Murat Yıldız’ın ölümü ve değişmeyen hissiyat

Dört kuşaktır toplumun ötekiliğe, ölüme, yersiz yurtsuzlaştırılmaya ve bütün bunların sonucunda kimliksizleştirilmeye yazgılı hikayeleri değişmiyor.

Google Haberlere Abone ol

“Bütün derinlikler sığ
sözcüklerin hepsi iğreti
değişen bir şey yok hiç
ölüm hariç.
Aynı gökyüzü aynı keder.”

Behçet Aysan

Hasan Hayri Ateş

Sey Rıza'nın üçüncü kuşaktan torunu olan Murat Yıldız, 7 Mayıs günü hayvanlarına barınak yapmak için aracıyla gittiği köyde, gerçekleşen bir askeri operasyon esnasında hayatını kaybetmişti. Cenazesi Malatya Adli Tıp Kurumu’nda yapılan otopsi sonrasında 26 Mayıs’ta ailesine teslim edildi. Ancak Ovacık Cemevi'nde cenaze merasimine katılanların, defin için cenazeye eşlik etmeleri engellendi.

Son yıllarda Kürtlere karşı neredeyse sistematik bir politika haline getirilen defin ve yas hakkının engellenmesi uygulaması, Murat Yıldız'ın cenaze töreninde de sergilenmiş oldu. Kaldı ki Dersim toplumu için bu durum, son yıllardaki uygulamalarla sınırlı olmayıp ‘38’den gelen kadim bir travmadır. Tamam, cenaze mezarsız kalmamıştır. Ancak yol erkanınca defnedilmesi engellenmiştir. Aile ağır bir acı ile baş başa bırakılmış, çocuklarını yalnız başlarına defnetmeye zorlanmıştır. Böylece tüm insanî normlar çiğnenerek, defin hakkı bir zulme dönüştürülmüştür.

Murat Yıldız’ı, pek çoğumuz, yaşanan menfur olay sonrasında fotoğraflarından tanıdık. Tıpkı iki yıl evvel Munzur suyuna düşerek hayatını kaybeden Engin Eroğlu gibi, Murat’ın da “harde dewreş” diye kutsanan topraklarda olmanın iç huzuruyla dolu olduğu, her halinden belliydi.

Engin Eroğlu’nun Munzur suyuna nasıl düştüğü bir muamma olarak kaldı. Yapılan açıklamalar, oluşan kuşkuları gidermeye yetmedi. Aynı şey şu an Murat Yıldız için de geçerli.

Valilikten yapılan açıklamalarla, o güne tanıklık eden köylülerin anlatımları örtüşmüyor. Olayın maiyeti ve resmiyette ileri sürülen gerekçenin aksine, Murat’a yönelik bir kastın olduğuna dair toplumda güçlü bir kanaat oluşmuştur. Bunda, Murat Yıldız’ın Sey Rıza’nın torunlarından ve ‘38’in sembolü bir ailenin mensubu olmasının payı büyüktür.

Dolayısıyla oluşan hissiyat nedensiz değildir.

**

Bütün rüzgarların süreğen bir ağıtın deminde uğuldadığı, acıların cümle renklerle harmanlandığı bir coğrafyadır Dersim. Toprağın her karışı trajik bir hikâyeye mekân olmuştur. Kuşaktan kuşağa aktarılan kadim bir mirastır acı. Olmuş bitmiş, geride kalmış bir zaman diliminde yaşanmış sanılmasın, burada tüm yaşanmışlıklar bir tekerrüre dönüşmüştür. Düne dair ne varsa, bugün de yaşanmaktadır. Onun içindir ki acıların ağır yükü altında mecalsiz düşmüş bu coğrafyada hiçbir şey dünde kalmıyor. Yaşananlar değişmez bir yazgı gibi tüm zamanları hükmüne alınca, yarın da anlamını yitirerek, yaşanan her an, değişmez bir şimdiye dönüyor. Hal böyle olunca dede, oğul ve torunların hikayeleri de değişmiyor. Sanki dedeler torunlarının zamanını yaşıyor, sanki torunlar dedelerinin zamanını yaşamış. Hangi hikâyenin kime ait olduğu, hangi hikâyenin hangi zaman diliminde yaşandığı belirsiz olup çıkıyor. Bu topraklarda Kürt ve Alevi olmanın hâlâ değişmeyen yazgısıdır bu...

Murat Yıldız’ın hikayesi de değişmedi...

**

Biliyoruz ki, Murat hayattan kopmadan üç gün evvel, 4 Mayıs 1937’de alınan Tunceli Harekât Kararı ile kırıma uğrayan nine dedelerinin aziz hatıralarını yad ederek, ailesiyle birlikte çerağ uyandırmış, mezalimi bir kez daha lanetlemiştir. Süreğen ve de hadsiz kötülüğü topraklarından artık defetsinler diye, Dersim Evliyaları’na seslenmiştir.

Tertele'yi yaşayan Dersim yaşlıları o günlerden konuşurken söze şöyle başlarlardı: “Xırabiye şêro, rındiye biêro. Awa dero i rocon bero, rêena mierê. İ roco dısmenê ma bile mê vino. (1)

Yakarışlarından da anlaşılacağı üzere, Tertele’yi yaşayanlar kin tutmuyorlardı. Yaşadıklarından hareketle, asla intikamı imleyen telkinlerde bulunmuyorlardı. Bir daha yaşanmasın, düşmanlarımız bile görmesin diye, her yeni günde Güneş’e karşı secdeye varıyorlardı.

Evet, devletin fail olduğu o örgütlü ve organize kötülüğün lanetlendiği, o günlerin bir daha yaşanmaması için dilek ve temennilerde bulunulduğu, devlet artık karşılık versin diye taleplerin yinelendiği bir zaman diliminde, Murat Yıldız yirmi üç yaşında hayattan koptu, kopartıldı.

Peki, sebep?

Buna verilecek cevap, değişmeyen yaşanmışlıklarla sabit olsa da, bazen edebiyata sığınmak gerekir:

"Ama sebep ... " diye sordu Bay Duval, "İnsan boş yere öldürmez."
"Sebep mi?" diye cevapladı Ellery omuz silkerek. "Siz artık sebebi biliyorsunuz." (2)

Bu diyalog, yaşananların çok yalın bir izahıdır aslında. Hal böyleyken "Murat Yıldız’a neden kıydınız? Ya da Murat Yıldız neden hayattan koptu?" diye sormanın pek bir anlamı kalmıyor.

“Devlet boş yere öldürmez herhalde..! Fail devletse eğer, bir bildiği vardır...!”

Evet, böyle düşünenler de olacaktır. Ne de olsa devlet söz konusu olduğunda, yaşam hakkının değersizleştirildiği, hiçleştirildiği bir ülkedir Türkiye. Hele ki Kürtler, Ermeniler, Aleviler ve kadınlar söz konusu ise.

Fail devlet olduğunda Roboski’de olduğu gibi, katliamlara bir meşruiyet üretilir. Devlet ya da din adına cinayet işleyenler ise, Sivas Madımak davasında yaşandığı üzere zaman aşımıyla ödüllendirilir. Veya kadın cinayetleri ve başka pek çok davada görüldüğü gibi cezasızlık zırhına büründürülür.

**

Yıllardır bir iç koloniye dönüştürülmüş bir coğrafyada yaşanan benzer ve sayısız kamusal cinayetin sebebi bilinmiyor değil. Bir coğrafyayı kadim kültürel bütünlüğüyle fethetme adına sergilenen süreğen husumetin tezahürüdür yaşananlar. Bu çıkarsama, zaman içinde kuşaktan kuşağa aktarılan bir duygu halidir. Bu kadim coğrafyanın hâlâ bir şekilde yaşama tutunmaya çalışan sakinleri ve dört bir yana savrulan mensupları, karşısındakinin değişmeyen niyetini, kendilerinin, iyileşmez yaralarından biliyorlar. Tanıklıklarını ve hissiyatlarını çürütülemez kılan budur.

Anlamak isteyenlerin, onların sesine kulak vermeleri yeterlidir. O yaralı seslere kulak verildiğinde görülecektir ki, öncesi bir yana bırakılıp salt 1937-38 baz alınsa bile, dört kuşaktır toplumun ötekiliğe, ölüme, yersiz yurtsuzlaştırılmaya ve bütün bunların sonucunda kimliksizleştirilmeye yazgılı hikayeleri değişmiyor.

Sey Rıza’nın üçüncü kuşaktan torunu olan Murat Yıldız’ın akıbeti, bu hakikatin en somut göstergesidir.

Denilebilir ki, her olay tekildir, bundan ötürü tüm öbür olaylardan ayrılır. "Bir olayı, bir topluma yönelik husumet hali olarak nitelemek ne kadar doğru olur?" diye de sorulabilir.

Elbette ki, normal şartlar altında her olayın tekil olduğu söylenebilir. Bir olaydan yola çıkarak tümelci bir çıkarsama yapmak da doğru olmayabilir. Lakin, bahsi edilen coğrafyada hiçbir şeyin hayatın doğal akışı içinde yaşanmadığı, kuşaklar boyunca yaşanmışlıklarla kanıtlıdır. Dolayısıyla hissiyat şu ki, burada tekil olan, aynı zamanda tümeldir ve topluma yöneliktir.

**

Bir zamanlar, kimileri Dersim ’38’in unutulmasını telkin ederdi. Yaşananlar unutulup da, bilinmez olduğunda belki bu topraklar huzura erebilir diye düşünürlerdi. Bunların önemli bir kısmı, o büyük felaketi yaşamış olanlardı. Öylesine dehşete düşmüşlerdi ki, sonraki kuşakların başına gelmesinden korkuyorlardı. Onun içindir ki, "hayır unutmadadır" diyorlardı. Dolayısıyla unutmaya dair telkinleri son derece insanî ve anlaşılırdı.

Fakat unutmanın mümkün olmadığı gibi, çözüm olmadığı da geride kalan zaman diliminde Türkiye'nin hâlâ yüzleşmekten kaçındığı sayısız hadise de fazlasıyla kanıtlandı. Bu ülke ve toplum Ermeni meselesiyle yüzleşemediği için, kangrenleşmiş sorunlarını çözmekten aciz kalarak, yeni katliamlara kapı aralıyor. Yüzleşilemeyen her mesele, tüm kötülüklerin üstünü örten kapkara bir örtüye dönüşüyor. Kürt sorununda savaş ve şiddet temelli politikalarda ısrar edilmesinin bir nedeni de budur.

Diğer yandan devletin Kürt Alevi toplumunu çifte yönlü kuşatmaya alan katı baskıcı, inkârcı politikaları, ister istemez geriye dönük düşünmeyi koşullandırıyor. Karşılaşılan ötekileştirici ve ayrımcı her uygulamanın, uzak ve yakın geçmişten gelen ve değişmez bir husumetin ürünü olduğuna dair çok fazla referans var. Bunlar hatırlanarak her seferinde yeniden üretiliyor.

Unutmak mümkün değildir. Hatırlamak, yüzleşmek ve acıları sağaltmak gerekiyor. Ancak gidişata karşı öncelikle Dersimli aydınların, kanaat önderlerinin, Dersim’e yönelik faaliyet yürüten kurum, çevre ve kesimlerin yüzleşmesi kaçınılmaz bir zorunluluktur.

Murat’ın anısına saygıyla...

1- Kötülük gitsin, iyilik gelsin. Derelerin suyu o günleri götürsün, bir daha gelmesin. O günleri düşmanlarımız bile görmesin.
2- Eduardo Galeano-Kucaklaşmanın Kitabı. Can Yay.