Mustafa Çağlar Atmaca: Robotlarla ‘teknolojik cennete’ erişmeyeceğiz

Mustafa Çağlar Atmaca’yla, Julie Shah ve Laura Major’ın ‘Robotları Beklerken Neler Olacak?’ kitabını konuştuk. Atmaca, "Robotların insanlaşmasındansa insanların robot haline gelme tehlikesi var" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Yıllar önce bilim kurgu filmlerin öznesi olan robotlar bugün ise hayatlarımızın neredeyse her yerinde. Fabrikalardan çıkarak yaşam alanlarımıza, hatta siyaset sahnesine giren robot örnekleri çoğalıyor. Son olarak, ‘robot sanatçı’ olarak bilinen Ai-Da İngiltere Parlamentosu'nu ziyaret etti.

Gitgide hayatımıza daha fazla etki eden robotlarla ilgili tartışmalar da hızla devam ediyor. MIT Havacılık ve Uzay Bilimleri bölümü akademisyenlerinden Julie Shah ve otonom araçlar üreten mühendislik ekibine liderlik eden Laura Major, 'Robotları Beklerken Neler Olacak?: İnsan Robot- İş Birliğinin Geleceği' isimli bir kitap kaleme aldı. Melis Zeren’in çevirisiyle Timaş Yayınları aracılığıyla okurla buluşan kitapta, yarının robotlarını nasıl tasarlamamız gerektiğine ve onlarla gündelik hayatımızı, şehirlerimizi nasıl paylaşacağımıza dair tavsiyeler bulunuyor. Yazarlar Shah ve Major’ün iddiası, yeni nesil robotların kendi yapay zekalarıyla geleceği ve kendi kararlarını veren sosyal varlıklar olacakları yönünde.

Bilim insanları Shah ve Major’ın kitabının argümanlarını ve bunun özgürleştirme(me) potansiyelini Textum Dergisi editörlerinden, siyaset bilimi araştırmacısı Mustafa Çağlar Atmaca ile konuştuk.

Mustafa Çağlar Atmaca

Kitabı konuşmaya nereden başlamalıyız? Kitaba dair izlenimleriniz neler?

Kitaba dair temel bir sıkıntıdan bahsederek başlayabiliriz. Günümüzde insanların teknolojiye yaklaşımlarının taşıdığı temel bir sıkıntıyı kitabın yazarları da taşıyor. Bu da, teknolojiyi fetiş bir nesne olarak düşünmek. Konuyu anlamak için Homo-Sapiens haline gelişimize kadar gidebiliriz. Burada kastım, insan kendisini, kendisiyle birlikte çevresini değiştirip dönüştürürken daima alet kullanıyordu. Örneğin, Afrika’daki yeni bir fosil buluntusuna göre, homininiler başparmağının kavrama yetisinden önce alet kullanma yetisine sahiptiler. Yani teknoloji hiçbir zaman insana dışsal, insanın hayatına müdahale eden bir unsur olarak bulunmuyordu. Teknoloji bu anlamıyla insan olmanın neredeyse karakteristik özelliklerinden bir tanesi.

Spinoza’nın tabiriyle “insanı krallık içinde krallık” gibi gören, insan merkezli (antroposentrik) bir bakış açısının bir tür krizi ve kusuru bu. Yazarların bu kusuru paylaştığını görüyorum. Teknolojiyi, robotları ve robotların gelişimini insan ilişkilerine dışsal, insanların kendilerini buna hazırlaması gereken bir “şey” gibi kavrayan düşünce, kitabın en temel sıkıntılarından biri. Yakın zamanda kaybettiğimiz Fransız düşünür Bruno Latour’un doğa hakkında söylediği şeyi kabaca teknoloji için söyleyecek olursam, biz teknoloji üretmiyoruz; biz kendini üreten teknolojiyiz. Teknolojiyle kurduğumuz ilişki bu içkinliği sağlamalı.

Kullandığınız “içkinleşme” ifadesini açabilir misiniz? “İçkinleştirme” anlatısı yok mu kitapta peki?

Bizi yabancılaştıran aletler de bize içkin. O anlamıyla “içkin değil” demeyeceğim. Ancak bu içkinliğin alet kullanımının motivasyonu bize yabancı. Örneğin, fabrikadaki işçi makine kullanıyor ve bir süre sonra elleri o makinenin parçası, işçinin organı olmaya başlıyor. Başka organlar köreliyor. Günümüz alet kullanımının kendisi olumsuz bir içkinlik taşıyor.

‘ROBOT: MEKANİK İŞÇİ, KÖLE İŞÇİ DEMEK’

Robotlar çok uzun zamandır hayatımızda ve belki robot olduğunun farkında bile olmadığımız robotlar var. Kitaptaki veriye göre, dünyada 1.7 milyon endüstriyel robot var. Neden robotlara “ihtiyaç” duyulur?

İnsanın bütün yaratıcılığını biraz sonra söyleyeceğim ekonomik ilişkilere indirgiyor değilim. Sanat veya başka zihinsel insan ürünlerinin hepsinin arkasındaki temel motivasyonun kapitalizm ve üretim ilişkileri olduğunu söyleyecek değilim. Ancak “robot” kelimesinin kökenine baktığımız zaman - Çek yazar Karel Çapek’in Rossom’un Evrensel Robotları tiyatro oyunundan türeyen bir kavram bu - anlamının “mekanik işçi, köle işçi” demek olduğunu görüyoruz. Bunun ötesinde makinelerin çok modern bir olgu olduğunu da söyleyemeyiz. İlkel diyebileceğimiz robotlar da, Da Vinci’nin, el Cezerî’nin makineleri de eskiden beri vardı. Çünkü bu, insanın çevresindeki aletlerle kurduğu ilişkiyle başlayan bir süreç. Robotlar, yapay zekâ, endüstri 4.0 vs. teknolojinin 2020’lerde aldığı güncel biçimi olabilir en fazla.

Ancak soruyu Marx’a dönerek cevaplamak zorundayım. Kabaca, bu gelişmenin arkasındaki temel motivasyonun göreli artık değeri artırmak olduğunu düşünüyorum. Bunu artırmanın araçlarından birisi olarak robotlar da bu sürecin bir parçası. Üretim sürecinde artık değer elde etmenin iki yolu var. Birisi mutlak artı değer diğeri göreli artık değer. Mutlak artık değerde işçilerin çalışma süresini artırmak zorundasınız, işçiler daha fazla çalışmalı. Ancak bunu yapmanın bir sınırı var: Günün ve insan bedeninin sınırları. Bir de göreli artık değer var; çalışma saatleri sabit kalsa ve hatta kısalsa da işçilerin çalışma süresindeki verimliliği artırmak. Dolayısıyla robotların devreye girdiği yer esasen burası. Kelime itibariyle de mekanik işçi, köle işçi denmesi böyle bir yere tekabül ediyor. Teknolojinin gelişiminde insana dair, insanın yaratıcılık meziyetleri ve kapasitesi ile ilgili bir motivasyon da var ama bu unsur da üretim süreçlerinde “artı değer” yaratma motivasyonuyla işliyor. Robotların günümüzde geldiği noktada insanı hakikaten işten, işin angaryasında özgürleştirme potansiyeli varsa bile bu mevcut üretim ilişkileri bağlamında kaldığı ölçüde en fazla göreli artık değeri artırmak gibi bir işe yarıyor.

‘ROBOTLARIN GELMESİYLE HEMEN BİR CENNETE ERİŞMEDİK, ERİŞMEYECEĞİZ’

Kitabın adı 'Robotları Beklerken Neler Olacak?'. Biz, 'hangi robotları' bekliyoruz?

“Bekleme” sözcüğüne takılıyorum burada. Bekleyen öznenin kim olduğu önemli. Soru bu haliyle bütün bir insanlığı içine alıyor. Ben mevcut üretim ilişkileri bağlamında tek, büyük harfli bir ‘İNSAN’ olduğunu düşünmüyorum. Büyük harfli bir insan derken, ne demeye çalışıyorum? Şu an itibariyle teknolojinin, üretim araçlarının geldiği noktada halihazırda bütün insanları işten özgürleştirecek bir maddi altyapıya sahibiz neredeyse. Şu an itibariyle bütün fabrikalar robotlaştırılabilir. Bence günümüzde insanı işin angaryasından özgürleştirme teknolojik kapasitesine zaten sahibiz. Sorun bunun neden hala gerçekleşmiyor oluşu. Bu yine bizi “bekleyen kim?” sorusuna götürüyor.

Frank Herbert’ın 'Dune’unda geçen bir söz vardı: “İnsanlar bir zaman kendilerini özgürleştireceği umuduyla düşüncelerini makinelere teslim ettiler ama bu sadece, makinesi olan diğer insanların onları köleleştirmesine yol açtı.” Robotların gelmesiyle hemen bir cennete erişemeyeceğiz, erişmedik. Birileri robotların sahibi olmaya, onları üretmeye devam edecek. Elon Musk, Jeff Bezos gibi tekno-feodal diyebileceğimiz insanlar üretiyor bu robotları. En son Elon Musk’ın bir robotu çıktı. Yürüyen bir savaş makinesi. Bir yandan bu robotlar endüstriyel üretim faaliyetini gerçekleştirebilecek robotlar ama Musk örneğine baktığımızda bunlar kısa vadede bizi işten özgürleştirecek amaçlara seferber edileceklermiş gibi gözükmüyor. Çünkü kriz hâlâ çözülemedi. Emek-sermaye çelişkisi çözülemediği sürece tek başına hangi robotu beklersek bekleyelim, bu insanları özgürleştirici bir etki yaratmayacak.

Söylediğinize en yakın cevap veren nokta kitapta, “fabrikalara robot koyamazlar çünkü robotların dilini tam anlamıyla bilmiyoruz ve bu riskli” şeklinde yer alıyor. Bu riski “tasarım odaklı” bir hattan azaltacak şekilde robot yetiştirmeyi öneriyorlar. Ancak bunu sadece endüstriyel tasarım odaklı bir yerden kurgulanması çok sınırlı değil mi?

Kesinlikle çok sınırlı. Bu, insan-merkezli bakışın çıktısı; teknolojiyi kaçınılmaz, ereksel, en nihayetinde gelecek olan bir “şey” olarak kurgulama sıkıntısı. Ancak şunu düşünmeliyiz belki de: bunların hiçbirisi olmak zorunda değil. Neden robotlar gelişmek, yetişmek zorunda? Neden her tarafımız robot dolmak zorunda? Buna belirli perspektiften bakmamız gerekiyor. Ben insanın özgürleşmesi, kapasitelerinin gelişmesi perspektifinden bakıyorum. Ancak bu açıdan bir faydası olabilir olacaksa; teknolojiye dair ufkumuzda bu olmalı.

Robotları Beklerken Neler Olacak?,  Laura Major, Julie Shah, Çevirmen: Melis Zeren, 288 syf., Timaş Yayınları, 2022.

‘TEHLİKE, İNSANIN ROBOT HALİNE GELMESİ TEHLİKESİ’

Burada “yetiştirmeyi” özellikle kullandım çünkü kitapta bu şekilde geçiyor. Robotlar var, daha da çok olacaklar. Biz onları bebek gibi büyüteceğiz, onları kontrol edenler ebeveyn rolü üstlenecek ve çevre ona göre düzenlenecek. Çünkü bir ‘bebeğin’ ihtiyaçları vardır. Bu bağlamda, her yerde robot olan bir yaşam size ne ifade ediyor?

Pesimist bir yerden cevap vereyim. Bunun tehlikesi şu; biz hep robotların giderek insana benzediği haberlerini görüyoruz. Ten ve yüz ekleniyor, hareketleri çok daha insansı hale gelmeye başlıyor. Hopluyorlar, zıplıyorlar. Sevişebilen robotlar var. Ama görünen o ki robotların insanlaşmasından ziyade insanların robot haline gelme tehlikesi var.

Kitap, yaşamın beslendiği bir yerden robotları gündelik hayata dahil etmekten bahsederken, gündelik hayatın düzenlenmesini de fabrika düzeni örnekleriyle ilerletiyor.

Zamanında Fordist üretim, üretim bandı teknolojisi vardı. Ama bu, o bantta kalmayarak üretim bantlarına benzeyen bir toplumsallık yarattı. Günümüzde, Post-Fordist dönemdeyiz ve başka teknolojilerle bu makine bandı aşıldı. Şimdiki şekillenme buna göre oluyor. Bu nedenle vurgulamak isterim ki, robotların gündelik hayata nasıl sokulduğu çok önemli çünkü buna bağlı özgürleştirme potansiyeli taşıyor. Jetgiller dünyası yaratma ihtimali var ama bu sınırlarla değil.

Mesela çeviri araçları çok güzel bir örnek. Hayatı kolaylaştırıyor ama bir yandan hayatımıza bu kadar yayılmasıyla insanın dille kurduğu ilişkiyi robotun dille kurduğu ilişkiden geçiriyor. Robot asla insan gibi konuşamayacak, dille kurduğu ilişki asla insanınki gibi olamayacak. Biz bu insani meziyetlerimizi robotların kullanımına açtığımız ölçüde insanların dille, sanatla kurduğu ilişkinin, zihnin bütün eleştirel kapasitelerinin robotlaşması ve makinenin kurduğu verisel bağlara indirgenmesi ihtimali doğuyor.

‘TEKNOFOBİ 18’İNCİ YÜZYILDA DA VARDI’

Burada bahsettiğiniz tekno-fobinin ana hattından beslenen bir korku değil sanırım.

Haklı olabilirsiniz. Tekno-fobi her bir teknolojik paradigma değişikliğinde patlıyor aslında. “Bu seferki insanlığın sonunu getirecek, insanları yiyecekler vb.” korkular oluyor. Bunlar yeni gibi anlatılıyor ancak 18’inci yüzyılda da bu korkular vardı ve bu her yeni teknolojik hamleyle beraber tekrar gün yüzüne çıkıyor. O kestirilemezliğin korkusu…

Sizdeki başka bir duygu mu?

Bendeki duyguya bir tür muhafazakarlık mı demeli? “Yeni bir şey çıkacak ve insanları köleleştirme tehlikesi var” dediğimde bende sezdiğiniz duygunun sebebi robotlar değil. Sebebi, robot sahipliği hakkında, robotların kimlerin elinde, ne amaçla toplumsal hayatımıza girdiği… Tüm robotların kötü amaca hizmet ettiğini söylemiyorum. Örneğin ev robotları insanları ev işlerinden azade kılabiliyor. Bunları yok saymıyorum. Ancak teknolojinin potansiyeli bundan çok daha fazlası aslında. Mücadele burada teknolojinin kendisiyle değil, o potansiyeli geride tutanlara karşı olmalı.

Robotlar “nitelikli işçi”. İnsan kendi sınırlılığıyla “niteliksiz işçi”. Kitap işsizliği tartışmadığı için bu örtülü kalmış oluyor. Öte yandan, şirketlerin birbiriyle iş birliği yapması gerektiği, verilerini kâr amacıyla birbirlerinden saklamamaları gerektiği konusu “şirketlerin etik sorumluluğu” bağlamında bir “güvenlik algısı” ve “çözüm” şeklinde tartışılıyor kitapta. Bu bana göre yazarların kamusala dair bir uyarısı. Siz bunu nasıl yorumlarsınız?

Kitabın en büyük ikinci eksiği de tüm bunların yarattığı yeni durumda mesela işsizlik konularına hiç dokunmamaları, fabrika sahiplerinin insafında etik noktaya itmeleri… Bunun anlatılmasının öncesinde de “İşçi-robot tasarımı bir toplum tasarımından ayrı tutulamaz” deniyor kitapta. Bu robotları önceliyor, bu nedenle yazarların cümlesini tersine çevirip söyleyeceğim. Şu anki toplumsal ilişkilerimizin kendisi nasıl robotlar ürettiğimizi belirliyor. Toplumsal ilişkileri ikinci plana atarak robotları düşünmek bana çok sıkıntılı geliyor. Robotların yarattığı sıkıntıları sözleşmelere, şirketlerin anlaşmalarına, kurallarına, kaidelerine bırakarak çözme yoluna gidiyor. Şirketlerin robotların geliştiği durumdaki avantajlarını kontrol edecek bir yasanın tek başına kimseyi güvence altına alacağını düşünmüyorum kısacası. Yazarlar da yaşadığımız toplumsallığın içinden, kendi pozisyonlarından düşünüyorlar ve bunun handikabını yaşıyorlar. Eksik önerilerinin nedeni bu.

‘TEKNOLOJİK KÖRLÜK, HAYATI TOPLAMA KAMPINA BİLE ÇEVİREBİLİR’

Özgürleştirme konusuna dönecek olursak, yukarıdaki “yaşam” ve “iş” kurgusuyla yapılan robot adaptasyonu özgürleştirici olabilir mi?

Olamaz. Teknolojinin kendisinin direkt özgürleştirici ve olumlu addedilmesine dair de konuşmak gerekiyor. Örneğin, faşizm ilk başta muhafazakâr ve tutucu bir ideoloji gibi algılanabilir. Ancak Almanya’da ve İtalya’da gelişen “faşist sanat”, söz gelimi faşist Marinetti’nin fütürizmini düşünelim. Fütürizm, gelecek algısı, “geleceği teknolojiyle şekillendirmek” vs. bunlar politik olarak içi boş kavramlar değil. Faşizm de bunu verimli bir şekilde kullanabiliyor. Yazarlara dair bu yorumu yapmıyorum ama böylesi bir teknolojik körlüğün, “bilimsel” körlüğün tehlikelerinden birisi de bu: Bütün bir hayatı toplama kampına çevirebilir. Bu kadar robot mekanikliğinde kurgulanmış bir hayat, fabrikanın da ötesinde hayatı bir toplama kampına bile çevirebilir.

Komplocu değiliz. Komplocu zannedilir miyiz?

Yok, robotları seviyoruz. Teknolojiye sırt dönmek çok muhafazakâr ve tutucu bir pozisyon. Sürekli ardında komplo aramak da bu muhafazakarlığı besliyor. Bunun bizi bir yere götürmeyeceği açık. Fakat, “Kim neyi, niye, kim için üretiyor” diye sürekli sormalıyız. Mesele şu ki, otomasyonu, robot teknolojisini kendi haline, sermayenin insafına bıraktığımızda yol açacağı şey güvencesiz ve düşük ücretle çalışmak olacak. Bu “Senin yaptığını robotlar yapabiliyor ve sen yaptığın işi daha düşük ücrete yapacaksın” demek. İşte çalışma ve emeğini satma zorunluluğu çözülmediği sürece, bize sunulan bu “teknolojik cennet” tasavvurunun ardında aslında bir tür cehennem var: İnsanlara daha fazla esnekleşmenin, güvencesizliğin, düşük ücretlere çalışmanın reva görüldüğü bir cehennem. Benim itirazım açıkçası buna.