Merkez bankalarını yeniden düşünmek

Merkez bankalarının daha sağlıklı bir zeminde hareket etmesi ancak sermaye akımlarının belirli bir ölçüye kadar sınırlandırılması ile mümkündür.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

Kısa bir süre önce Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü’nden Ercan Eren hocanın kendi youtube kanalında merkez bankası bağımsızlığı üzerine Hakan Kara hocanın konuşmacı olarak katıldığı ve Asaf S. Akad hocanın da yorumları ile katkıda bulunduğu verimli bir tartışma oldu. Farklı katmanları olan ve bu yüzden de birçok iktisatçının zihninde arafta tuttuğu, pozisyon alırken zorlandığı bu konu üzerine ben de kamusal tartışmaya katkıda bulunmak için kendi görüşlerimi yazmak istedim. Umarım bu, mevcut iktidarın fonksiyonlarını tahrip ettiği merkez bankasının bundan sonra daha sağlıklı bir şekilde tasarlanması için de bir tartışmaya vesile olur.

Merkez bankaları iktisadi bir yapı içinde birtakım önemli roller üstlenen aktörlerdir. Sadece kendi yetkileri değil, içinde bulundukları yapının da yönlendirmesi altındadırlar. Günümüzde merkez bankaları finansallaşan, küreselleşen, tekelleşen ve ciddi anlamda gelir/servet eşitsizliğinin olduğu bir ortamda hareket etmek durumundalar. Bu yapı içinde temelde makro istikrara odaklanan merkez bankalarına yasal olarak da nispi bir otonom alanı açılmış durumdadır. Merkez bankalarını kendi yetki alanları, iktidarların politik tercihleri ve içinde bulundukları yapı üzerinden anlamak gerekir. Fed eski başkanı B. Bernanke para politikasının, yani merkez bankasının rolünü bu üçlü yapı (merkez bankası- siyaset-iktisadi yapı) içinde görmeyi tercih etmediğinden Fed’e olduğundan daha fazla anlam yüklemişti. Bu yüzden, 1980’lerden itibaren, özellikle gelişmiş ülkelerde krizlerin azalmasını üç nedenle açıklamıştı. Bunları da merkez bankalarının iş çevrimlerini yönetme yetkinliği, iktisadi sistemin daha dirençli hale gelmesi veya bu dönemde çok sert krizler olmama şansı ile ilişkilendirmişti.

Aslında Bernanke’nin ifade ettiği üç durum da tartışmalıdır. Her şeyden önce, para politikasının başarılı olup olmadığı konusu oldukça şüphelidir. 1980’lerin sonrasının en önemli niteliği finansal alandaki deregülasyonlardır. Finans üzerindeki baskı kaldırıldı ve finansal inovasyon süreci ile sürekli genişleyen ve reeli de domine eden bir yapı ortaya çıktı. Merkez bankaları bu yapı içinde geleneksel işlevlerini sürdürseler bile zamanla finansa bağımlı hale geldiler. Politik otoriteden nispeten daha bağımsız hale geldikçe finansal aktörlere daha bağımlı hale geldiler. Çünkü bu dönemde merkez bankaları büyük oranda finansı yatıştırmaya odaklandı. Fakat bu, finansal sistemin istikrarı için önemli olsa da diğer iktisadi ve sosyal sorunların derinleşmesine neden oldu. Böylece, büyümenin ruhsuz bir istatistiğe indirgendiği, insanların stres altında güvencesiz bir yaşama zorlandığı, eşitsizliğin arttığı ve sürekli zorunlu rızalar üreten bir sistemin görünen en önemli aktörlerine dönüştüler. Derin dip dalgalar halinde gelişen bu sorunlar finans gibi hemen krize neden olmadıklarından ihmal edildiler.  Finansı teskin etmeye çalışan bir para politikasının bu sorunları görünmez kılmaya çalışması bir başarı değildir. Bir yanıyla, finansal istikrar daha ağır diğer kriz formlarına dönüştü. Finans bu anlamıyla hem sorunun kaynağı hem semptomudur.

Bernanke’nin ikinci neden olarak gösterdiği iktisadi sistemin zamanla daha güçlü/dirençli hale gelmesi ise 2007-08 global krizi ile çok açık bir şekilde test edildi. Bu durum aslında birinci nedenden bağımsız değildir, para politikasının finansı yatıştıran çabası aslında iktisadi sistemi de güçlü gösterdi. Finans, alanını genişlettikçe mevcut sorunların üstünü örttü ve sistemin iyi çalıştığına dönük bir anlayış oluşturdu. Belirli bir ideolojik anlayışın da, finansın sorunları örten bir tüle dönüşmesini  kolaylaştırdığını ifade etmek gerekir. Piyasalara aşırı güvenen bu anlayış sistemdeki tüm risklerin rasyonel aktörler tarafından fiyatlandığını düşünme eğilimi içindeler. Bu yanıyla, Bernanke genel olarak iktisadi yapının gücü ile merkez bankasının rolünü aynı çerçeve içinde değerlendirdi. Oysa merkez bankaları meritokratik bir yapı, hatta bir tür pantheon’a dönüştükleri oranda, sosyal ve iktisadi sorunların derinleşmesine katkı sundular.

Bernanke üçüncü neden olarak ise 1980 sonrası dönemde krizle karşılaşmama şansımız olabilir diye ifade eder. Bu yaklaşım da aslında sistemi endojen olarak sorun biriktiren, kırılganlıkları artıran bir yapı olarak görmeyen ve krizi de daha çok dışsal bir şok gibi algılayan bir zihin dünyasına aittir. Kriz adeta ekonometrinin “masum” hata terimine indirgenmiş durumdadır. Ne kalıcıdır ne de nedensellik içerir. Bunda da finansın doğasını anlamama ve piyasalara dönük aşırı güvenin çok etkisi vardır. Sonuç olarak, sunulan bu üç neden de aynı bakışın farklı yüzleridir. Merkez bankası bağımsızlığı tartışmasını bu anlayışın kritiği üzerinden ilerleyerek bir yere vardırabiliriz. Konu farklı ve çelişkili katmanlar içerir. Bu katmanlardan aşağıda bahsetmek istiyorum.

MERKEZ BANKASI BAĞIMSIZLIĞININ DOĞASI 

Merkez bankası bağımsızlığını büyük oranda 1960’ların teorik çalışmalarına kadar götürebiliriz. Genel anlamda, bu ana akım iktisatçıların para ve maliye politikalarına dair politika etkinsizliği hipotezine dayanır. Buna göre, bu politikalar, özellikle para politikası, reel değişkenleri çok etkilemez. Bu yanıyla, merkez bankası bağımsızlığı politikacıları para politikası alanından uzak tutarak parasal şokları azaltmayı amaçlayan liberal-teknokrat bir yorumdur. Bu yüzden, kurallı para politikası önerilir. Hatta M.Friedman merkez bankalarına dahi gerek olmadığını ve para arzının belirli bir kurala göre bilgisayarla da ayarlanabileceğini iddia eder. Dahası merkez bankalarının davranışlarını anayasal bir kurala bağlayarak politik alanın dışına taşımayı amaçlayan “Anayasal İktisat Okulu” da bu düşünce geleneği üzerinden gelişti. Bugün neredeyse çoğu lisansüstü programların temel formasyonunu oluşturan Yeni Klasik Makroekonomi Okul iktisatçıları ise krizleri parasal şoklar/sürprizlerle anlatmayı tercih etmeye devam etmektedir. Fakat bu okulun en önemli temsilcilerinden biri olan R. Lucas daha sonra para şoklarını çok abartmış olduğunu kabul eder. Benzer şekilde, Avusturya okul geleneği de krizleri büyük oranda sorumsuz politikacıların popülist genişlemeci para politikaları ile açıklar. Özellikle düşük faiz politikalarının aşırı kredi ve borç döngüleri yarattığı ifade edilir. Son global krizi de bu eksende açıklar.

Merkez bankaları önemli kurumlardır. Oldukça kompleks ve merkezi-olmayan iktisadi yapıların olası piyasa başarısızlıklarına dönük önemli merkezi roller üstlendiği çok açık. Fakat merkez bankalarının günümüzdeki konumlarının iyi tanımlanması gerekir, bu bize mevcut sorunları çözme konusunda da ipuçları verecektir. Bu anlamda, merkez bankalarını şu noktalar üzerinden tartışmak faydalı olabilir: bilgi problemi, önceden müdahalenin zorluğu ve müdahalenin etkinsizliği problemi. Birincisi, merkez bankalarının sahip olduğu bilginin niteliği ve kullanımı ile ilgilidir. Merkez bankaları diğer aktörlere göre ellerindeki detaylı kaynaklardan dolayı bir bilgi avantajına sahiptirler. Fakat ellerindeki bilgi ne kadar fazla olursa olsun, dinamik iktisadi ilişkilerin niteliğini yakalamak ve diğer aktörlerin olası müdahalelere nasıl tepki vereceklerini önceden kestirmek zordur. Bu yüzden, müdahaleler ne kadar doğru görünse de hep bir tartışma içerir. 

Bilgi ile bağlantılı diğer bir durum daha ciddi bir sorun oluşturur. İlki bilginin doğasına ait bir sorun iken, bu daha çok kurumların ve bunlarla ilişkili iktisatçıların ekonomiye dair formasyonlarına ait bir sorundur. Bu formasyon da piyasaya aşırı güvenen, bireysel rasyonaliteye inanan ve finansın yayılmacı ve yıkıcı doğasını sorunlu görmeyen bir karakter taşır. Bu durum, yani iktisadi yapının işleyişinde belirli mekanizmaları düşünsel/ideolojik olarak dışarda bırakma temayülü, hem anlamayı hem tahmin etmeyi zorlaştırır. Bu yüzden, geleceğe dair bilginin doğasından kaynaklanan sorunları da aşan bir şekilde önemli gördüğümüz iktisatçılar çok kolayca büyük tahmin hataları yapabiliyorlar. A. Greenspan, B. Bernanke, O. Blanchard, E. Fama veya R. Lucas sadece bunlardan birkaçıdır. Hepsinin de piyasaya atfettikleri abartılı güven ve etkin piyasa hipotezine (fiyatların her tür riski içerdiği düşüncesi) sorgusuz inançları iktisadi sorunları teşhis etmeyi engelliyor. Son dönemlere kadar, ortodoks/ana akım diye nitelendirilen ekonomistlerin önemli bir kısmı “köpükler”e dahi inanmıyorlardı. Fakat gerçek uzun süredir bunun tersini gösteriyor, iktisadi krizlerin sisteme içkin ve endemik olduğunun artık daha çok farkındayız. Ünlü iktisatçılar R. Lucas ve E.Fama da 2007-2008 global krizini hala geçici bir “dalgalanma” olarak ve krizleri de daha çok ekonomi tarihi kitaplarının bir anlatısı şeklinde yorumlama eğilimi gösteriyorlar. Bunun en önemli sebebi, kısaca “homo economicus”a atfedilen “rasyonel iyimserlik” durumudur. Yani rasyonel bireyler, riskler fiyatlara yansımış olduğundan aldıkları riskin farkındalar ve dolayısıyla her durumda optimal davranırlar. Bu durum, Fed eski başkanı A. Greenspan’in global kriz öncesi oluşan “taşkınlığı” hala anlamadığını ifade etmesinde de çok açıkça görülür. Bu tür bir anlayışın temel karakteristiği sosyal refahı hep ikincil ve makro istikrarın bir türev olarak görmesidir. Bu yüzden, “Greenspan put” kavramı temsili bir nitelik taşır. Hem “istikrar kaygısının finansallaşmasını” hem de ona müdahalenin içeriğini görmek açısından oldukça kritik önemde bir kavramdır. Ne zaman finansın başı sıkışsa Amerikan merkez bankası müdahale eder ve iflas etmiş finansal aktörlere dönük alım opsiyonunu kullanır, yani onları kurtarır. Bu yüzden de, merkez bankaları tarafından kurtulacaklarını bilenler aşırı risk alma eğilimi göstermektedirler (ahlaki risk eğilimi).

Yukarıda ifade ettiğim merkez bankalarına dair ikinci sorun ise reel zeminde karşılaşılan güçlüklerle ilişkilidir. Bu da temelde merkez bankalarının finansa rağmen müdahalelerinde karşılaştığı zorluklardır. Finansal piyasalara her şey yolunda giderken müdahale etmek zordur, sıkça söylenildiği gibi, müzik çaldığı müddetçe dansı bitirmek zordur. Merkez bankasının bu gibi durumlarda rasyolara bakarak (kredi genişlemesi örneğin) müdahale etmesi çok sayıda tepkiye neden olduğu gibi, bunun ciddi reel karşılıkları olur. Çünkü finans bir balon gibi genişledikçe, içinde bulundurduğu aktör/yapıların da konumları yer değiştirir. Finans reel firmaların üretimlerini, yatırım kararlarını ve tüketim düzeylerini kendisi ile birlikte değiştirir. Finansa müdahale aynı zamanda diğer iktisadi kararlara da müdahale anlamına gelir. Dolayısıyla, gelinen noktada tedbir almak oldukça zorlaşır çünkü finansı kısıtlamak, reel kararların da negatif etkilerini göğüslemeyi gerektirir. Bunu, bugünlerde Fed’in faizleri artırırken resesyon ihtimalini tetiklemesinde de görüyoruz. Diğer yandan, müdahalenin politik kısıtları da vardır, işler iyi giderken sınırlandırıcı müdahalelere politikacılar itiraz ederler. Özellikle seçim dönemlerinde bunu engellemek isterler.

Üçüncü sorun, kriz sonrası merkez bankalarının yapabileceklerinin sınırlı olmasıdır. 2007-2008 global krizinde bunu gördüğümüzü düşünüyorum. Çoğu insan krizden çıkışı merkez bankalarının, özellikle Fed’in başarısı gibi sunmaktadır. Ben de bir ölçüye kadar başarılı olduğunu düşünüyorum. Fakat tüm tecrübelere, yeni yaklaşımlara ve parasal enstrümanlara rağmen merkez bankalarının izlediği politikalar ile yapabilecekleri sınırlı kalmıştır. Global kriz esnasında merkez bankalarınca görülmemiş düzeyde yapılan müdahalelere rağmen (faizin sıfıra çekilmesi, devasa varlık alımları gibi) ekonomilerin iyileşmesi oldukça zaman almıştır. ABD’de kriz sonrası kaybedilen milyonlarca işçinin geri dönmesi yaklaşık 6-7 yıl aldı. 1930’lardaki Büyük Bunalım dönemlerine nispeten daha genişleyici bir para politikasının izlenmesinin krizin derinliğini ve süresini azalttığı doğrudur. Fakat her seferinde dozajı artan müdahalelerin yeni sorun alanları yarattığını da görmek gerekir: İktisadi sisteme boşaltılan tonlarca paranın neden olduğu varlık balonları; bunların çekilmesi ile varlıkların bu sefer aşırı değer kayıpları ve iktisadi durgunluğun tetiklenmesi; her seferinde daha güç teskin edilen finansal bir yapının oluşması; piyasaya verilen paraların bir kısmının gelişmekte olan ülkelere akması ile oluşan yeni ulusal kriz dalgaları; ve makro istikrar adına asli sorunların sürekli ötelenmesi.

MERKEZ BANKALARININ TEMEL AMACI NE OLMALIDIR?

Kritik soru budur. Buna verilen en yaygın cevap ise fiyat istikrarıdır. Bu tür bir amacın, merkez bankalarının hem spesifik bir alana yoğunlaşmasına hem de bunun politik müdahaleye daha kolayca kapatılmasına imkân verdiği düşünülür. Bu yüzden de, 1990’lı yıllardan itibaren enflasyon hedeflemesi Yeni Zelanda’dan başlayarak dünya geneline yayıldı. Fakat global kriz merkez bankalarının sadece mal/hizmet enflasyonuna odaklanmasının yeterli olmadığını, buna varlık enflasyonun da dahil edilmesi gerektiğini de gösterdi. Bu aslında bir bakıma 1980’lerden itibaren çok açılması sağlanan finansal aktörlerin tekrardan regülasyona tabii tutulması anlamına geliyor. Nitekim bu, ABD’de Dodd-Frank yasası, Avrupa’da birçok finansal kurum ve fonların regüle edilmesi ile sonuçlandı. Fakat buna rağmen, bugün baktığımızda finansallaşmanın neredeyse tüm göstergeleri global kriz öncesine geri dönmüş durumdadır. Hatta kredi ve borç oranları global kriz dönemi öncesinin çok ötesindedir. Finans bu anlamıyla geçici bir geri çekilme göstermiş ve ardından tekrardan alanını genişletmeye devam etmiştir.

Merkez bankalarının genelde hedef aldığı enflasyon çıpasının finansal aktörlerin kaygıları ile çok uyumlu olduğu açık. Finansal aktörler enflasyondan haz etmezler çünkü belirsizliği artıran ve getirilerini törpüleyen bir unsurdur. Bu yüzden, enflasyona en fazla tepkinin finanstan gelmesi şaşırtıcı değildir. Bu girdaptan çıkmak için, merkez bankalarının kullandıkları çıpaları biraz daha reel unsurlara bağlamak gerekir. Bu, merkez bankalarının finansla bağlarını azaltmak açısından da önemlidir. Büyümenin kompozisyonu ve niteliği her zaman sosyal refahla uyumlu olmayabileceğinden işsizlik veya istihdamın büyümeden daha iyi bir çıpa olacağını düşünüyorum. Beklentilerin kapsamına bir reel çıpa dâhil edildiğinde ekonominin sağlıklı bir büyüme için yönlendirilmesi ve daha kolay olur. Bu aynı zamanda, reel değişkenlerin değişme periyodunun uzun olmasından dolayı merkez bankalarına daha uzun dönemli bir perspektif de kazandırır. Örneğin, ABD merkez bankası Fed global kriz sonrası bir ara işsizlik oranını çıpa olarak kullanmış ve bu işsizlik oranının altına (yaklaşık yüzde 6.5’di) düşmeden faizleri artırmayacağını ilan etmişti. Aslında, bu önerdiğim ikili yapı yeni bir şey değil.  Fed başlangıçta fiyat istikrarına odaklı olmasına rağmen, 1940’larda istihdamın da dâhil edilmesi gerektiği şeklinde başlayan tartışma gecikmeli bir şekilde 1977 yılında bir yasaya dönüştü. Buna göre, “ikili yetki ” (dual mandate) gereği, hem düşük enflasyon hem de maksimum istihdam Fed’in amaçları arasında tanımlandı. Fakat fiili olarak Fed çoğu zaman enflasyona daha fazla ağırlık vermiştir. Bunu Taylor kuralının, diğer merkez bankalarında olduğu gibi, enflasyon ayağına daha fazla önem vermelerinde de biliyoruz. Burada şu soruyu da sormak gerekir: Merkez bankaları gelir dağılımını dikkate almalılar mı? Merkez bankalarının gelir dağılımını bozma konusunda bilfiil etkili oldukları açık. Bu da yine finansa bağımlılıklarından kaynaklanır. Özellikle varlık fiyatlarının şişmesi ve kriz dönemlerinde de yüksek faiz politikaları ile resesyonu derinleştirmeleri anlamında bunu kolaylaştırırlar. Fakat gelir dağılımını direkt iyileştirme konusunda ellerindeki araçların buna uygun olmadığı açık. Fakat işsizlik/istihdam çıpası üzerinden dolaylı olarak gelir dağılımına bir ölçüye kadar etkileri söz konusu olacaktır.

Merkez bankaları genelde mekanik kuralları kullanmayı tercih ederler. Bu kısmen araç çeşitliliğinin sınırlı olması (genelde faiz) kısmen yetki alanlarının enflasyonla sınırlandırılmış olması ve kısmen de ortodoks politika uygulama eğilimlerinden kaynaklanır. Merkez bankalarının politikalarını yönlendiren ana akım iktisatçıların önemli bir kısmında bu ortodoks eğilim çok açık şekilde görülür. Eldeki araç çeşitliliği azlığı, yani “faiz keseri” her şeyi aynı problem gibi görme eğilimi yaratır. Örneğin, 1980’lerin başında ABD’de dönemin Fed Başkanı P. Volcker yüksek enflasyonu faizi yükselterek halletmeyi amaçladı ama enflasyon büyük oranda arz kaynaklıydı. Bugün de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Arz kaynaklı da olsa da faizi yükselterek enflasyonu düşürmek mümkündür, fakat bu, ekonomide ciddi resesyon ve işsizlik pahasına gerçekleşir. Yani böbrek ağrısı çeken bir hastanın ölümüne neden olursanız ağrı da kalmaz. Elinizde araç çeşitliliği az olduğunda ve sadece enflasyonu düşürmeye odaklandığınızda sorunun farklı boyutları ile ilgilenme eğiliminiz de azalır. Bu yüzden, tüm yükü sadece merkez bankasına yıkmak yerine daha koordineli bir kamusal politika izlenmelidir. Buna maliye politikası ve finansal regülasyon alanlarının genişletilmesi de dahildir. Bu hem araç hem de amaç çeşitliliğine imkân tanıyacaktır. Burada şunu da ifade etmek isterim. Merkez bankalarının faiz politikası seçici bir araç değildir, yani piyasa faizini genel anlamda artırır veya düşürürler. Bu da merkez bankalarının finansmanın içeriğine dönük belirli bir yönlendirme gücü olmadığını anlamına gelir. Bunu ancak kamu bankaları yapabilir. Yani merkez bankası faizleri makro düzeyde yükselttiğinde bile, kamu bankaları hala düşük faizle belli stratejilere uygun sektörel finansman yapabilirler. Böylece genel piyasa yönlendirmesi ile özel olan aynı anda ve farklı amaçlar için kullanılabilir.

Diğer yandan, gelişmekte olan ülkeler için sermaye akımlarını dikkate almadan merkez bankası etkinliğini artırmak ciddi anlamda zordur. Sermaye akımları bir ülkeden diğerine sürekli dolaşan ve çıktığı ülkede enkaz bırakan şiddetli finansal dalgalar halinde hareket ederler. Bu yüzden, 1980’lerde krizlerin önemli bir kısmının gelişmekte olan ülkelerde olması tesadüf değildir. Gelişmekte olan ülkelere akan sermaye akımları “klasikleşmiş süreçler” yaratır. Sermaye girişi sonrası kredi genişlemesi, varlık fiyatlarında enflasyon, değerlenen kur ve artan cari açıklar yaşanırken, sermaye çıkışı sonrasında ise bunun tam tersi bir yıkım süreci yaşanır. Bu iki farklı iktisadi rejim demektir. İlk süreçte çoğu zaman merkez bankası eli kolu bağlı bir gözlemci iken, ikincisinde ise ortodoks politika uygulayan bir acı reçete uzmanıdır. Özellikle sermaye girişi ile başlayan süreçte merkez bankalarının kurlara müdahale etmesi zordur ve değerlenen kurla birlikte enflasyon düştüğünde ise merkez bankaları başarılı görülür. Oysa çoğu süreç merkez bankalarının kontrolü dışında gelişir.  “İmkânsız üçleme” yaklaşımına göre esnek döviz kur sistemi ve sermaye akımları merkez bankalarına özerk bir alan açar. Fakat bunun gelişmekte olan ülkeler için çok da doğru olmadığını gözlemliyoruz, sermaye akımları merkez bankalarını sorumsuz kıldığı gibi başarılı da göstermektedir. Sermaye akımları aslında fiili olarak sabit kur sistemine benzer bir etkide bulunur, yani ulusal paranız genelde her iki durumda da (esnek veya sabit döviz kuru sistemi) reel anlamda değer kazanır. Bu anlamda esnek döviz kuru sisteminde merkez bankası özerkliği pek işe yaramaz. Dahası, gelişmekte olan ülkelerin paraları üzerindeki bu sermaye baskısından dolayı merkez bankaları “rezerv istifleyen” kurumlara dönüşür. Doğu Asya ülkelerinin tamamı böyledir. Oysa rezervlerin sosyal fırsat maliyeti oldukça yüksektir. Dolayısıyla, merkez bankalarının daha sağlıklı bir zeminde hareket etmesi ancak sermaye akımlarının belirli bir ölçüye kadar sınırlandırılması ile mümkündür.

Tabii burada son olarak şunu ifade etmek gerekir, enflasyon-işsizlik çıpaları üzerinde izlenen para politikaları her zaman politik bir gerginlik alanıdır. Siyasilerin, ağırlığı işsizliğe verip enflasyonu ihmal etme eğilimleri her daim olacaktır. Burada kritik olan merkez bankasının hem yasal olarak hem de kamuoyu korunması ile oluşacak geleneklerdir. Çünkü yasal kurallar ancak belli bir noktaya kadar bunu sağlar, nihayetinde merkez bankası başkanlarını siyasiler atarlar. Önemli olan bu atama sonrası merkez bankalarının hedeflerini gerçekleştirmesi için bir tür kamuoyu desteği yaratmak, kurumsal gelenekler oluşturmak ve bunu yasa ile güçlendirmektir.

*Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü