem müziği hem edebiyatıyla o döneme damgasını vurmuştu.  

BİR TAKIM SORULAR…

Sonraki yıllarda da müzik, gelecekte olacakların nüvesini içinde taşıyarak gelişti. Dinleme araçlarından müziğin üretim ve tüketilmesine değin her şey, içinde değişimi, dönüşümü taşıyarak geldi. 1970’lerin sonlarında analog synithesizer’dan (sentezleyici) dijital synithesizer’a geçilmesi müzikte önemli bir dalgalanmaya sebep oldu. Özellikle 80’lerde popüler müzikte yaygın olarak kullanılan synithesizer elektronik müziği başlatan unsurlardan biriydi. 2000’ler, küreselleşme, internet teknolojisi derken hem zaman ve mekân algımız farklı boyutlar kazandı, hem de gençlik altkültürleri bu bağlamda yeni anlamlar kazandı. Müzik de tıpkı hayatlarımız gibi baş döndürücü bir hızla, neredeyse tamamen dijital sisteme evrildi. Doğayla ilişkinin büyük oranda koptuğu bu süreçte, internet teknolojisi hayatımızın odak noktası oldu. Özellikle iki yılı aşkın bir süre boyunca tüm dünyanın büyük bir kapanma yaşadığı salgın döneminde, insanlık bambaşka bir yola girdi. Artık mekânlar azaldı, daraldı, zamanın akış hızı arttı. Bu durum, zaman ile mekân arasındaki bağlantının büyük oranda kopmasına neden oldu. Daha doğrusu, sanal alem yeni mekânımız haline gelmeye başladı. Bu yeni kültürel ve sosyal ortam, zaman ve mekân algımızda farklı boyutlar yarattığı gibi,  edindiğimiz birçok alışkanlığın pratiğini de radikal şekilde değiştirdi. Zaten kayıtlı müzik endüstrisinin, geleneksel yöntemlerin terkedilmesi, müziğin dijitalleşmesi uzun zamandır müziğin üretim, paylaşım, dağıtım ve tüketim yöntemlerini de yeniden şekillendirmişti.  Müzikal form olarak fiziki albümün önemini yitirmesi, bütüncül anlayışın kaybolması, tekli çalışmaların öne çıkması yeni değil kuşkusuz. Bütüncül anlayışın parçalanması salt müzikle de sınırlı değil, hayatın her alanına yansımış durumda. Her şeyin çok hızlı bir şekilde değişmesi ve değişimin bir süreklilik halinde olması, bulunduğumuz dönemin ve geleceğin ideolojisini de içinde barındırıyor. Kuşkusuz her şeyin mikro düzeyde parçalara ayrılmasının politik, toplumsal, düşünsel temeli de var. Yeni bir “yaşam kipi”nin ve “düşünsel evren”in tezahürü olarak da değerlendirilebilecek bu postmodern sürecin sanata, siyasete, toplumsal yapılara olan etkisinde yapıbozum anlayışının önemli bir unsur olduğu da söylenebilir. Parçalayıp yeniden yapma edimi sürekli bir değişkenliği de beraberinde getiriyor. Belki buna akışkanlık demek daha doğru olabilir. Dolayısıyla hayatımız hiç olmadığı kadar parçalı ve akışkan artık. Müzik de öyle. Bugün teknolojinin sınırsız vaadiyle bize sunulan seçeneklerin çokluğu, hayatımıza, aynı zamanda bir özgürlük olarak da yansıyor. Peki, seçeneklerin bunca çoğalması, binlerce, milyonlarca veriden istediğimizi seçebilecek durumda olmamız gerçekten de bizi özgür mü kılıyor? Mesela, internetin, yeni medyanın müzisyene sağladığı geniş olanaklar, gerçekten de bağımsız müziğin sesinin duyulmasına her zamankinden daha fazla mı katkı sunuyor? Ya da soruyu şöyle sorabiliriz: Bağımsız müzik, sistemden bağımsız mı?

Her dönem kendi koşullarını ve sistemini yaratıyor. Hem de, en özgür olduğumuzu sandığımız anlarda bile. Ya da böyle sanmamız, bizim bu şekilde düşünmemize neden olacak alanların yaratılması ve sunulması sayesinde oluyor. Seçtiğinizi sandığınız şey, sayılarla, algoritmalarla, kullanıcı veri analitiğiyle ya da dijital platformlarda yer alan müzik listeleriyle mi belirleniyor? O halde bir soru daha soralım: Gerçekten seçiyor muyuz, yoksa seçiliyor muyuz?

Ancak, bu dönemin göz ardı edemeyeceğimiz en büyük getirisi merkezin parçalanması, artık tek bir merkezin olmaması. Bu, müzisyenin bir otoriteye bağlı kalmadan alternatifleri değerlendirebilmesi açısından önemli. Artık müzik yapma ve yayınlama araçlarına sahip olanların bu anlamda seçenekleri epey fazla.

‘SOSYAL MEDYA PAZARI…’

Dijital platformların çoğalması, isimsiz birçok müzisyene kapı aralanmasına, onların da yaygınlaşabileceği alanlar oluşmasına imkân sağlıyor. Özellikle sosyal medya, müzisyenlerin adını duyurmasında önemli bir mecra. Ancak bu sistemin de kendi koşullarını, kendi pazarını yarattığını söylemek gerek. Bir müzisyenin yaptığı şarkı, bugünkü sistemin içinde yer alan, milyonlarca dinleyicinin takip ettiği dijital platformlardaki listelere giremediğinde görünürlüğü azalıyor. Eğer birden fazla listeye girebilirse, dinlenme oranının ciddi biçimde artması işten bile değil. Bununla da bitmiyor. Bu çoklu ortamda kaybolmamak için süreklilik gerekiyor. Uzun aralar yerine kısa aralıklarla şarkı yayınlamak, bu hızlı akışın içinde yok olup gitmemenin olmazsa olmazı. Gelinen nokta, üretim-tüketim ilişkilerinde sistemin devam etmesi için henüz birinin kullanım süresi dolmadan yenisinin üretilmesini zorunlu kılıyor. Müzikte de akışın devam etmesi için sürekli güncelleme gerekiyor. Bu, müzisyenler için önemli bir baskı unsuru. Üstelik zamanın akış hızının artması, odaklanma süresinin azalması, neredeyse sınırsız sayıdaki şarkıya ulaşabilme kolaylığı ve bir şarkıdan diğerine hızlı bir şekilde geçebilme imkânı, şarkı sürelerinin de kısalmasına neden oldu.  

Peki, gelecekte nasıl bir müzik bekliyor bizi? Bunun şu an için net bir cevabı yok. Belki bugüne bakarak yakın gelecek için bazı tahminlerde bulunabiliriz. Doğal ve güçlü ses üreten ses sentezleyiciler (akustik enstrümanların seslerini dijitalde yeniden yaratan ses örnekleyiciler) epeydir kullanılmasına rağmen bunun çok daha ileri bir boyuta taşınması uzak bir ihtimal değil. Yapay zekâ teknolojisinin gelişmesi sayesinde isteyen herkesin müzik yapma olanağına sahip olacağını söylemek sürpriz olmayacaktır. Bu aşamada, yapay zekânın tıpkı şiir yazdığı gibi şarkı sözü yazamayacağını hatta gerçek insan sesini çıkaramayacağını iddia edemeyiz. Ki yapay zekâ yazılımıyla şimdiden bir albüm yapıldığını da biliyoruz. Ayrıca, fiziki enstrümanların kullanımının azalacağını da pekâlâ söyleyebiliriz. Üstelik, yeni nesil ses sentezleri için çok daha gelişmiş yazılımların yapıldığından söz edilmeye, insana dair beceriler yerine başka bir gerçekliğin programları şimdiden önümüze serilmeye başlandı bile.   

 *https://www.e-skop.com/skopbulten/baskaldiran-sesler/4091