Mizgin Müjde Arslan: Belgesel söylediğini açıkça söylemek zorunda

Gazeteci, yazar, senarist ve yönetmen Mizgin Müjde Arslan'la belgesel sinemayı konuştuk. Arslan, "Festivallerde ciddi bir ayrımcılık yapılıyor, uzun metraj filmlerin ekiplerine gösterilen ilgi alaka, belgesel filmin ekibine verilmiyor" dedi.

Fotoğrafçı: Richard Lipman
Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mardin’in bir köyünde doğan Mizgin Müjde Arslan, 5-6 kilometre ötedeki şehre bile sadece hastalanınca ya da bayramlık almak için gider. Suriye sınırındaki bu köy sonsuz bir ovaya kurulmuştur. O ovaya bakıp hayaller kurarak büyür. Büyüyünce yazar olmak ister. Bugün Kürt ve Arapların yaşadığı eski bir Süryani köyü olan yerden ilk ayrılışı, ortaokulu yatılı okumak için olur. 13-14 yaşlarında İstanbul’a lise okumaya gider: “Küçük bir köyden batılı bir şehre gitmenin şaşkınlığını, Mardinli aksanımın farklılığını ilk o zaman fark ettim.” 

17 yaşında Diyarbakır’a üniversite öğrencisi olarak gider ve kendisinin deyimiyle, hayatının en güzel yıllarını orada yaşar. Okuldan sonra tekrar İstanbul’a dönen Arslan, 6 sene gazetecilik yapar: “Hem sinemaya hem İstanbul’a âşık oldum.”

2012 yılında yönetmenliğini yaptığı "Ben Uçtum Sen Kaldın" belgeselinin prömiyerine iki ay kala -belgeselin görüntü yönetmeni Özay Şahin’le birlikte- gözaltına alınır. “O benim için dönüm noktası oldu. Kendimi güvende hissetmediğim bir ülkede yaşamaktansa artık herhangi bir yerde yaşayabilirdim. Daha önce kısa bir deneyimimin olduğu Londra’ya taşındım. Haftalık bir televizyon programı için video editörü olarak iş buldum, 7 buçuk senedir Londra’da yaşıyorum ve İstanbul hala Dünya’nın en güzel şehri” sözleriyle yaşamının son yıllarını dile getiren Arslan’la bir araya geldik ve belgesel sinemayla olan ilişkisini, üretimini koşullandıran varoluşu ve bugünü konuştuk.

Sohbete başlamadan önce, yönetmenin filmlerinin Youtube’da şu an herkese açık olarak izlenebilir olduğunu da söylemeden geçmeyelim.

'BELGESELİN HEYECAN VEREN TARAFI, GERÇEĞİN MÜKEMMELLİĞİNDE'

Kavramsal olarak bakıldığında belgesel sinema, diğer sanat dallarına nazaran gerçeğe sadık kalmasıyla öne çıkıyor. Zihninizde belirlemeye başlayan bir fikir belgesele varmadan önce, tıpkı bir ağacın dalları gibi kurmacaya, hayali olana uzanıyordur muhakkak. Bu durum bir sanatçıyı kısıtlamaz mı?

Bir belgesel projesinin fikri belirdiğinde tabii ki beklentiler belirmeye başlıyor ancak belgeselin benim için çok özel olmasının bir sebebi çoğu zaman karşılaşılan gerçeğin beklentinin bile üzerinde olması. "Ölüm Elbisesi Kumalık" belgeseli için ön hazırlık yapmaya gittiğimde bu sorunu çocukluğumdan beri biliyordum; kuralları, nasıl yaşadıklarını, erkeklerin durumu nasıl yorumladığını, kadınların nasıl bir kılıf altında durumu içselleştirdiğini. Ancak orada karşılaştığım ve filme de yansıyan gerçekler benim hayal ettiğimin bile üzerindeydi. Belgeselin heyecan veren tarafı, gerçeğin mükemmelliğinde. Kurmacada sahneyi kurarken olabildiğince gerçeklerden referanslar alırız ancak hiçbir zaman bu mükemmelliğe ulaşamayız, çok büyük bütçeli filmler bile, çok daha uzun süre hazırlık yapma fırsatına ve belki de dünyada yeniden yaratamayacakları hiçbir şey olmamasına rağmen gerçeğin tozunu, atmosferini, ışığını, kimyasal bütünlüğünü yakalayamaz. "Ben Uçtum Sen Kaldın" filminde annenin “şehit aileleri evi”ne girerken sağ ayağıyla girip “bismillah” demesi gibi çok ince kültürel kodlar var üzerinde çok düşünülmesi gereken. Belgeselde bunlar hazır olarak yer alıyor ve siz de filmin seyircisi olarak kurgu esnasında farkına varıyorsunuz. Belgesel üç kere yazılıyor, ilki henüz sahaya gitmeden, ikincisi sahadayken, üçüncüsü kurgu aşamasında. Bütün bu aşamalar kurmacaya göre sürprizlere daha açık gerçekleşiyor. Bütün sanat dallarında olduğu gibi güçlü olan metin aslında, metniniz ne kadar güçlüyse filminiz o kadar güçlü oluyor. İlk başta yola çıkarken sizi yola çıkaran sorularınız, merakı dinamik tutan konseptiniz, biraz daha derine gitmenizi sağlayan argümanlarınız; formun ne olduğundan ziyade bunların önemli olduğunu düşünüyorum.

Türkiye’de belgesel sinema pek önemsenmez. Festivallerde geri planda kalır, TV satışı yapılmaz, kaynak yaratmada sıkıntı yaşanır. Kendinizi “üvey evlat” gibi hissediyor musunuz?

Şu anda bu algı değişiyor, son yıllarda festivaller, yapımcılar, film fonları belgesele ayrılan payı büyütüyorlar. Belgesel, ciddi olarak evrim geçirdi/geçiriyor. Biraz daha düşük bütçelerle yapılabiliyor olması özgürleştirici ve belgeselin çok etkili bir aşamaya gelmesinde de bunun etkisi büyük. Cep telefonunun özelliklerinin gelişmesi onu cepte 4K çekebilen bir aygıta dönüştürdü ve bu belgesel filme büyük bir dinamik kazandırıyor. Cep telefonu için çok kullanışlı ve ekonomik gimbal, mercek, mikrofon gibi aygıtlar geliştirildi. Bu ekonomik ama etkili çekim yöntemleri 10 yıl önce olsaydı Mardin’de çok daha fazla belgesel çekerdim herhalde; şimdi en büyük hayalim Mardin’e belgesel çekmeye gitmek. Oradan hikâyeler anlatmayı seviyorum.

Bir estetik tercih olarak belgesel için, sinemanın özü, kaynağı diyebiliriz. Zira çekilen ilk filmler belgeseldi. Tarihsel bağlam içinde, belgeselin bugüne ulaşma serüvenini, geçirdiği değişimleri nasıl yorumluyorsunuz? Kendinizi bu gelenek içinde nerede görüyorsunuz?

Ben kurmaca film severek sinemaya aşık oldum ve kurmaca bir kısa film çekerek başladım. Bana sinema yapma cesareti veren "Son Oyun" kısa filmiydi. Bu kısa film de belgesel elementleri taşıyor, gerçek oyuncular mekan ve hikayeye dayanıyordu. Sonraki yıllarda kurmaca ve belgesel arasında gidip geldim, ikisinden de kopmadan ikisini iç içe harmanlayarak. Hatta ikisi de olabilecekken ikisinde de tartıştıracak ara formda filmler izlemeyi ve çekmeyi seviyorum. "Ben Uçtum Sen Kaldın" gösterimleri sonrası en sevdiğim sorulardan birisi: “Bu filmin ne kadarı gerçekti?” sorusuydu. Buna cevabım, "Bu filmdeki hiçbir çekim tekrarlanmadı" oluyordu genelde. Belgeselin de manipülatif olmamasını ve gerçeği kurmamasını talep ediyorum izlerken, bir belgeselde çok göze parmak kurmaca sahneleri rahatsızlık verici buluyorum şahsen.

'TELEVİZYON PROGRAMLARI, SOSYAL MEDYA İÇERİKLERİ TEK BAŞINA BİR SANAT ESERİ DEĞİLDİR'

Özellikle sosyal medyada, hazır bilgi veren birtakım Youtube içerikleri belgesel olarak tanımlana geliyor. Bu noktadan yola çıkarak iki ayrı soru soracağız. İlki, belgesel bilgi taşıma aracı mıdır? İkincisi, bu içerikleri estetik olarak nasıl değerlendiriyorsunuz?

Youtube içerikleri belgesel değil bana göre, belgesel olma potansiyelleri var ancak çok önemli bir eksiği metnin olmayışı. Yani bir ailenin hayatını kameraya çekmesi belgesel değildir, onu bir forma sokması, bir metin etrafında kurgulaması, sorular sorması, tartışması onu sanat eseri kılar. Bunun tartışmasını yapmak gerekir. Televizyon programları sosyal medya içerikleri belgesel için eşsiz kaynaklardır ancak tek başına bir sanat eseri değildir, onu bir sanat eserine dönüştürecek bir kavram, yaklaşım ve metne ihtiyacı vardır. Bunu da ancak bir belgesel yönetmeni, kurgucu, yapımcı gibi yaratıcı ekip hep beraber ortaya çıkarabilir.

Fotoğrafçı: Richard Lipman

'BELGESEL SÖYLEDİĞİNİ AÇIKÇA SÖYLEMEK ZORUNDA'

Belgesel sinema, gerçekle olan doğrudan ilişkisinden dolayı, sık sık egemenlerin hışmına uğruyor. İdeolojik bağlamda bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Belgesel daha özgür ve radikal. Kurmaca gibi kaçış alanı yok. Söylediğini açıkça söylemek zorunda… Bu da belgeselcileri aktivist kılıyor. Kaba bir genelleme yaparsak, kurmaca daha eğlence vaat ederken, belgesel iddialı bir şekilde var olanı değiştirmek, bazen tarihi yeniden yazmak, zor sorular sormak ya da bir meseleyi aydınlatmak istiyor. Bu da belgeselin otorite tarafından kaçınılmaz bir şekilde tehdit olarak görülmesini, sansür kıskacında sıkışmasına neden oluyor ve her defasında cesur olmaya itiyor.

'FESTİVALLERDE CİDDİ BİR AYRIMCILIK YAPILIYOR'

Son günlerde, filmler/diziler yayımlayan çeşitli internet mecralarının daha aktif kullanılıyor olması hasebiyle, birkaç sermayedarın “piyasaya” gireceği konuşuluyor. Bu durum sadece dizi sektörü için değil, sinema sektörü için de heyecan yarattı. Peki, belgesel sinemacılar bunun neresinde? İnternet mecralarından destek alarak iş üretebilmek, geçmişteki üretim koşullarına nazaran sizi özgürleştirir mi? Ne düşüyorsunuz?

Türkiye’deki gelişmelerden çok haberdar değilim ancak İngiltere’de belgesele ciddi bir kaynak ayrılıyor. Netflix, Mubi gibi gittikçe güçlenen online mecralar yapımcılığa girişti ve belgesel filmlere ciddi bütçeler ayırıyorlar. Bu tabii ki üretimi olumlu olarak etkiliyor. Türkiye’de Kültür Bakanlığı sinemanın güçlenmesinde, devamında çok elzem bir yerdeydi ve o zaman hatırladığım kadarıyla belgesele nazaran kurmaca 4-5 katı fazla bütçe alırdı. Festivallerde ciddi bir ayrımcılık yapılıyor, uzun metraj filmlerin ekiplerine gösterilen ilgi alaka, belgesel filmin ekibine verilmiyor. Bazı festivaller davet bile etmiyor. Son yıllarda Türkiye’de çekilen "İki Dil Bir Bavul"," Ekümenopolis" bu algıyı kıran ilk filmlerden.

Hazırladığınız yeni bir proje var mı? Günleriniz nasıl geçiyor?

İki çocuklu belgesel yönetmeni bir anne olarak günlerim koşturmacayla geçiyor, tam anlamıyla okul, iş ve ev arasında koşarak. Burada Royal Holloway Üniversitesi’nde Dijital Belgesel bölümünde yüksek lisans yapıyorum, yüzde yüz pratik ağırlıklı bir bölüm, her hafta kısa belgesel videoları, görsel günlükler çekip kurguluyoruz. Bu görsel becerimizi geliştirme imkanı tanıyor. Kadın yönetmen ve anne olarak ikiye bölünmüşlüğü anlatan bir kısa belgesel çıkıyor ortaya, onun dışında bir buçuk senedir üzerinde çalıştığım bir belgesel projesi var animasyon olarak tasarladığım. Bu projede bir fotoğraf üzerinden, o fotoğraftaki 3 kadının hikayesini anlatmaya çalışacağım. Virüsün hayatımızı alt üst etmesiyle en çok yaşadığım duygu, “iyi ki” duygusuydu, iyi ki filmler çektik, iyi ki uzun kısa birçok yolculuk yaptık (hem de maskesiz), iyi ki tanıdık, buluştuk, sarıldık. Şimdi hayat normale dönsün her şeyden daha çok yapmalı, ama en çok film çekmeli...