Mülkiye’den ne istiyorlar ya da bu 'enkazı' kim kaldıracak?

“Enkazı” kim nasıl kaldırabilir? Aslında Boğaziçi Üniversitesi’nde aylardır süren eylemlerdeki bileşim ve yöntem tek başına bu sorunun yanıtı durumunda.

Google Haberlere Abone ol

Nurettin Öztatar

1859’da kurulan Mülkiye, bugünkü adıyla AÜ Siyasal Bilgiler Fakültesi, iktidarlar değişse de her dönem siyasetin müdahalelerine muhatap oldu. Genel olarak bütün üniversiteler aynı müdahalelere uğradı ancak Mülkiye her dönem siyasetin en çok ilgi gösterdiği bilim merkeziydi. Öğrenciler üzerinde olağanüstü baskılar, öğretim elemanlarının gazetelerde hedef gösterilecek kadar “ötekileştirilmeye” çalışılması, OHAL kararnameleriyle öğretim üyelerinin terörist ilan edilerek okuldan atılması ve en son Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın önce atılıp, sonra atanması; ardından yeniden atılması…

Mülkiye, böyle bir ülkede ve ortamda, olabildiği kadarıyla eleştirel bilimin gereklerinin yerine getirilmeye çalışıldığı bir fakülteydi. Bugün de bu geleneği bütün zorluklara rağmen sürdürmeye çalışan bilim insanlarının bulunduğunu belirtmek gerek. Ancak, fakültenin daha önce bir gelenek olarak sürdürülen bu yönü, artık bireysel çabalarla sürdürülebilir hale gelmiş durumda.

Peki, neydi eleştirel bilim ya da nedir bu okulun çektiklerinin sebebi? Her türlü siyasi tazyike boyun eğmeme ve bilimsel olanın gereklerinden ödün vermeme mi? Bilimsel çalışmanın gereklerine uygun olarak araştırma bulgularını, kime hizmet edeceğine bakmadan, toplumla paylaşma mı? Fakültenin sadece “kuru derslerden” ibaret olmadığını gösterecek şekilde, öğrencilerin yetenekli oldukları kültür, sanat vb. alanlarda çalışmalar yapabilmesi mi?

Yakın döneme dair kısa hatırlatmalarla başlayayım…

Son 10 yılda fakültenin bulunduğu kampüste polis hiç eksik olmadı; polis ne zaman kampüse girmek istese, bazen öncesinde bir faşist saldırı provokasyonuna yol verildi, bazen buna gerek bile duymadan bir kapalı cezaevine çevirdi okulu. OHAL öncesi dönemde dekanlarına, öğretim elemanlarına sürekli soruşturmalar açıldı; gerekçe arama gereği bile duyulmadan. Okulun en önemli geleneklerinden olan İnek Bayramı bile kutlanamaz hale getirildi.

Bunlar yetmedi, kendileri için “Allahın lütfu” saydıkları bir dönemde, 6 ay gibi kısa bir sürede 40’a yakın bilim insanı, OHAL KHK’leriyle üniversitede bilimsel faaliyet yürütmekten “men edildi!” Aralarında bu bilim insanlarının da bulunduğu binlerce akademisyenin savaş politikalarına karşı barışı savunmalarıydı bunun bahanesi ve o kadar kararlıydılar ki, Anayasa Mahkemesi’nin bu açıklamanın suç olmadığına karar vermesi de bir şeyi değiştirmedi. Kamuoyunun, özellikle Mülkiye özelinde yoğun tepki göstermesini, bilimsel gerekçeleri vs. hiç umursamadılar. Öğrencilerin bundan nasıl etkileneceklerini düşünmeleri zaten beklenebilir bir durum değildi. Bu kararın önemli gerekçelerinden biri üniversitelerde bilimsel çalışmayı engellemek olduğundan, bir ölçüde amaçlarına da ulaşmayı hedefliyorlardı.

Sonra… Vekil dekanlar dönemi başladı. Ülkeyi yönetenlerle aynı çizgiye gelen bir Rektör, fakülteyi ve AÜ Cebeci kampüsünü bir kışlaya çevirdi. Fakülteleri yönetenlerin gıkı çıkmadı; çok başarılı uygulayıcılar haline geldiler. Üniversitelerin “ekmeği, suyu” olan bilime sırtlarını döndüler. Tıpkı 80 darbesi sonrası 90’lı yıllara kadar SBF’yi yönetenler gibi, bilim insanı gömleğini çıkarıp “idareci” gömleğini giydiler. İlk iş olarak fakültenin, mezunlarıyla bağlarını koparmaya çalıştılar. 50 bine yaklaşan mezunların, 12 bini aşan sayıyla üye olduğu Mülkiyeliler Birliği’ni, birlik yöneticilerinin ve üyelerin bütün çabalarına rağmen, yok saymaya başladılar. Ki Mülkiyeliler Birliği bu yapısıyla Türkiye’nin en büyük mezun örgütüydü. Nadiren yüz yüze gelinebildiğinde ise kendilerinin bu gidişi tersine çevirmeye güçlerinin yetmeyeceğini öne sürdüler, çaresizliklerini dışa vurdular!

Uzatmayayım. Bu süreçte tasfiye edilen bilim insanlarının ne düşündüklerini şu kitapta bulabilirsiniz.

Şimdi yeniden bir başka atılma ile daha gündemde “tarihî” okul. Bir bilim insanı önce hukuk dışı gerekçelerle atıldı, daha sonra mahkeme bu atılmanın yürütmesini durdurdu. Bir süre mahkeme kararına direndiler ancak kamuoyu gündemine gelince atama yapıldı. Aradan 2 hafta geçtikten sonra, 2016’daki ilk atılmaların yapıldığı tarihte, yani 1 Eylül’de bir kez daha ilişiği kesildi Doç. Dr. Meltem Kayıran’ın.

Bütün bunlar yaşanırken fakülte kan kaybetmeye başladı. 80’li yıllarda yüzde 1’lik, yüzde 2’lik dilimle girilen okula, çok daha düşük sıralamalarla girilebiliyor. Aşağıda çok değil 4 yıl önce SBF’deki bölümlere kaç puanla girildiğine ilişkin tablo yer alıyor:

 

2017’de en düşük 327 puanla girilebilen Mülkiye’ye bu yıl kaç puanla girildiğini de alttaki tabloya bakarak görebilirsiniz:

279’a düşen bir puan söz konusu. 50 puana yakın bir düşüş. Fakültenin en gözde bölümü olan Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi’ne 4 yıl önce en düşük 414 puanla girilebiliyorken, bu yılki puan 347. Yani 67 puanlık düşüş var.

Sanırım bu kadar yeterli. Ortada bir “enkaz” var. Fakültede son 5-10 yılda yaşananlar nedeniyle bir “enkaz” var. Bunun başka nedenleri de olsa, ben şimdilik öğrenci olarak son yılımı geçirdiğim SBF’nin kan kaybına, sadece bu yönüyle bakıyorum. Ve, bu enkazın altında kalan, üstelik eleştirel bilim geleneğini sürdürmeye çalışanların da var olduğunu bilerek… Azınlıkta da olsalar…

Gelelim “enkazın” kaldırılmasına… Eminim buna gerek olmadığının söylendiği siyaset dışı değerlendirmeler de vardır. Bu değerlendirmelerle arama bir mesafe, hem de uzun bir mesafe koyuyorum.

Bilimsel üretim, bir toplumun geleceğinin en azından daha iyi olmasını sağlayabilir. Hatta siyasetten de daha etkili olabilir, olmalıdır. Bu nedenle bu “enkazın” kaldırılması, ülke için de Mülkiye için de zorunlu bir eylem.

“Enkazı” kim nasıl kaldırabilir? Aslında Boğaziçi Üniversitesi’nde aylardır süren eylemlerdeki bileşim ve yöntem tek başına bu sorunun yanıtı durumunda. Ama önce içeride bir hareketlenme-rahatsızlık olması kaydıyla… Siyasal Bilgiler Fakültesi 1859’da kurulan 162 yıllık bir eğitim-öğretim kurumu. On binlerce mezunu var ve bu mezunların çok büyük bir çoğunluğu fakülteyle bağlarını şu ya da bu şekilde sürdürüyorlar. Önce, mezunların bu sorunu gündemlerine almalarında fayda var. Malum “enkaz” öncelikle dışarıdan müdahaleyle kaldırılabilir. Sonrasında tabii ki yolu bir şekilde Mülkiye’den geçmiş akademisyenler, yüksel lisansını ya da doktorasını Mülkiye’de yapanların, Mülkiye için değil ülkenin geleceği için ellerini taşın altına koymaları gerekiyor. Bunun biçimleri sınırsız, herkesin kendi yaratıcılığıyla yapabileceği işler var. Bu “enkazın” altında nefes almaları gün geçtikçe zorlaşan gerçek bilim insanlarının, bakışlarını ya da feryatlarını “umutsuzluktan umuda” çevirmeleri de pek çok şeyi değiştirebilir. Son alarak eğitim hakları, eğitim-öğretimin kalitesi düşürülerek ellerinden alınan öğrencilerin, canla başla, öncelikle kendileri için bu gidişe dur diyebilecek sesleri, Mülkiye’deki “enkazın” çok hızlı bir biçimde temizlenmesini sağlayabilir.

Burada en büyük sorumluluk, Türkiye’nin en büyük mezun örgütü olan Mülkiyeliler Birliği’ne düşüyor.

Bunlar ol(a)mazsa ne olur? Ülkenin bu durumunda mucizelere yer yok artık. Hep birlikte sıradanlaşırız ve sıradanlık Türkiye’nin karşı karşıya bulunduğu en büyük tehlike… Hepimizin geleceğini tehdit eden bir tehlike…