YAZARLAR

Meral Hanım’ın yolculuğu

Akşener, PKK’lı olmakla suçlanarak kovuşturulan bir İYİP’li gencin kendisiyle konuşurken, sonra kürsüden de söylemek üzere “Kürt’üm ama PKK’lı değilim” dediğini anlatıyor. Buna karşılık kendi verdiği tepkiyi ne kadar beğendiği anlaşılıyor her halinden: “Çıkar o ama”yı demiş can havliyle. Yani cümleyi, “Kürt’üm, PKK’lı değilim” şeklinde formüle etmesini istemiş genç arkadaşından. Fezlekeler oylanırken bu “ama” karşıtı jestin sahici bir karşılığı olup olmadığını göreceğiz hep birlikte.

Alparslan Türkeş’in en büyük açmazı ve ülküsü muhtemelen, Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi’nde başlayan siyasi hayatının ana teması olan milliyetçiliği şehirlileştirmekti. “Kozmopolit” kelimesinin “dejenere” manasında hakaret olarak kullanıldığı bir siyasi dilin bunu başarması pek mümkün değildi, olmadı da zaten. MHP’nin temsil ettiği “gelenek”e bu nokta-i nazardan bakarsak onun bir göç kervanı olduğunu görürüz. Bu ülkünün düşmanı “komünizm,” bu düşmanlık performansındaki en büyük rakibi ise elbette her türlü İslamcılık ama en çok Selametçilikti.

Kabaca şöyle bir ayrım yapılabilir rahatlıkla. Köyden kentlerin çeperine göç edip esnaflaşan muhafazakârlar Selametçi, işçileşen muhafazakârlar da MHP’li olurlar. Öyle çok hikâye dinledim ki, aslında mevzunun çoğu zaman sırttaki dengin şehrin kıyısında bir yere indirildiği o anda kiminle temas edildiği ile ilgili olduğunu iddia edebilirim. Kim yapar ilk su ikramını, hangi lokantada yenir o ilk şehirli öğün, ardından içilen çayı masaya getirirken hal-hatır soran kahveci kimdir, kim destek olacaktır aradığı adresi ve işi bulmasına, gecekondunun yapılacağı yeri kim gösterecek, arazi simsarlarıyla kim pazarlık edecektir hane halkı adına? Fabrikada kim arka çıkacak, başı derde girdiğinde karakoldan onu kim toplayacaktır? Mahalledeki caminin imamı, çocuğun kaydettirildiği okulun öğretmenleri kimlerdendir? Velhasıl hangi ağa bağlanarak tutunacaktır şehre göç eden? Sonradan, o ilk temasta takıldığı ağın balığı olacaktır çaresiz.

Solcu sendikalara karşı işçi dernekleri, solcu meslek örgütlerine karşı meslekî dernekler, aynı minvalde kurulmuş öğrenci dernekleri ve daha neler neler derken, ülkücülük şehre göç eden kalabalıkların piyasaya “komünizmle mücadele” üzerinden eklemlendiği bir tavra ve eylemliliğe dönüşür. Çoğu zaman “devletin gayrıresmi kolluk gücü” olma iddiasındadır. Varmak istediğim yerden uzaklaştıracağı için hikâyenin çoğumuzca malum o karanlık veçhesini bir kenara bırakayım şimdilik. Ama şu kadarını ekleyeyim, Tanrı Dağı kadar Türk bir siyasi ekibin “komünizmle mücadele” babında “Hira Dağı kadar Müslüman” olmayı da öğrendiği bir mecra olur ülkücülük zamanla. Ocaklarda yapılan şu şaka özetler açmazı: “De ki suya iki adam düşmüş. Biri Türk ama Müslüman değil, diğeri Müslüman ama Türk değil, gücün yalnız birine yeter. Hangisini kurtarırsın?” 12 Eylül Darbesi’nin ideolojik formülüne dönüşen “Türk-İslam sentezi”nin döllendiği çelişki bu şakada ayniyle özetlenir. Lâkin aynı İslam, Türkeş’in taaa 1940’lardan beri hayalini kurduğu şehirli ve devletlu milliyetçilik ülküsü ile arasındaki en büyük maniadır da.

Ülkücülük, Özal’ın talih yoncasının dört yaprağından biri olunca hem taşra kasabalarında hem şehirlerde ülkücüler de herkes kadar alır payını piyasadan. Görece zenginleşirler. Daha az işçi vardır aralarında artık. Ortalıkta komünizm tehlikesi de pek kalmadığından 1990’lar Türkeş için daha şehirli bir ülkücülük tarifi yapmaya uygun bir ortam sunmuştur. 1991’de RP ve Islahatçı Demokrasi Partisi (eskiden ve sonra Millet Partisi) arasında yapılan seçim ittifakı, Meclis’e vekil sokma babında verimli olsa da, RP ve IDP’nin temsil ettiği siyasetle Türkeş’in kendi siyaseti için arzu ettiği yön arasındaki farkların ve rekabetin altını iyice çizer. Nitekim 1992’de önemli bir yol ayrımı yaşanır. Muhsin Yazıcıoğlu’nun başını çektiği İslam’ın daha ağırlıklı olduğu çizgi geride bırakılır. MHP (o zamanki adıyla MÇP) şehirli, daha seküler bir çizgiye oturtmaya çalışmaktadır kendini. Susurluk Kazası’ndan sonra oluşan atmosfer bu konuda hiç de yardımcı olmayacaktır. “Ülkücü mafya diye bir şey yoktur” diye isyan eder ülkücüler, lâkin bir şeyin onlar “yok” deyince yok olmadığını kendileri de gayet iyi bilirler. Şehirli milliyetçilik imajı için çalışmaları devam edecektir yine de.

Sanırım 1996 yazı ya da sonbaharı idi bir basın toplantısı hatırlıyorum. BBP kurulmuş, MHP orijinal adını almış çoktan. Alparslan Türkeş, partiye yeni katılan birileri için tören düzenliyor. Gazeteciler de var salonda. Katılanlardan biri diyor ki, “Ben ayakkabısının topuğuna basan, beyaz çoraplı milliyetçilerden olmayacağım, Atatürk milliyetçisiyim, burada da Atatürk milliyetçiliğini temsil edeceğim.” Salonda bir sessizlik oluyor. Haliyle kimse homurdanmaya cesaret edemiyor.

BAHÇELİ’NİN BAŞARISIZLIĞI

Türkeş’in MHP’yi şehirli bir milliyetçilik çizgisine oturtma ülküsünü gayet kavgalı ve çekişmeli iki kongreden sonra partinin başına geçen Devlet Bahçeli’nin de sürdürmeye çalıştığını söylemek sanırım yanlış olmaz. Buradan bakıldığında 28 Şubat sürecinde kurulan DSP-ANAP-MHP koalisyonu da, Bahçeli’nin 2015’e kadar yaptığı sert muhalefet de daha bir anlamlı görünür. Hele bir de o dönemde Bahçeli’ye hemen her kesimden yapılan “ülkücüleri sokaktan çekti” övgüleri, espri konusu olarak halen bahsedilen “beyaz çorap yasağı, ter kokusuna karşı deodorant tavsiyesi” vb. uygulamalar göz önünde bulundurulursa.

Keşke şehirlilik böyle bir şey olsaydı. Bahçeli “bıyıksız ülkücü” imajıyla ve dillere destan temizliğiyle mücessem bir örneği olurdu. Ama yetmiyor. “Kozmopolit” kelimesinin hakaret olmaktan çıkması da lazım, çünkü şehir öyle bir yer. Oturup kendine benzemeyenlerle konuşabilmek, müşterek meseleleri müzakere edebilmek, kendin kalarak ortak sorunların çözümlerinde uzlaşmak, verdiğin sözde durmayı, sırada beklemeyi, yeri geldiğinde tebessüm etmeyi, bağırıp çağırmadan konuşmayı, şakalaşmayı kıvırmak, yenilgiyi de zafer kadar kabullenmeyi bilmek de demek şehirlilik.

Bu konudaki en ciddi imtihanı 2015’te verdi Bahçeli ve sınıfta kaldı. 2002 seçimlerinde partisi baraj altında kalınca istifa etmeyi bilmişti. Bu performansı nasılsa geri çağrılacağı önsezisi hatta belki bilgisiyle gösterdiğini düşünmek için çok sebebimiz var. Kasım 2015 seçimlerinde yine oy kaybetti ve milletvekili adayı bile göstermediği Meral Akşener, “üzerine düşeni yapmaya,” yani MHP genel başkanlığına hazır olduğunu ilan ettiğinde işler değişti. Kendisinin bir alternatifi çıkmışken kenara çekilmesi imkânsızdı. Partisini bir yandan AKP ile ittifaka sokarken, bir yandan da olağanüstü genel kurul yaptırmayarak MHP’yi adeta başladığı yere döndürdü. Artık herkes istediği kadar ayakkabısının topuğuna basabilir, beyaz çorap giyebilirdi. MHP paradoksal olarak emek emek geldiği şehrin merkezinden, çepere ve fabrika ayarlarına dönmüş ama aynı zamanda iktidar ortağı olmuştu.

Bir kez daha bölündü MHP ve içinden Meral Akşener’in öncülüğünü ettiği İYİP çıktı. İYİP çıktığında MHP’den geriye ne kaldığını Cumhur İttifakı’nı oluşturan AKP-MHP koalisyonunun toplam siyasetinde görmek mümkün. Peki tam olarak ne çıktı MHP’den?

Akşener, sağın içinden çıkmış ilk kadın lider. Tansu Çiller de vardı demeyin ne olur? O herhangi bir yerden, herhangi bir mücadeleyle çıkmamış, “Baba” lakaplı Süleyman Demirel eliyle tepeden indirilmişti. Akşener kendi siyasi yolculuğunda ailesinden kalan ülkücülük mirası kadar, kısa bir süre birlikte çalıştığı Tansu Çiller’i ve içişleri bakanlığı koltuğunu altı aylığına devraldığı Mehmet Ağar’ı da taşımak zorunda. İlkini değilse bile ikincisini ve üçüncüsünü, yani Çiller’i ve Ağar’ı ağır ve arzu etmediği bir yük olarak taşıdığını düşünmek için pek çok sebebimiz var. Yalnızca bir söyleşisinde “toplam altı ay bakanlık yaptım, bütün o dönemin sorumlusu olarak beni görüyorlar” dediğini duydum. Bu pası bir tek Süleyman Soylu aldı. 2019 Haziran’ındaki bir polemikte “Stajyer de olsan altı ay içişleri bakanlığı yaptın” dedi küçümseyerek. Sık sık bakanlığı esnasında Ağar’ın siyasetini sürdürmekle suçlanıyor. Yani “1990’lara dönmek” dediğimizde aklımıza gelen her musibette payı olduğu söyleniyor. Susurluk Kazası’ndan sonra ortaya çıkan manzaranın üzerini örtenlerden biri olmak da taşımak zorunda kaldığı yüklerden biri. Görebildiğim kadarıyla o dönemi pek anlatmıyor söyleşilerinde. Malum, sağın hasletlerinden biri değil kendisiyle ve geçmişiyle yüzleşmek. Belki de kendisine yeterince ısrarla sorulmadığı için konuşmuyordur. Bunun yerine yapmayı bildiği yemekleri, giysilerini nasıl seçtiğini, ailesini, çocuklarını soruyor uzun söyleşilerde gazeteciler.

EVİ TERKETMEK

2001’de DYP’den ayrıldı, AKP’nin kuruluşunda bulundu. Fakat çok kısa bir süre sonra, Erdoğan’ın “Milli Görüş gömleğini çıkardık” sözüyle hatırlanan değişimi inandırıcı bulmadığını söyleyerek ayrılıp MHP’de siyaset yapmaya başladı. Bahçeli’ye ve siyasetine sadakat gösterseydi rahatlıkla orada kalabilirdi, ama yapmadı. Şimdi bir an muhafazakâr bir ailede ağabeyin ya da babanın sözünden çıkmanın nasıl bir maliyeti olduğunu düşünmenizi isteyeceğim. Hele evi terk edip kendi hanenizi kurmaya yeltenmenin nasıl karşılanabileceğini.

Böylesi bir hikâyede olabilecek her şey Meral Akşener’in de başına geldi. Eşini aldattığına dair bir video kaset olduğu iddiası dolaştırıldı yandaş medya aracılığıyla. Olabilecek en ağır ithamlardan biriydi muhafazakâr bir kadın siyasetçi için. Kendisinden beklenmeyeni yaptı. Meydan okudu. Halen yeri geldiğinde bu iftirayı anıyor ve meydan okumasını sürdürüyor. Büyücek bir tabuyu yıkıyor her seferinde. Bu tavrının muhafazakâr hanelerin kadınlarında nasıl bir karşılık bulduğunu bilmiyor olamaz.

2018 genel seçimlerinde bu defa partisinin seçimlere giremeyeceği tartışması başladı. CHP’den 15 milletvekili isteyerek bu tartışmayı da bertaraf etti ve böylece Millet İttifakı’nın kurucu ortağı oldu. Seçilmeyeceğini pekâlâ bilse de cumhurbaşkanı adayı oldu, çünkü bir evden çıkıp bir başka evin kızı olmayacağını, kendi hanesini kurmaya ahdettiğini göstermesi gerekiyordu. Yenildi ama kurucusu olduğu ittifaktan da vazgeçmedi.

2019 yerel seçimlerinde CHP’ye İstanbul’da verdiği asistle yalnız Millet İttifakı’nın değil, muhalefeti oluşturan hemen tüm kesimlerin istenirse pekâlâ kazanılabileceği umudu edinmesine destek oldu. Golü görünürde CHP atmıştı ama Akşener sahada çok çalışmıştı. Mirasçısı olduğu siyasetin şehre ve merkeze doğru göçüne öncülük edebileceğini böylece bir kez daha gösterdi.

Bu esnada sık sık Bahçeli’den “evine dön” çağrıları aldı. Her seferinde Akşener’in kendi yolculuğu konusunda daha da hırslandığını, o yolculuğun kaçınılmazlığını aklına iyice nakşettiğini görmemek mümkün değil. Baskıcı ve şedit bir ağabey’in alabildiğine eril “gel eve gel, ne kadar uzağa gidersen git sen benim bacımsın, hayatın da benim toprağım” çağrısının sinir bozuculuğu ile yarışacak çok az şey vardır.

Akşener mirasçısı olduğu siyasetin şehre ve merkeze yolculuğunda çok yol katetti. Onunki gibi bir siyasi tarihle Kürt’ün yanındaki “kökenli”yi kaldırmak hiç kolay değil. Ama yaptı. Garê vakasında, AKP-MHP koalisyonunun “bu yenilgi hepimizin olsun” çağrısına kendi bulunduğu yerden sert bir dille muhalefet etti. CHP’yi bu konuda cesaretlendirenin de yine Akşener olduğuna bahse girerim.

Aynı konuşmada hem çıplak arama inkârında ısrar eden Özlem Zengin’e gayet kadın bir yerden, hem HDP seçmenine bela okuyan Mehmet Özhaseki’ye merkez sağa yakışan bir üslupla seçmene sahip çıkarak cevap verdi. Hemen ardından kürsüsünü, mücadele etmek zorunda olduğu yoksulluğu anlatmak üzere aşağı yukarı aynı yaşlarda olduğu Münevver Acar’a bıraktı.

YENİ EV

Araştırmalarda İYİP’in nasıl bir sosyal segmente karşılık geldiğine baktığınızda şöyle bir manzara çıkıyor. Yalnızca Metropoll’ün ocak araştırmasından MHP ile karşılaştırmalı olarak birkaç veri paylaşacağım. 18-34 yaş grubu seçmende İYİP’in payı yüzde 7.9, MHP yüzde 6.9. 35-54’te İYİP’in payı yüzde 8.9, MHP yüzde 6.5. 55 ve üzerinde durum 13.2’ye 7.7. İYİP kadınların yüzde 6’sının, MHP 3.1’inin oylarını alıyor. İYİP seçmeni, MHP’den açık ara daha eğitimli. Üniversite mezunu seçmenlerin yüzde 13’ü İYİP’i, yüzde 4.4’ü MHP’yi tercih ediyor. İYİP, dindarların yüzde 5.2’sinin, muhafazakârların yüzde 7.6’sının, milliyetçi/ulusalcıların yüzde 15.2’sinin, seküler/laiklerin yüzde 18’inin, Atatürkçülerin yüzde 13.1’inin, liberal/demokratların yüzde 10.7’sinin, sosyal demokratların yüzde 4.9’unun ve sosyalist/komünistlerin de yüzde 5.8’inin oyunu alıyor.

Paragraf biraz yorucu oldu, şu tabloyla
karşılaştırmak daha kolay. 

MHP’de aynı kesimlerin payı sırasıyla şöyle: Dindarların yüzde 6.6’sı, muhafazakârların yüzde 2.1’i, milliyetçi/ulusalcıların yüzde 19.6’sı, seküler/laiklerin yüzde 2.1’i, Atatürkçü/Kemalistlerin 3.4’ü, sosyal demokratların 0.7’si MHP’ye oy veriyor. Liberal/demokrat ve sosyalist/komünistlerden ise hiç oyu yok MHP’nin. MHP’nin İYİP’e baskın çıktığı tek segment milliyetçi/ulusalcılar. Buna karşılık İYİP seküler ve liberal oyları da çekebiliyor. Kendisini Atatürkçü/Kemalist olarak niteleyenlerin aynı zamanda milliyetçi/ulusalcı olmadıklarını söylemek pek mümkün değil. Bu durumda Akşener’in, MHP’ninkinden gayet farklı bir yeni milliyetçilik tarifi yapabildiğini, o milliyetçiliği de dindarlarla, liberallerle ve hatta kısmen sosyalistlerle aynı masada en azından oturup yemek yiyip mahallenin ortak meselelerini tartışabilecek bir şehirlilikle donattığını söylemek mümkün. Etnik kökenlere baktığımızda da ilginç bir veri var. İYİP Kürt oylarının yalnızca yüzde 0.6’sını alırken, MHP yüzde 2.2’sini alıyor. Zazaların ise yüzde 9.5’u İYİP’e oy verirken MHP’ye oy veren Zaza hanesinde durum sıfır. En çok Zaza oyu yüzde 61.9’la AKP’de. Dolayısıyla İYİP, isterse masaya daha çok tarafı oturtma potansiyeline sahip. Üstelik kendisi kalarak müzakere etme ve müzakerede uzlaştığı tarafa kazandırarak kazanma yetisi olduğunu defaatle gösterdi. Şimdi sıra masayı genişletmekte. Peki o masa ne tarafa doğru genişleyecek? Ya da şöyle sorayım: Akşener kendi hanesinde kurduğu masada kimlerle oturup kalkacağına baskıcı ve şedid ağabeyin onun hakkında ne düşündüğüne bakarak mı karar verecek? Şöyle de sorabiliriz: Yerel seçimlerde İstanbul pasını hazırlayıp takım arkadaşına gol attırdı. Şimdi top kendi ayağında, Bahçeli’ye bu golü bizzat atmaya cesaret edebilecek mi?

Bu sorunun cevabını, HDP’li vekiller için Meclis’e getirilen fezlekeler esnasında göreceğiz. Akşener, şehrin merkezine kurduğu mütevazı haneyi, Devlet Bahçeli’nin nazarından koruyabilecek mi? Baba evinden, iddiasından vazgeçmediği için kendi iradesiyle çıkarak kurduğu bu yeni hanede kimlerle oturup kalktığına kendisi mi karar verecek, Devlet Bahçeli mi? Hülasa, fezlekeler oylanırken biz bir yandan da aslında İYİP’in kendini ve Akşener’in yolculuğunu inkâr edip etmediğini göreceğiz.

Akşener’in çok severek, hemen her söyleşisinde anlattığı bir hikâye var. PKK’lı olmakla suçlanarak kovuşturulan bir İYİP’li gencin kendisiyle konuşurken, sonra kürsüden de söylemek üzere “Kürt’üm ama PKK’lı değilim” dediğini anlatıyor. Buna karşılık kendi verdiği tepkiyi ne kadar beğendiği anlaşılıyor her halinden: “Çıkar o ama”yı demiş can havliyle. Yani cümleyi, “Kürt’üm, PKK’lı değilim” şeklinde formüle etmesini istemiş genç arkadaşından. Fezlekeler oylanırken bu “ama” karşıtı jestin sahici bir karşılığı olup olmadığını göreceğiz hep birlikte. Akşener acaba, “Türk’üm, üstelik milliyetçiyim de, (lâkin) size ve hepimize bunca eziyet edenlerden olmayacağım” diyebilecek mi? “HDP’yi hiç beğenmiyorum (ama) madem 6 milyonun seçmenin iradesini temsil ediyor, vekillerin saçma sapan fezlekelerle yargılanmasına, kendi partimin de yer aldığı bir Meclis’in itibarının yerle bir edilmesine izin vermem” diyebilecek mi?

Diyebilirse, kendi hanesini kurmak üzere çıktığı yolculukta önemli bir merhaleyi daha atlamış, aradaki “lâkin”i ve “ama”yı müzakere edebileceği geniş bir masa kurmaya bir adım daha yaklaşmış olacak. Diyemezse Bahçeli’nin içinden geçirdiği “haaaah şöyle”leri eşlik edecek yolculuğunun bundan sonrasına. Yazık olacak.

 
 
 
 
 
 

Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.