YAZARLAR

Milletlerarası antlaşmalarda toplum yararı gözetilmezmiş

“Milletlerarası anlaşmalarda kamu yararı gözetilmesi gerekli değildir” cümlesi salı günü duruşmada vicdanımı yaralayan, bana en ağır gelen ifadeydi. Cumhurbaşkanı vekili söyledi bu sözü. Sistem vesayeti kaldırmadı, vesayete el koydu. Tüm vesayet odaklarını kendi yetki alanında topladı Cumhurbaşkanı. Vesayet tekelinin kibri iktidarın memurları tarafından Meclis'ten sokağa her yerde görüldüğü gibi Danıştay 10’uncu Daire duruşma salonunda da tecessüm ediyor.

Duruşma salonunun duygu durumu hüzünlüydü. Gün boyu duruşmayı izlerken, gözpınarlarımda biriken damlalar eşlik etti ruh halime. İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararı verildikten sonra kadına yönelik şiddetle mücadele mekanizmalarında ortaya çıkan zaaf dile getirildi pek çok kadın avukat tarafından. Kurulan hükümlerde erkek şiddeti mağduru kadınlara yönelik adaletsizliklerin ne denli arttığını gösteren, somut olay ve karar örnekleri sunuldu sıklıkla. Anlaşılacağı üzere yine İstanbul Sözleşmesi Danıştay duruşmasından söz ediyorum. Cumhurbaşkanı kararı ile bir gece yarısı çekildiğimiz ilan edilen İstanbul Sözleşmesi duruşmalarından üçüncüsü gerçekleşti 14 Haziran günü. 28 Nisan ve 7 Haziran'daki ilk iki duruşmaya kıyasla daha uzun, daha ağırdı.

İlk iki duruşmada olduğu gibi Sözleşme’nin erkek şiddeti ile mücadeledeki başat rolü ve çekilme kararının başta anayasa ihlali olmak üzere hukuka aykırılığı, dile getirilmeye devam etti elbette. Ancak önceki duruşmalarda, davalı Cumhurbaşkanı vekili bürokratın savunmasında sıkça İstanbul Sözleşmesi’ni önemsizleştirmesi, erkek şiddetini yok sayan ifadeler kullanması ve duruşma özelinde davacıları fakat asıl olarak şiddetle mücadele eden kadınların tümünü itibarsızlaştırma girişiminde bulunması nedeniyle davalı vekilleri ve özellikle kadın avukatların iktidar savunmasını çürütme yolunu seçmesi normaldi. Gerekliydi. Dört başı mamur denecek şekilde başarıyla çürütüldü iktidar savunması. Davalı vekillerinin hukuki, siyasi, toplumsal savunusuna öncekilere kıyasla daha yoğun şekilde insanî, vicdanî söz kurmasında elbette iktidar yanlılarının beyanları da etkiliydi. Hukuksuz kararı destekleyenler aradan geçen bir yılı aşkın sürede sıklıkla “kadına yönelik şiddetle mücadele İstanbul Sözleşmesi’yle başlamadı, Sözleşmeden çekilmekle bitmez” şeklindeki retorikle savunma yapıyorlardı. Cumhurbaşkanı vekilinin de duruşma sırasında tekrarladığı bu sözün yanlışlığı, sahadan, yargı sürecinden ve hükümlerden örneklerle mahkeme kayıtlarına geçirildi. Şiddetle mücadele mekanizmalarındaki kamu görevlilerinin tutumunda, savcıların iddianamelerinde ve yargıçların kararlarında sözleşmeden çekilmenin etkisiyle gevşeyen, kadın aleyhine dönen şiddete ilişkin tutumu çekilme kararının etkisi olarak değerlendirdi davacılar. Ve elbette eril şiddet failleri için teşvik edici olduğu gerçeği de faillerin, zanlı, sanık ve hükümlülerin ifadelerinden örnekle net olarak dile getirildi.

Başlığa taşıdığım “milletlerarası anlaşmalarda kamu yararı gözetilmesi gerekli değildir” cümlesi salı günü duruşmada vicdanımı yaralayan, bana en ağır gelen ifadeydi. Davalı Cumhurbaşkanı vekili söyledi bu sözü. Cumhurbaşkanlığı İdari İşler Başkanlığı Hukuk ve Mevzuat Genel Müdürlüğü Milletlerarası Antlaşmalar Daire Başkanı Emre Topak, davalı vekilinin görevi ve adı. Kurum adında başkanlık kelimesinin bu kadar çok tekrar edilişi çok sıkıcı ama ucube sistemin tek kötü yanı bu olsaydı keşke. Neyse asıl meseleye geleyim, yukarıdaki cümle davacıların tüm duruşmalarda ve sıkça kararda kamu yararı, toplum yararı gözetilmediği yönündeki ifadelere cevap olarak dile getirildi. “Kararda kamu yararının gözetilmesine gerek yok. Milletlerarası antlaşmalara giriş ve çıkışta toplum yararını gözetmek gerekmez.” Uluslararası ilişkiler dersi verircesine ve muzafferane edayla söyledi bunları. Ülkeler dış politika yürütürken, ülke çıkarını gözetirler ya o ülke kavramının içine o ülkenin yurttaşları dahil değilmiş meğer. Bu bakış açısı ülke çıkarını ülkenin yöneticisinin faydasından ibaret görmekten başka bir şey değil. Tek kaygısı hanedanın faydasını gözetmek olan monarşilerde bile sadece yönetici değil yönetimdeki hanedan soyunun o gündeki, geçmişteki ve gelecekteki üyeleri hesaba katılır yani birden büyüktür hanedan bile.

Davalı Cumhurbaşkanı vekili, bürokrat kibriyle duruşma salonunu dolduran yüzlerce yurttaşa dönüp “sizin bilmediğiniz, kolay anlayamayacağınız teknik işler” olarak tanımladı, İstanbul Sözleşmesi’nden çıkış kararını. Vesayetin dili bu, atanmışların yurttaşa, topluma ve seçilmişlere yönelik üsttenci tutumu, tüm vesayet odaklarının tek elde toplanmasının sonucu. Ucube sistemi kuran anayasa değişiklik paketi için referandumdan önce pek çok yazı ve söyleşide tekrarladığım gibi sistem vesayeti kaldırmadı, vesayete el koydu. Tüm vesayet odaklarını kendi yetki alanında topladı Cumhurbaşkanı. Vesayet tekeli oluşturdu. Bu nedenledir, sisteme baştan beri ucube deyişim. Vesayet tekelinin kibri iktidarın memurları tarafından meclisten sokağa her yerde görüldüğü gibi Danıştay 10’uncu Daire duruşma salonunda da tecessüm ediyor, bu ve benzeri sözlerle. Bu ve benzeri detaylarla konuyu teknik bir mesele imiş gibi ortaya koyma çabası, savunmanın içine düştüğü çaresizliğin göstergesi. Kararın hukuken savunulacak yanı yok, savunamıyorlar.

Sadece savunamayıştan ibaret de değil sorunları. İdare adına yapılan beyanlarla duruşmadaki savunma da birbirini adeta tekzip ediyor. Örneğin kamu yararı gözetilmesi gerekmez diyen bürokrata, bir yıl önce çekilme kararını gerekçelendirmek isteyen İletişim başkanlığı cevap vermiş sayılır. 21 Mart 2021 tarihli yazılı açıklamada yer alan şu ifadeler savunmayı yalanlıyor: “Türkiye’nin toplumsal ve ailevi değerleriyle bağdaşmayan eşcinselliği normalleştirmeye çalışan bir kesim tarafından manipüle edilmiştir. Türkiye’nin sözleşmeden çekilme kararı alması da bu nedene dayanmaktadır.” Bu ne perhiz bu ne lahana turşusu… Geçelim. Zannederim ki 23 Haziran tarihli duruşmada iptal istemli dilekçelerde iddialarını ortaya koyacak avukatlar, İstanbul Sözleşmesi’nden çekilme kararının yanlışlığını kaçınılmaz olarak uluslararası ilişkiler açısından da ortaya koymaya çalışacaklar. Haftaya perşembe günü yapılacak duruşmanın davacı listesini buraya bırakarak bitireyim en iyisi. Listenin Danıştay tarafından paylaşılmadığını, EŞİK gönüllerince ve şu ana kadar ulaşılabilen bilgilerden oluştuğunu belirtmekte de yarar var.

23 Haziran

1- Kocaeli Barosu

2- Kayseri Barosu

3- Batman Barosu

4- Samsun Barosu

5- Antalya Barosu

6- Ordu Barosu

7- Yalova Barosu

8- Bursa Barosu

9- Ankara Diş Hekimleri Odası

10- Muğla Barosu

11- Van Barosu

12- Amasya Barosu

13- TMMOB

14- TTB

15- Körfez Bağımsız Kadın Dayanışması (bireysel olarak açılmış dava)

16- Çanakkale Feminist Dayanışma


Berrin Sönmez Kimdir?

Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi mezunu. Aynı üniversitede araştırma görevlisi olarak akademiye geçti. Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na giriş süreci üzerine yüksek lisans tezi yazdı. Halkevi ve kültürel dönüşüm konulu doktora tezini yarıda bırakarak akademiden ayrılıp öğretmenlik yaptı. Daha sonra tekrar akademiye dönerek okutman ve öğretim görevlisi unvanlarıyla lisans ve ön lisans programlarında inkılap tarihi ve kültür tarihi dersleri verdi. 28 Şubat sürecindeki akademik tasfiye ile üniversiteden uzaklaştırıldı. Dönemin keyfi idaresi ve idareye tam bağımlı yargısı, akademik kadroları “rektörün takdir yetkisine” bırakarak tasfiyeleri gerçekleştirdiği ve hak arama yolları yargı kararıyla tıkandığı için açıktan emekli oldu. Sırasıyla Maliye Bakanlığı, Ankara Üniversitesi, Milli Eğitim Bakanlığı ve Afyon Kocatepe Üniversitesi’nde ortalama dört-beş yıl demir atarak çalışma hayatını tamamladı. Kadın, çocuk, insan hakları, demokrasi ve barış savunucusu, feminist-aktivist Berrin Sönmez’in çeşitli dergilerde makale ve denemeleri yayınlanmıştır.