Milenyuma beş kala: Bizim Zamanımız

Şair-yazar Sinem Sal’ın ilk romanı 'Bizim Zamanımız', Karakarga Yayınları tarafından yayımlandı. Roman, 90’ların özlenen sesini duyurmayı arzuluyor okuruna...

Google Haberlere Abone ol

Sinem Sal’dan yeni bir kitap: Bizim Zamanımız. Yeni yılın ilk kitaplarından olan ve Karakarga Yayınları tarafından yayımlanan roman, 90’ların özlenen sesini duyurmayı arzuluyor okuruna. Özellikle kadınlar ve onların hayat hikâyeleri üzerinden dönüyoruz tanıdığımız, bildiğimiz sokaklara. Sinem Sal, gerçekleri, nostaljinin oluşturduğu o ‘her şeyi güzel anma’ atmosferine sığınarak değil; aksine hayatlarına konuk olduğumuz kadınların mücadelesini, yalnızlığını, sevgiden yoksunluğunu vurgulayarak anlatmayı tercih ediyor. Bunu gerçekleştirirken dönem zihniyetinin de altını çiziyor elbette.

Kısa kısa kurgulanmış bölümlerden oluşan ‘Bizim Zamanımız’, bir ben-anlatıcıya sahip: Mihrap. Aynı zamanda ‘başkişi’ olarak da değerlendirebiliriz onu. Mihrap, annesiyle birlikte yaşadığı apartmanda ve mahallede olup bitenleri aktarıyor. Roman kişilerini Mihrap’ın bize anlattığı kadar tanıyoruz. Yani aslında Mihrap’ın da gözlemlediği, bildiği kadar; onun gördüğü gibi, onun izlenimleri ve sezgileri dahilinde.

DÜN NASILDIK, BUGÜN NASILIZ?

90’ların son demleri. ‘Bugün nasılsınız?’ sorusunun yalnızca televizyonlardan yükseldiği hayatlar... Evlerdeki tek hareket, akşam için yapılan yemek hazırlığı. Mahalledeki tek hareket, misafirlikler. Eğlence ise yine televizyonda, diziler ve yarışmalarda. ‘Bizim Zamanımız’da döneme ait birçok unsurla karşılaşıyoruz, bunlardan birçoğu yüzümüzde kırık bir gülümseme bırakacak türden. Örneğin o yıllarda check-up yaptırabilmenin kolay ve belki de tek yolu yer alıyor romanda: Devlet hastanesinde bölüm bölüm gezmek ve yalancı şikâyetler uydurmak. Ya da elektrikler gittiğinde ilk düşünülen, Mihrap ve annesinin takipçisi olduğu ‘Zamanın Elleri’ni izleyemeyecek olmak. Mihrap’ın annesi yalnız bunun için dizinin yayınlandığı kanalı arayarak ‘yeni bölümü ertelemelerini’ rica ediyor. Mihrap’ın bir yarışmaya telefonla bağlanarak kazandığı ödül, mahallenin kadınlarıyla birlikte seyirci olarak katıldıkları -Türkiye’de yıllarca farklı kanallarda farklı sunucularla devam eden ve bir klasik haline gelmiş olan- Çarkıfelek programı ve bir dönemin efsane toz içeceği Tang ise tam anlamıyla nostaljik havayı yansıtır nitelikte. Yine şarkı sözlerinin, ünlü şarkıcıların ve dönüştürülmüş ifadelerin farklı durumlarda türlü hisleri aktarmak için kullanıldığını görüyoruz. Bunlar arasında Mihrap’ın annesinin gençlik sevdası Adnan ‘Gürses’, ayrı bir yere sahip.

Romanda milenyuma giriş de kendine yer bulmuş. Tıpkı gerçekte olduğu gibi kurmacada da birçok şeyi simgeliyor milenyum. En çok da umudu. Mihrap’ın ve mahallelinin beklentileri, bugün hâlâ gerçekleşmemiş olsa da, yoksulluğa yapılan vurguyla birlikte okunduğunda oldukça manidar:

“Avrupa’ya dahil olmuşuz gibi bir hisle milenyumu bekliyoruz. Milenyum demek yenilik demek, eşitlik, adalet, modernizm... Artık garibanın da yüzü gülecek. Zenginler uçan arabalara binecek, böylece araba fiyatları düşecek, bu sayede hepimiz araba sahibi olacağız. Yemek yemek diye bir şey kalmayacak, insanlar kapsülle günü geçirecek. Kivi, çilek, muz, pirzola ucuzlayacak. Zenginlerin tenezzül etmeyeceği tüm üst sınıf araç gereç ve yaşam şartlarına bir anda sahip olacağız. Milenyum, zenginler bir sınıf daha atlarken, bizim kendiliğinden bir üst sınıfa geçmemiz demek. Hepimiz milenyumun orta sınıfı olmak için bilime ve zenginlere bel bağladık. Yaşasın milenyum!” (s. 116)

Mihrap’a babasından kalan ve bir ‘her şeyci dükkânı’nı andıran tuhafiye dükkânı, ‘eski’yi temsil eden unsurlardan biri. Burada ‘eski’yle kastettiğim bir tür ‘yeniliğe direniş’. Belki de milenyuma, değişime direniş. Başta bu bağlamda bir sembol olarak yorumlayabileceğimiz dükkân, borçlar yüzünden dükkânın elektriği kesildiğinde farklı bir anlam kazanıyor. Mihrap’ın yaktığı mumlarla iyiden iyiye nostalji sarıyor dükkânı. Fakat bu nostalji havası ne Mihrap’a ne mahallelinin içinde bulunduğu duruma hiç de yabancı değil: “Dükkânın bu hâline iyiden iyiye alışmaya başladım. Vitrindeki mumlar iyice nostaljik bir hava verdi bize. Zaten hâlimiz nostaljiden beter. Üstüne mum dikiyorduk.” (s. 51) Sevgilisi Dalyan’ın Mihrap’a ‘artık her yerde alışveriş merkezleri boy gösterdiğinden bu dükkânın nostaljik bir duruşa sahip olduğunu’ söylemesi üzerine Mihrap’ın verdiği yanıt da bahsi geçen durumu destekler nitelikte:

“Sadece şöyle düşün. Mesela sen bir gün işten çıkmışsın, eve gelmişsin, dinleniyorsun, kapı çalıyor, açıyorsun, Korcan Karar. Sana diyor ki ‘Birkaç seneye robotlar ders anlatıyor olacak. Hiçbirinize ihtiyaç kalmayacak.’ Nasıl hissedersin? Hayatım boyunca beni geçtim tüm ailem buradan para kazandı. Yani dükkân benim için nostalji hissi taşıyan bir hoşluktan ziyade hayatımın gerçeği.” (s. 112)

‘BARİ BİRLİKTE AYAKLARIMIZIN ÜSTÜNDE DURAMAYALIM’

Geçmişe genellikle özlem duygusuyla yaklaşıyoruz, özellikle çocukluk yıllarımıza. 2021’den baktığımızda, 2000 öncesi dönem için fazlasıyla geçerli bu. Fakat geçmişin geçmişte kaldığı, yeniden yaşanamayacak olduğu hissiyle içinde bulunduğumuz bu tutum, tıpkı bugünde olduğu gibi geçmişte de her şeyin güllük gülistanlık olmadığını unutturmuyor bizlere. İşte Sinem Sal böyle bir farkındalıkla kaleme almış romanını. ‘Şen dullar’ Mihrap ve annesi, Jüli, Tülay Abla, Ayten Abla, Füsun... ‘Depresyona girecek şartları olsa çıkacak durumları olmayan’, ‘ayaklarının üstünde duramayan’ fakat ‘birlik’ olan kadınlar. Hepsi önceden belirlenmiş kalıpların tayin ettiği monoton bir düzende yaşayan, toplumsal normların izin verdiği ölçüde nefes alabilen kadınlar: “80’ler ve 90’lar namusumuza laf ettirmemekle geçecekti.” (s. 46) Hatta bu kadınlara anlatıya özdeyişleriyle eşlik eden Jüli’nin annesini de eklemek mümkün. Öyle ki “Jüli’nin annesinin bir lafı var” ifadesi roman boyunca tekrarlanırken son sayfalarda anlatıcının “Bu konuyla ilgili Jüli’nin annesinin de kesin bir sözü vardır ama şimdi hatırlayamıyorum.” (s. 211) demesi dikkate değer.

Kadınların hikâyeleri arasında, genç yaşında evliliğini bitiren Mihrap’ın yeniden aşkı bulması ve yitirmesinin, Füsun’un düşlediği intiharın ve Ayten’in eşi İlhan’dan şüphelenmesi üzerine hep birlikte onun peşine takılarak çıktıkları maceranın ayrı bir yeri var. Macera kısmı meraklı okura kalsın, Mihrap’ın başına gelenler de. Fakat Füsun’la ilgili bir ayrıntıyı paylaşmak gerek. Alzheimer olmadan ölmek isteyen Füsun’u intihara iten sebeplere baktığımızda, bunalımında çevresel faktörlerin de etkili olduğunu görüyoruz. Bu bizi yeniden kadınların sıkışıp kaldığı o ‘dar çerçevelere’ yönlendiriyor. Sal, Füsun’u hem mahalleye ait hem de mahalle dışında bir karakter olarak kurgulayarak yaşadığı iç çatışmayı desteklemiş.

“‘Abla Ersin beni aldattı.’

‘Nasıl? Kimle?’

‘Kafamın içinde. Yani benle. Ama ben eski ben değilim işte. Durmadan evlenmeden önce ne alımlıydın be Füsun. Nasıl da güzel saçların vardı Füsun. Herkes sana bakardı Füsun. Çocuk da yapmadın ama kalçaların sarktı Füsun... Canıma yetti.’” (s. 141)

Ve Mihrap’ın yazdığı “Olmasa Mektubu”, ismiyle müsemma bir ‘böyle olmak istemiyorum’ mektubu... İsyankâr bir bildiri. Mihrap’ın bulunduğu konumdan memnun olmadığını belirtmekle birlikte çevresinde gözlemlediği örnekler gibi de olmak istemediğini ortaya koyuyor bu mektup. Tanık olduğu ve kendisi için de ‘olası’ görünen kadın hayatlarının hiçbirinde bir cazibe olmadığını gösteriyor. Öte yandan aşk söz konusu olduğunda onun sarhoşluğuna kapılıp gitme lüksü de yoktur Mihrap’ın, o hep tersine uçmuştur; bulanık sularla, kaygan zeminlerle devam edemez yoluna, beklemek değil bilmek ister:

“Her şeyin bir zamanı olduğunu öğrendiğimden beri müthiş korku duyuyorum. Bu koskoca dağlar, denizler altı günde yapılmış mesela. Bir portakal ağacı üç yılda meyve veriyormuş. Tanımlanmamış bir ağaç türüyüm diyelim ya da henüz yaratılmamış bir gezegen. Allah’ım beni kaç günde tamamlar sence? Ne kadar bekleyeceğim? Önümde bir örnek de yok. Herkesin zamanı farklı diyorlar. Herkesin zamanı kendine. Ya ikimizinki?” (s. 152-153)

Mahallenin Şahin’iyle Mihrap arasında geçen konuşmanın ve romanın son sahnesinin okuru bekleyen sürprizler arasında olduğunu ekleyerek bitirelim. ‘Bizim Zamanımız’, milenyum öncesini hatırlamaya çağırıyor okurunu. Özlenenlere selam gönderiyor, dayanışma ruhunu vurgulayarak mahalle kültürünü diriltiyor. Bunlarla birlikte yoksulluğun, sevgisizliğin ve ‘bir başınalığın’ geçen yıllara rağmen yerinde saydığını unutmamıza da izin vermiyor. Belki de yalnızca Mihrap ve annesinin yaptığı gibi ‘mutlu fakat çok eskide kalmış günlerimizi hatırlatan şeylerden kurtulmamız için’ bir öneride bulunuyor bize, biri ‘nasılsın?’ dediğinde bu soruyu ilk kez duyuyormuş gibi donup kalmayalım diye, kim bilir...

MİLENYUMA BEŞ KALA: BİZİM ZAMANIMIZ

Sinem Sal’dan yeni bir kitap: Bizim Zamanımız. Yeni yılın ilk kitaplarından olan ve Karakarga Yayınları tarafından yayımlanan roman, 90’ların özlenen sesini duyurmayı arzuluyor okuruna. Özellikle kadınlar ve onların hayat hikâyeleri üzerinden dönüyoruz tanıdığımız, bildiğimiz sokaklara. Sinem Sal, gerçekleri, nostaljinin oluşturduğu o ‘her şeyi güzel anma’ atmosferine sığınarak değil; aksine hayatlarına konuk olduğumuz kadınların mücadelesini, yalnızlığını, sevgiden yoksunluğunu vurgulayarak anlatmayı tercih ediyor. Bunu gerçekleştirirken dönem zihniyetinin de altını çiziyor elbette.

Kısa kısa kurgulanmış bölümlerden oluşan ‘Bizim Zamanımız’, bir ben-anlatıcıya sahip: Mihrap. Aynı zamanda ‘başkişi’ olarak da değerlendirebiliriz onu. Mihrap, annesiyle birlikte yaşadığı apartmanda ve mahallede olup bitenleri aktarıyor. Roman kişilerini Mihrap’ın bize anlattığı kadar tanıyoruz. Yani aslında Mihrap’ın da gözlemlediği, bildiği kadar; onun gördüğü gibi, onun izlenimleri ve sezgileri dahilinde.

DÜN NASILDIK, BUGÜN NASILIZ?

90’ların son demleri. ‘Bugün nasılsınız?’ sorusunun yalnızca televizyonlardan yükseldiği hayatlar... Evlerdeki tek hareket, akşam için yapılan yemek hazırlığı. Mahalledeki tek hareket, misafirlikler. Eğlence ise yine televizyonda, diziler ve yarışmalarda. ‘Bizim Zamanımız’da döneme ait birçok unsurla karşılaşıyoruz, bunlardan birçoğu yüzümüzde kırık bir gülümseme bırakacak türden. Örneğin o yıllarda check-up yaptırabilmenin kolay ve belki de tek yolu yer alıyor romanda: Devlet hastanesinde bölüm bölüm gezmek ve yalancı şikâyetler uydurmak. Ya da elektrikler gittiğinde ilk düşünülen, Mihrap ve annesinin takipçisi olduğu ‘Zamanın Elleri’ni izleyemeyecek olmak. Mihrap’ın annesi yalnız bunun için dizinin yayınlandığı kanalı arayarak ‘yeni bölümü ertelemelerini’ rica ediyor. Mihrap’ın bir yarışmaya telefonla bağlanarak kazandığı ödül, mahallenin kadınlarıyla birlikte seyirci olarak katıldıkları -Türkiye’de yıllarca farklı kanallarda farklı sunucularla devam eden ve bir klasik haline gelmiş olan- Çarkıfelek programı ve bir dönemin efsane toz içeceği Tang ise tam anlamıyla nostaljik havayı yansıtır nitelikte. Yine şarkı sözlerinin, ünlü şarkıcıların ve dönüştürülmüş ifadelerin farklı durumlarda türlü hisleri aktarmak için kullanıldığını görüyoruz. Bunlar arasında Mihrap’ın annesinin gençlik sevdası Adnan ‘Gürses’, ayrı bir yere sahip.

Romanda milenyuma giriş de kendine yer bulmuş. Tıpkı gerçekte olduğu gibi kurmacada da birçok şeyi simgeliyor milenyum. En çok da umudu. Mihrap’ın ve mahallelinin beklentileri, bugün hâlâ gerçekleşmemiş olsa da, yoksulluğa yapılan vurguyla birlikte okunduğunda oldukça manidar:

“Avrupa’ya dahil olmuşuz gibi bir hisle milenyumu bekliyoruz. Milenyum demek yenilik demek, eşitlik, adalet, modernizm... Artık garibanın da yüzü gülecek. Zenginler uçan arabalara binecek, böylece araba fiyatları düşecek, bu sayede hepimiz araba sahibi olacağız. Yemek yemek diye bir şey kalmayacak, insanlar kapsülle günü geçirecek. Kivi, çilek, muz, pirzola ucuzlayacak. Zenginlerin tenezzül etmeyeceği tüm üst sınıf araç gereç ve yaşam şartlarına bir anda sahip olacağız. Milenyum, zenginler bir sınıf daha atlarken, bizim kendiliğinden bir üst sınıfa geçmemiz demek. Hepimiz milenyumun orta sınıfı olmak için bilime ve zenginlere bel bağladık. Yaşasın milenyum!” (s. 116)

Mihrap’a babasından kalan ve bir ‘her şeyci dükkânı’nı andıran tuhafiye dükkânı, ‘eski’yi temsil eden unsurlardan biri. Burada ‘eski’yle kastettiğim bir tür ‘yeniliğe direniş’. Belki de milenyuma, değişime direniş. Başta bu bağlamda bir sembol olarak yorumlayabileceğimiz dükkân, borçlar yüzünden dükkânın elektriği kesildiğinde farklı bir anlam kazanıyor. Mihrap’ın yaktığı mumlarla iyiden iyiye nostalji sarıyor dükkânı. Fakat bu nostalji havası ne Mihrap’a ne mahallelinin içinde bulunduğu duruma hiç de yabancı değil: “Dükkânın bu hâline iyiden iyiye alışmaya başladım. Vitrindeki mumlar iyice nostaljik bir hava verdi bize. Zaten hâlimiz nostaljiden beter. Üstüne mum dikiyorduk.” (s. 51) Sevgilisi Dalyan’ın Mihrap’a ‘artık her yerde alışveriş merkezleri boy gösterdiğinden bu dükkânın nostaljik bir duruşa sahip olduğunu’ söylemesi üzerine Mihrap’ın verdiği yanıt da bahsi geçen durumu destekler nitelikte:

“Sadece şöyle düşün. Mesela sen bir gün işten çıkmışsın, eve gelmişsin, dinleniyorsun, kapı çalıyor, açıyorsun, Korcan Karar. Sana diyor ki ‘Birkaç seneye robotlar ders anlatıyor olacak. Hiçbirinize ihtiyaç kalmayacak.’ Nasıl hissedersin? Hayatım boyunca beni geçtim tüm ailem buradan para kazandı. Yani dükkân benim için nostalji hissi taşıyan bir hoşluktan ziyade hayatımın gerçeği.” (s. 112)

‘BARİ BİRLİKTE AYAKLARIMIZIN ÜSTÜNDE DURAMAYALIM’

Geçmişe genellikle özlem duygusuyla yaklaşıyoruz, özellikle çocukluk yıllarımıza. 2021’den baktığımızda, 2000 öncesi dönem için fazlasıyla geçerli bu. Fakat geçmişin geçmişte kaldığı, yeniden yaşanamayacak olduğu hissiyle içinde bulunduğumuz bu tutum, tıpkı bugünde olduğu gibi geçmişte de her şeyin güllük gülistanlık olmadığını unutturmuyor bizlere. İşte Sinem Sal böyle bir farkındalıkla kaleme almış romanını. ‘Şen dullar’ Mihrap ve annesi, Jüli, Tülay Abla, Ayten Abla, Füsun... ‘Depresyona girecek şartları olsa çıkacak durumları olmayan’, ‘ayaklarının üstünde duramayan’ fakat ‘birlik’ olan kadınlar. Hepsi önceden belirlenmiş kalıpların tayin ettiği monoton bir düzende yaşayan, toplumsal normların izin verdiği ölçüde nefes alabilen kadınlar: “80’ler ve 90’lar namusumuza laf ettirmemekle geçecekti.” (s. 46) Hatta bu kadınlara anlatıya özdeyişleriyle eşlik eden Jüli’nin annesini de eklemek mümkün. Öyle ki “Jüli’nin annesinin bir lafı var” ifadesi roman boyunca tekrarlanırken son sayfalarda anlatıcının “Bu konuyla ilgili Jüli’nin annesinin de kesin bir sözü vardır ama şimdi hatırlayamıyorum.” (s. 211) demesi dikkate değer.

Kadınların hikâyeleri arasında, genç yaşında evliliğini bitiren Mihrap’ın yeniden aşkı bulması ve yitirmesinin, Füsun’un düşlediği intiharın ve Ayten’in eşi İlhan’dan şüphelenmesi üzerine hep birlikte onun peşine takılarak çıktıkları maceranın ayrı bir yeri var. Macera kısmı meraklı okura kalsın, Mihrap’ın başına gelenler de. Fakat Füsun’la ilgili bir ayrıntıyı paylaşmak gerek. Alzheimer olmadan ölmek isteyen Füsun’u intihara iten sebeplere baktığımızda, bunalımında çevresel faktörlerin de etkili olduğunu görüyoruz. Bu bizi yeniden kadınların sıkışıp kaldığı o ‘dar çerçevelere’ yönlendiriyor. Sal, Füsun’u hem mahalleye ait hem de mahalle dışında bir karakter olarak kurgulayarak yaşadığı iç çatışmayı desteklemiş.

“‘Abla Ersin beni aldattı.’

‘Nasıl? Kimle?’

‘Kafamın içinde. Yani benle. Ama ben eski ben değilim işte. Durmadan evlenmeden önce ne alımlıydın be Füsun. Nasıl da güzel saçların vardı Füsun. Herkes sana bakardı Füsun. Çocuk da yapmadın ama kalçaların sarktı Füsun... Canıma yetti.’” (s. 141)

Ve Mihrap’ın yazdığı “Olmasa Mektubu”, ismiyle müsemma bir ‘böyle olmak istemiyorum’ mektubu... İsyankâr bir bildiri. Mihrap’ın bulunduğu konumdan memnun olmadığını belirtmekle birlikte çevresinde gözlemlediği örnekler gibi de olmak istemediğini ortaya koyuyor bu mektup. Tanık olduğu ve kendisi için de ‘olası’ görünen kadın hayatlarının hiçbirinde bir cazibe olmadığını gösteriyor. Öte yandan aşk söz konusu olduğunda onun sarhoşluğuna kapılıp gitme lüksü de yoktur Mihrap’ın, o hep tersine uçmuştur; bulanık sularla, kaygan zeminlerle devam edemez yoluna, beklemek değil bilmek ister:

“Her şeyin bir zamanı olduğunu öğrendiğimden beri müthiş korku duyuyorum. Bu koskoca dağlar, denizler altı günde yapılmış mesela. Bir portakal ağacı üç yılda meyve veriyormuş. Tanımlanmamış bir ağaç türüyüm diyelim ya da henüz yaratılmamış bir gezegen. Allah’ım beni kaç günde tamamlar sence? Ne kadar bekleyeceğim? Önümde bir örnek de yok. Herkesin zamanı farklı diyorlar. Herkesin zamanı kendine. Ya ikimizinki?” (s. 152-153)

Mahallenin Şahin’iyle Mihrap arasında geçen konuşmanın ve romanın son sahnesinin okuru bekleyen sürprizler arasında olduğunu ekleyerek bitirelim. ‘Bizim Zamanımız’, milenyum öncesini hatırlamaya çağırıyor okurunu. Özlenenlere selam gönderiyor, dayanışma ruhunu vurgulayarak mahalle kültürünü diriltiyor. Bunlarla birlikte yoksulluğun, sevgisizliğin ve ‘bir başınalığın’ geçen yıllara rağmen yerinde saydığını unutmamıza da izin vermiyor. Belki de yalnızca Mihrap ve annesinin yaptığı gibi ‘mutlu fakat çok eskide kalmış günlerimizi hatırlatan şeylerden kurtulmamız için’ bir öneride bulunuyor bize, biri ‘nasılsın?’ dediğinde bu soruyu ilk kez duyuyormuş gibi donup kalmayalım diye, kim bilir...