YAZARLAR

Metrobüs dedikleri Türkiye

Sorumluluk asla eşit değil, kadın cinayetleri politiktir. Yine de faillere sokak ortasında bir kadını rahatlıkla öldürebileceğini düşündüren özgüvenin arkasında genel olarak susan bir toplum da var. Kadına şiddeti aşk sosuna bulamaktan, mağduru suçlamaktan, olayları katil lehine çarpıtmaktan bir türlü arınamayan kirli cinsiyetçi haber dilinin de katkısı var. Kadın düşmanı politikaları besleyen zehirli yapılardan arınmak için herkesin yapabileceği bir şeyler var.

Son birkaç gündür birkaç nedenle “metrobüs” hep gündemdeydi: İstanbul’da ulaşıma yapılan %40 zam ve buna karşı yapılan eylemler, bir Ajda Pekkan röportajı ve dehşet verici bir kadın cinayeti.

Ajda Pekkan, Sabah gazetesi Günaydın ekinden Tuba Kalçık’a çok özel açıklamalarda bulundu. Röportajın en o kadar da özel olmayan çok özel açıklamalarından biri, bu röportajlarda sıkça rastladığımız tarzda bir göz kırpmaydı: “Cumhurbaşkanının etkinliklerine katıldığı için eleştirilmesini anlayamadığını söyleyen Pekkan, 'Cumhurbaşkanımız, tüm milletimizin seçimi ile belirlenmiş bir kişi ve hepimizin Cumhurbaşkanıdır. Devletimiz herhangi bir organizasyona davet ettiği zaman tabii ki katılıyorum' dedi.”

Sanatçının tarafsızlığı dediğimiz şey, böyle bir dünya ve böyle bir ülkede daima taraflılığına ya da iyicil deyişle suya sabuna dokunmamasına işaret ediyor. Güçlü sesi ve yorumundan bağımsız olarak Pekkan’ın bunca yıldır kendini muhafaza edebilmesinin estetik olmayan bir diğer formülü de gizli bu açıklamada ister istemez. Bunu izleyen samimi itiraflar arasında bir de “metroya, metrobüse hiç binmedim, Marmaray’ı çok merak ediyorum,” vardı. Gözlükle, şapkayla bile gezse yürüyüşünden tanınan Süperstar, bu nedenle hayata karışamıyordu. Normal koşullarda bu belki anlaşılabilir bir şey. Ama İstanbul nüfusunun ezici çoğunluğu için saatler süren tıkış tıkış bir eziyetin adı olan toplu taşımadan, tadılma fırsatı bulunmamış bir egzotik meyve gibi bahsetmenin naifliği aşan bir yanı var. Üstelik gelen zamlarla, kıymete binen salatalık gibi yine üzücü düzeyde ezici bir kesim için hem mecburiyet hem de lüks halini alan metrobüse hiç binmediysen bırak dağınık kalsın, ada gezisiymiş gibi bahsetmeyiver diyor insan.

Röportaj sosyal medyada epey ses getirdi, Metrobüs ve Marmaray bezgini maskeliler “Ajda Pekkan’ın hayal ettiği hayatı yaşıyorum” türünden esprilerle gülümsettiler. Bunlar üstüne Pekkan’ın yapımcısı Samsun Demir, Ajda Pekkan’a İstanbulkart hediye etti. Bir de toplu taşımayla gezi teklifinde bulunmuş, İstanbul kazan biz kepçe dalalım diye. E iyi gezmeler diyelim, ne diyelim.

Aynı günlerde, 23 yaşında bir kadın, Pekkan’ın iç çekmeyle bahsettiği o tıklım tıkış metrobüslerden birinden indikten hemen sonra, sokak ortasında kolundan sürüklenerek bir erkek tarafından katledildi. Kader Gökçe’nin, Esenyurt’ta Haramidere Sanayi metrobüs durağının üst geçidinden indiği sırada kendisini bekleyen Alpaslan Çay tarafından, onca insanın gözü önünde, tüm çırpınmalarına rağmen kalabalıktan en ufak bir tepki gelmeksizin ara sokağa sürüklenip öldürüldüğü görüntüler, günlerce akıldan çıkmayacak türdendi.

Olaya dair ilk tartışmalar, onca kalabalıkta hiç ama hiç kimsenin olayı önlemek için bir şey yapmamasına ilişkindi. Olay anının yarattığı şok, her şeyin çok hızlı olup bitmesi, müdahaleden zarar görme korkusu vb. her şey etken olabilirdi bunda. Yine de bu seyirciliğin, her türlü zulmün neredeyse yalnızca seyircisi olduğumuz bu ortamda insana dokunan bir yanı vardı. Bazı kadın kuruluşları olay anında yapılabileceklere dikkat çekti: 155 aranabilir, cep telefonunda KADES uygulaması olanlar tuşa basabilir, bir gürültü yaratarak, bağırarak katilin dikkati dağıtılabilirdi. O kısacık sürede bunlar mümkün olmayabilir, olsa da belki o kadar gözünü karartmış bir katil karşısında bir işe yaramayabilirdi. Yine de “keşke” demeden edemiyor insan.

Her şeyin hızla olup bittiği bu tekil duruma dair yargılar üretmekten çok, toplumun kadına şiddet karşısında genel seyircilik halinden kaynaklı bir rahatsızlık da var işin içinde. Öyle ya “çift arasına girilmez, yine kötü sen olursun”dan başlayarak, şiddeti kadın aleyhine mahrem alana dahil eden bir zihniyet yaygın bizde. Biri eşine, sevgilisine, kardeşine göz ucuyla baksa ortalığı yıkacak adamlar bir başka adam bir kadını kolundan sürüklediğinde ucu kendi namusuna dokunmadığı için sözsüz ve riyakar erkek dayanışmasıyla “bana ne” diyebiliyor. Kapalı kapılar ardında kaç kadın komşuların “aile arasında olur böyle şeyler, şimdi polis çağırırsak başımıza bir iş gelir,” göz yummasından ötürü çığlık çığlığa katledildi. Batı’da olduğu gibi bir yalıtılmışlık, birbirinden habersizlik ve özel alana ekstra saygıdan farklı bir durum var burada. “Kol kırılır yen içinde kalır” algısı, şiddet gören kadınların aleyhine işliyor. Aynı davranış kalıbının sokak ortasında gerçekleşen olaylarda da bir parça olsun devreye girdiğini düşünmeden edemiyor insan.

 

Eninde sonunda devletin, yargının, sistemin sorumluluğunda olan meseleleri bireylere yükleyerek işin içinden çıkamayız ama elbette. Kader Gökçe’nin iki ay boyunca görüştükten sonra bağını tamamen koparmak isteyince kendisini tehdit eden Alpaslan Çay’dan üç kez şikayetçi olduğu, koruma istediği biliniyor. Şikayetleri değerlendirilseydi, farklı suçlardan sabıkalı bu şahıs güpegündüz metro duraklarında silah taşıyarak gezinmeseydi, 6284 sayılı kanun etkin uygulansaydı, Kader Gökçe çok büyük ihtimalle bugün hayatta olacaktı. Cinayetten şikâyetine rağmen bir kadını katilinin eline bırakan kadın düşmanı politikalar ve eril yargı sorumlu.

Sorumluluk asla eşit değil, kadın cinayetleri politiktir. Yine de faillere gündüz vakti sokak ortasında bir kadını rahatlıkla öldürebileceğini düşündüren özgüvenin arkasında genel olarak susan bir toplum da var. Kadına şiddeti aşk sosuna bulamaktan, mağduru suçlamaktan, olayları katil lehine çarpıtmaktan bir türlü arınamayan kirli cinsiyetçi haber dilinin de katkısı var. Bu ülkede bazı erkekler kadınları yüksekten atabileceklerini, güpegündüz sokak ortasında öldürebileceklerini, kimsenin kendilerine engel olamayacağını düşünüyor. Bu politikaları besleyen zehirli yapılardan arınmak içinse herkesin yapabileceği bir şeyler var.

Yazıyı yazarken Kader Gökçe haberlerine baktım. “Evlenme teklifinden günler sonra sokakta infaz etti” türünden başlıklar, farklı haberleri “süsleyen” aslen “katilin kurgusu” olan mutlu fotoğraf ve evlilik teklifi görüntüleriyle beraber dehşete düşürdü beni. Mesele kırpılıp biçilip sonu kötü biten aşk, kadının önce söz verip sonra vazgeçmesi, hüsrana uğrayan gözü kara aşık gibi toplum bilinçaltının en çamurlu yerlerine hitap edecek bir fotoromana evrilmişti. Bu olayda fail Alpaslan Çay kendine de kıymıştı akabinde üstelik, Kader Gökçe’yi öldürdükten sonra intihar etmişti. 23 yaşında bir kadının defalarca kurtulmaya çalışıp onu kollaması gereken sistemden hiçbir destek göremediği için katledildiği bir büyük suçu “aşıkların kötü sonu” türünden bir melodrama çeviren bu haber dili ayıptan da öte, suç sayılmalı gibi geliyor insana. Medya etiğine dair önemli tartışmalar da her şeyden önce bu cinsiyetçi, ayrımcı, katilleri besleyen haber diline yoğunlaşmalı acilen.

Neyse ki sayıları az da olsa gerçek gazeteciler var. Hakikate ulaşma, ses veremeyenin sesi olma arzusunu tıklanmanın önüne koyan, elbette bu suç fotoromanlarına oranla görece az okunan haberlerin haysiyetli yazarları. Aynı zamanda Evrensel’in kadın servisi olan Ekmek ve Gül editörü Elif Ekin Saltık’ın yaptığı bu ayrıntılı haber, olayı çok adil biçimde ve doğru dille ortaya seriyor.

Elif Ekin Saltık imzasına yine bugünlerde bir başka çok iyi haberde rastlamıştım. Nisa Mihriban bebeğin ölümüyle ilgili, babayı, aileyi, çevreyi, sistemi dev bir paranteze alıp hikâyesini bile bilmeden sadece anneyi suçlayan, çaresizliği ‘cani anne’ye eviren haber dilini de eleştiren bu haber de dev bir eksikliği gidererek içe biraz olsun su serpiyordu.

Kader Gökçe’nin Ekmek ve Gül’e konuşan teyzesi Sebahat Uğurlu, yeğeninin karakoldan teslim aldığı çantasından, daha o sabah failden şikayetçi olduğu ve “can güvenliğim yok” diye koruma istediğine dair bir belgenin çıktığını söylüyor. Alpaslan Çay’la iki aylık bir tanışma ve görüşme sürelerinin olduğunu, bu süreçte Kader’in “adamın ne olduğunu” anladığını ama var gücüyle kendisinden uzaklaştırmaya çalıştığı saplantılı aşıktan kurtulamadığını anlatıyor.

Basında yer alan mutlu çift, evlenme teklifi görüntülerine de haklı olarak çok öfkeli. Haberden anlaşıldığı kadarıyla kısa bir love bombing evresinde fail “kızı tavlamak için” yüzük ve çiçek verip hesapçı romantizmini de kayda almış, yüzüğü verdikten üç gün sonra da çalıp satıp yemiş. Kes yapıştır haberle yaratılan “evlilik teklifinden günler sonra cinayet” kurgusu bir yalandan ibaret. Ortada kültürün ve sistemin desteklediği, reddedilmeyi kabullenemeyen saplantılı bir aşık ve bütün çabasına rağmen korunmayan, katledilen gencecik bir kadın var, hepsi bu.

Kader Gökçe’nin teyzesi Sebahat Uğurlu’nun sözleriyle bitirmek istiyorum bu yazıyı: “Bütün bunlardan başımızdakiler sorumlu. Sokak kavgası eder gibi kavga ediyorlar; şiddete, cinayetlere bir çözüm bulmuyorlar. Çocuklarımız, kızlarımız öldürülüyor sahip çıkan yok. Adam cinayet işliyor karakolun bir kapısından girip öbür kapısından çıkıyor, böyle bir adalet böyle bir sistem olur mu…”

Böyle adalet, böyle bir sistem olur mu gerçekten?


Zehra Çelenk Kimdir?

Senarist ve yazar. Şiirleri erken yaşlarda Türk Dili, Yeni İnsan, Mavi Derinlik, Broy gibi dergilerde yayımlandı. Üniversitede okurken çeşitli dizilerin yazım ekiplerinde yer aldı. Dizi yazarlığının yanı sıra reklam metinleri, müzik videoları, tanıtım filmleri kaleme aldı. Senaryo seminerleri verdi. Lisans ve yüksek lisansını tamamladığı Ankara Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo-Televizyon, Sinema Bölümü'nde 2007-2014 yılları arasında Televizyon Yazarlığı dersini verdi. 2007- 2008'de TRT 1'de yayınlanan Yeni Evli adlı 175 bölümlük günlük komedi dizisinin proje tasarımını, başyazarlığını ve süpervizörlüğünü yaptı. 2011'de, öykü ve senaryosunu yazdığı Hayata Beş Kala adlı dizinin yapımcılığını üstlendi. Seyyahların İzinde ve Anadolu'da Zaman gibi TV belgesellerinde de yapımcı olarak görev aldı. Öykü ve senaryosunu yazdığı, 2014'te Fox TV'de yayınlanan Ruhumun Aynası adlı dizisi, 2015'te Artemis'ten aynı adla yayımlanan ilk romanına ilham oldu. Türkiye'de bir diziden romana uyarlanan ilk eserdir. İstanbul'da yaşıyor, TV- sinema işleri ve edebiyatla uğraşıyor.