Melike Bayık: Hayatımızın her alanında gözetleme, teşhir ve özel alan ihlali var

“Karşı Pencere” sergisi KOLİ Art Space’te izleyici ile buluşuyor. "Karşı Pencere" sergisinin küratörü Melike Bayık’la mekân ve "Karşı Pencere"nin ele aldığı kavramlar üzerine konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

Gülsüm Postacı

DUVAR - Küratörlüğünü Melike Bayık’ın üstlendiği, gözetleme kavramına odaklanarak güncel bir durum tespiti ve sorgulama niyeti taşıyan “Karşı Pencere” sergisi 8 Haziran – 2 Temmuz 2021 tarihleri arasında Kadıköy Yeldeğirmeni’nde KOLİ Art Space’te izleyici ile buluşuyor.

"Karşı Pencere" sergisi gözetim, voyörizm (röntgencilik) ve cinsiyet olgularından yola çıkarak, mahremiyet, gözetleyen–gözetlenen ilişkisi, görme ve izleme, bakış, teşhir, özel alan ve gözetlemenin bedenin sınırlarına müdahale etmesi üzerinden cinsiyet rollerinin sorgulanması gibi kavramlar doğrultusunda şekilleniyor. Sergide Başak Bugay, Ahmet Rüstem Ekici, Tuba Geçgel, Can Küçük, Berkay Tuncay ve Eşref Yıldırım’ın disiplinlerarası (video, yerleştirme, fotoğraf, resim ve örgü) eserleri çok boyutlu bir yaklaşım içinde izleniyor. Bu çok boyutlu yapı, mekânın formunu dikkate alarak, dışarısı ile direkt ilişki kurabilecek ve böylelikle sokaktan geçen kişileri de gözetleyen konumuna çekebilecek şekilde yönlendiren stratejik bir küratöryel tasarım ile kurgulanıyor.

Kadıköy/İstanbul'da yer alan KOLİ Art Space, Yasemin Kalaycı ve Elçin Acun tarafından kuruldu. Kâr amacı gütmeyen, bağımsız bir çalışma, üretme ve sergileme alanı olarak KOLİ, sanatsal deneyim ve iş birliği ekseninde dolaşıyor. KOLİ Art Space, feminist ve queer sanatçılar arasındaki diyaloğun desteği ile var olan bir mekân. KOLİ Art Space kurucuları ve "Karşı Pencere" sergisinin küratörü Melike Bayık’la mekân ve "Karşı Pencere"nin ele aldığı kavramlar üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

 KOLİ Art Space nasıl kuruldu?

İkimiz de sanatçıyız ve mekânı da kendi bütçemizle oluşturduk. Burası kâr amacı gütmeyen ve bağımsız bir alan. O yüzden de biz birçok ana akım galeri mantığından farklı olarak sansürlenen işler, galerilerin satış kaygısı yüzünden kendine yer bulamamış sanatçılara yer vermeyi tercih ediyoruz. Kendi düşünce ve sanat pratiğimiz ile paralel feminist, queer sanatçılar ile iletişime ihtiyaç duyuyoruz. Çünkü kimlik hiyerarşilerinin baskın olduğu bir toplumda yaşıyoruz ve bu bağlamda tektipleştirici politikalardan, ikili düşünce yapılarından uzak, kapsayıcılık ve çeşitliliğin gücünden beslenen, kimliğin ve cinsiyetin akışkanlığına odaklanan bir yapı hayal ettik. Merkezin yani ana akımın dışındaki sanatçılara alan açabileceğimiz bir yer olsun istedik. İlk sergi “SENKRON Eş Zamanlı Video Sergileri” kapsamında oldu. Karşı Pencere bizim ikinci sergimiz.

Karşı Pencere

'KOLİ İSMİ BİZİM İÇİN BAĞIMSIZ OLMANIN ANLAMINI VURGULUYOR'

KOLİ ismini tercih etme sebebiniz nedir? Neyi temsil ediyor?

“Koli” kelimesi Lubunca’da sevişmek, partner anlamına geliyor. Mekânın ismi Lubuncaya gönderme yaptığı kadar, “beyaz küp” olmama hâline de işaret ediyor. Yani KOLİ gibi bir kutu, oradan oraya sürüklenebilecek aynı zamanda bozulup tekrar kurulabilecek, tedirgin etmeyen, fazla hassas olmayan yani daha doğrusu, kirletmekten, dokunmaktan, temas etmekten korkmayacağımız dolayısıyla denemelere açık, hatta deneyip yanılmayı, deneysel olmayı göze alabilen ve teşvik eden bir yapı. İçine çeken, kapsayan bir kutu. Bu bizim için biraz da bağımsız olmanın anlamını vurguluyor.

'HAYATIMIZIN HER ALANINDA GÖZETLEME, TEŞHİR VE ÖZEL ALAN İHLALİ VAR'

Dışarıdan bakıldığında alıştığımız sergi mekânlarından farklı bir alandayız. Mekânın yapısı serginin işlediği konularla paralellik gösteriyor. Bu sergiyi oluşturma fikri nasıl gelişti?

En başta serginin hikâyesi ile başlayayım. Elçin ve Yasemin de sanatçı oldukları için tanışıklığımız var. Zaten hepimiz Yeldeğirmeni’ndeyiz. Öncelikle onlar bana bir sergi teklifi ile geldiler. Ne yapabilirim sorusu üzerine aslında küratörlük de biraz daha şekilleniyor. Ve benim de zannediyorum bugüne kadar yaptığım bütün sergilerde öncelikle hep mekân ön plandaydı. Mekânla bir oyun ortaya çıkıyordu. Elçin ve Yasemin’le buluştuğumuzda da şöyle bir şey oldu. Yani bu mekân aslında sergileme için çok girift bir alan, kolay bir alan değil. Çünkü teknik olarak dört duvarı var. Ve iki duvarı cam aslında ve sonradan eklenmiş bir blok duvar var. Aslında iki tane cam yeri olan bir yerde sergi yapmak çok kolay değil. Video sergilemek, bazı işleri göstermek, ışıklı işler göstermek çok zor. Yani buraya bir neon koyduğunuzda koyamazsınız, video sadece aşağı katta olur. Böyle çeşitli şeyler yaratan bir mekândı.

Benim de challenge’ım burada başladı aslında. Elçin ve Yasemin’le birlikte daha kolektif, daha inisiyatif bir ruhla nasıl sergi yapılabilir sorusuyla başladı. Akabinde sürekli bir şey okurken, izlerken, gezerken hayattan sürekli not alıyorum. Benim çalışma pratiğimde o var. Mekânla birlikte bunu buluşturduğumda da ne gibi bir sergi yapabiliriz sorusu gelişti. Aklımı son 3-4 yılda oyalayan bir soru vardı. Gözetleme, teşhir ve özel alan ihlali… Bununla birlikte aslında bu mekân sergi için aşırı uygundu. Çünkü iki tane cam duvarı var. Yeldeğirmeni’ndesin ve perdeleri açtığın anda herkes ne olduğunu anlamak için gerçekten ekstra müdahil olmaya çalışıyor. Hayatımızın her alanında bu var. Sadece Türkiye’de, bu mahallede etrafta olan bir şeyden bahsetmiyorum. Dünyanın genelinde insanların meraklı, geçmişten bugüne olan sürekli bir müdahale etme, alana sınır ihlali olarak girme durumu var. Bir evin özel alanı olması da aynı şekilde… Yatak odasını biri geldiğinde kapatırsın. Çünkü mahrem alandır. Yani senin için yatak odasının açık ya da kapalı olması değil, mahremiyet olgusuyla ilişkilidir bir yerde. Dolayısıyla aslında bu şekilde olduğu için de sergi mekânı da bu kavramlar üzerinde şekillenecek bir sergiydi.

Hangi sanatçılar olur diye düşündük. İlk başta bunun üzerine kafa yormaya başladık. Bu kavramlar kendi içinde çok çelişkili. Hepimizin hayatında olan, hepimize dokunan tarafları var. Ben teşhir dediğimde benim aklıma başka bir şey, sizin aklınıza başka bir şey geliyordur. Mahremiyet dediğimizde başka bir şeydir. 1,5 senedir artık kameralarda KVK haklarını ilk defa konuştuk. Hangimiz KVK haklarını bu kadar detaylı biliyorduk? Kamera açmak için izin istemek zorundasınız aslında ve birisi evet derse, biri hayır derse kayıt alamazsınız. Bunu kaç kişi biliyordu? Biz üniversitede çalıştığımız için aynı zamanda bunu daha çok yaşıyoruz. Bunun gibi şeyler hayatımıza girdi. Ve bir noktada aslında bizim bu gözetleme halimiz, izlenme halimiz. İzleme ve bir şekilde dikizleme dürtüsü ilerlemeye başladı.

Serginin ismini gördüğümde Ferzan Özpetek’in filmine bir gönderme mi yapılmış diye düşünmüştüm. Böyle bir bağlantı söz konusu mu?

Ferzan Özpetek’in filmi diye çok söyleniyor ama değil. Bir sinema makalesi ve birkaç tez okudum. Sinemada karşı pencere kavramı var. Bir noktada Panoptikon’la ilişkileniyor. Aslında tam bizim tartıştığımız konu olan bakmak, karşı pencerelerde olmak bu gözetleme haline referans olan bir şey. Panoptikon kavramında da şu var, bir hapishane modeli Panoptikon. Gözetleyen gardiyan herkesi görüyor. Herkes hücrelerde ve kimse birbirini göremiyor. Tam olarak gözetleme meselesini referans alan ve ortaya çıkaran bir şey. Dolayısıyla "Karşı Pencere" de pencereler arasında kim olduğumuz, perde ya da duvar çekip çekmediğimiz, onun içinde nasıl vücut bulduğumuz, varoluşumuzu nasıl kanıtladığımız soruları üzerine şekilleniyor. Haliyle hem bir izleme hem de sorgulama olanağı yaratıyor. Benim tercihim de genellikle akılda soru işareti bırakması, izleyiciyi düşünmeye teşvik ediyor olması yönünde. Sergi bu şekilde şekillendi aslında.

Ahmet Rüstem Ekici, Hologram, Holofan, Delikten İçeri, 3D animasyon, 2019.

Gözetleme kavramı reel hayatımızda olduğu kadar artık sanal âlemde daha yoğun bir şekilde yaşanıyor bana kalırsa. Sosyal medyanın gözetleme, gözetlenme ve dikizleme dürtüsünün teşvik edici etkisi üzerine ne düşünüyorsunuz?

Sosyal medyada stalkerlık aynı şey aslında. Yani sanala geçen tarafı da bu oldu tamamen. Hani fizyolojik olarak bahsettiğim kısmı yüz yüze geldiğimiz zaman bir insanı bile dikizliyorsunuz. Bakıyorsunuz yani, bu hepimizde olan bir şey. Çok İd’de yer alan bir şey. Ne kadar modern, ne kadar çağdaş bir insan olması ile alakalı bir dürtü değil, bu çok içsel bir şey. Herkes birbirini bununla kodluyor aslında. Bu sosyal medyada da, sanal dünyada da son 1,5 senedir aslında şöyle değişti. Bir şekilde insanlar hayatınıza daha çok müdahale etmeye başladı. Çünkü yüz yüze görüşme sınırı bittiği için akşam belli bir saatten sonra aramaması gereken insan sabaha kadar aramaya başladı. Mesela biz hoca olarak mesaili çalışıyoruz. Akşam mesaim bittikten sonra mail, telefon bekle ama gece 12’de telefonun çaldığı oluyordu. Özel alan ihlali başlıyor ama çok boyutlar değişken…

Cinsiyetlerde var, insanların yok sayılma durumları var. Özellikle birkaç konu çok rahatsız edici. İstanbul Sözleşmesi’nin iptali, LGBTİQ + hakları yok sayılması aslında çok rahatsız edici ve bununla birlikte sürekli baktığınızda varsaydığınız ama orada olmadığını iddia ettiğiniz insanlar durumu var. Serginin de ana konusu bu gibi kavramlara üç beş farklı kavram çerçevesinde ele alıp düşündürme ve soru sordurma… Dolayısıyla tam da burada Berkay Tuncay’ın işi devreye giriyor. Az önce sanallık meselesinden bahsettiğimiz de şöyle, Berkay eserinde 2012-2015 arasında yüz tane kız görseli buluyor internetten. Ama bu kızların yüzleri yok, kim oldukları belli değil. Çok anonim kimlikler sadece nüdist ve teşhirci tarafları var. Bunlar şu aslında bir web sitesine girdiğimizde bugünlerde artık o kadar çıkmıyor. Son zamanlarda daha çok dikkat ediyorum ama örneğin 720P bir siteden film izliyorsunuz. Sağda link çıkıyor, bahis sitesi çıkıyor. Onun yerine eskiden bunlar daha ağırlıklı çıkıyordu. Pop-up reklamları… İşte bu seni çağırıyor, hemen tıkla. Sana şunu söylemek istiyor, tıkla vs. Sürekli ondan kaçmaya çalıştığınız ve özel alanınıza müdahale eden bir taraftı. Sanalda bunu ne kadar bertaraf etmeye çalışırsanız çalışın bir yere kadar mümkündü. Hep bir dikkat hali, tıklamayayım, web sitesine gider, virüs iner diye düşünürüz. Ama şu da var, siz o alana müdahale ettiğiniz kadar o da size müdahale ediyor. Bir anlamda teşhir meselesi var. Aslında kim olduğunu bilmediğiniz birisinin izinsiz kullanılan görselleri belki de… Düşünsenize birine ait bir beden aslında bu ve özel bir alan, bir ihlal söz konusu... Teşhir meselesi gündeme geliyor. Sanal bir zorbalığa kadar gidebilecek bir durum aslında bu. Kimlik ve yüz belli olmadığı için kullanabilecek bir hak gibi ama kimlik hakkını kimden izinsiz kullanabilirsiniz? Dolayısıyla böyle bir sanal taraftan gelen bir durum var.

Webcam Girls

Diğer tarafta Ahmet Rüstem’in işini görüyoruz. O işte de aslında şöyle bir özellik var. Eşref Yıldırım’la yan yana sergilenmesinin kesinlikle bir sebebi var benim gözümde. Orada hamam, özel alanlar, peştamal, insanın kendi beden dokusu… Bununla ilgili bir anlatı varken tamamen gözetleme ve izleme hali… Çünkü banyo, hamam aynı dürtü aslında. Geçmişte hamam olarak kullanılan yer toplu bir yıkanma alanıydı. Siz oraya gittiğinizde kadınlar çok rahat çıplak durabiliyor. Erkekler bir noktaya kadar çıplak durabiliyor. Bunu görüyorsunuz ve aslında birbirinin bedenine yabancı olmadığınızı da fark ediyorsunuz, birbirinin bedenine dokunma dürtüsü de devreye giriyor. Birbirine dokunuyorsun, yıkıyorsun. Dışarıda aynı dürtüyü yaptığında bambaşka bir tarafa gidiyor. Dolayısıyla gözetleme, izleme ve o alan orada daha çok ön plana çıkıyor. Bence şu açıdan da çok güzel Holofon’un bir kısmında bir göz çıkıyor. O göz aslında mekânın başından sonuna tüm mekânı izleyen, gelen giden herkesi kendine alan bir eser aslında. Yani metaforik olarak bir noktada göz, bütün herkesi izleyen gözler misali; bütün mekana yayılan bir tarafı var.

.

Hemen yanı başında Eşref Yıldırım’ın işini görüyoruz. İki eserin yan yana konumlandırılması bir paralellik oluşturuyor mu?

Eşref Yıldırım’ın işinde Arkadaş Zekai Özger’in özgürlük üzerine yazdığı bir şiirini görüyoruz. Kendi içinde baktığımızda eşcinsel bir bireyin özellikle son yıllarda yok sayılması durumu… Nasıl yok sayabilirsin birini? Yani senin hakikaten vatandaşın olan, bu ülkede yaşayan, inandığı, hissettiği şeyi söylemeye çalışanların özgürlük alanına müdahale edip nasıl yok sayabilirsin? Tam olarak bu aslında… Bir noktada da bakınca o yüzden özel alan ihlali, birinin hissettiği ve yaşadığı şeyi yok sayma dürtüsü burada ön plana çıkıyor. Hem doku olarak hem içerik olarak birbiriyle oldukça ilişkili olduğunu düşündüğüm iki iş. Bir yandan da tabii ki disiplinlerarası olması önemli… Bir yanda fotoğraf var, yerleştirme, bir yanda Holofon gibi farklı teknolojide bir iş var. Bir yanda örgü, daha geleneksel bir iş. Böyle bir yaklaşım güdüyor.

Başak Bugay’ın işinde ise şunu görüyoruz. Dört duvarı olan kutu misali içeride ışık açık, içinde ne var diye bakıyorsunuz. Üst kısmında bir pencere var. Buraya bakıp bakmamak sizin kararınız. Orada izleyiciyi challenge’a sokacak bir taraf var. Çünkü şunu çok yaşıyorum. Sergi alanına çok yakın oturuyorum. Bugüne kadar hiç şunu yaşamadım. Çok evde duran bir insan değilim. Pandemi ile birlikte hepimiz evde durmaya alıştık. Önceden evi otel gibi kullanan insanlardan biriydim. 1,5 senedir penceremi her açtığımda karşımda göz göze geldiğim bir çocuk var. Karşı penceremde olduğu için sürekli onunla göz göze geliyorum. O ise hiç rahatsız değil. Sürekli ben perde çekmek zorundayım. Sürekli kapalı bıraktım çünkü alanıma düzenli olarak pencerede sigara içen birisi müdahale ediyor ve bakıyor. Mesela bu dürtüyü hissettiğinizde şunu fark ediyorsunuz; ben bakmamalıyım, ben kapatayım, ben açmayayım. Aynı şey burada var işte. Buraya baktığınızda ev içinde yer alan bir mutfak, bir aile alanı, özel bir alan aslında burası. Evin bir parçası ve o alanın sınırına girmek ne kadar siz istemediğiniz sürece mümkün olabilir? Dolayısıyla buraya bakıp bakmamak izleyiciye bırakılmış bir karar.

Serginin çıkışına geldiğimizde de Can Küçük’ün işini görüyorsunuz. Bu kıyafetler Can’ın kıyafetleri… İnsanların örneğin Can’ın üzerinde gördüğü t-shirt’e çok yakışmış, çok güzel olmuş demesiyle aynı şey… Bunu konuşurken baktığınızda güzel olmuş, yakışmış, yakışmamış vb. bunu söylemeyebilirsiniz de zaten hepimiz yapıyoruz bunu. Can bunları giydiği zaman onun oldukları tanıyanlar tarafından biliniyor. Her gelen kişi buradan bir kıyafet alıp yerine askıya bir kıyafet bırakmak zorunda eğer yapmak isterse. Buradan bir şey almak istediğinizde yerine bir şey bıraktığınızda yavaş yavaş Can’a ait olan onu mimlediğimiz, Can diye algıladığımız dolap değişmeye başlayacak. Bir noktada da ilk başta gelenlerin, sonra Yeldeğirmeni’nin, sonra Kadıköy’ün ve belki de İstanbul’un ruhunu hissettirmeye başlayacak. Dolayısıyla da burada kimlik, onun kendi alanı, onu kıyafetlerle sınırlandırdığımız o dürtü, bunlar Can bu ona yakışır yakışmaz dediğimiz tamamen dikizleme ve gözetleme üzerinden baktığımız ve sınırladığımız o tavır değişmeye başlayacak. Ve sonunda komple anonim, kime ait olduğu belli olmayan daha çarpık bir ilişki sunabilecek görüntü karşımıza çıkacak. Burada bir anda simli pullu bir elbise durabilir mi, durabilir. Kimin dolabı olduğunu bilmiyoruz. Dolabınızı açtığınızda o sizin kimliğinizdir aslında. Kıyafet sizi gösterir. Saçınız kimliğinizdir, duruşunuz kimliğinizdir. Kıyafet de aynı şekilde ve insanlar size baktığında çok yakın ya da uzaktır. Benim saçım duruşu nedeniyle çok bilinen bir şey. Bu Melike. Tanımayan insan bile gelip bu Melike diyebilir mesela. Bunun gibi bir şey ve Can da aynen tam olarak bu kimliği yaratıyor.

.

Serginin alt katında sanatçı Eşref Yıldırım’a ait duvara yansıtılan bir video eser var. Bu videoyla izleyiciye anlatmak istediğiniz nedir?

Bu 20 dakikalık bir video. Videodaki sanatçının kendisi Eşref Yıldırım… Videonun adı “Akma Denemeleri” Videoda doğal bir ortamda doğa içinde yürüyüşe çıkıyor, çamur, su akışı, bir şeyler deniyor. Ot, çöp vs. tamamen aslında çok organik bir şekilde doğayla bağ kurmaya, özgürleşmeye başlıyor. Bu videoyu ilk izlediğimde bir sergide görmüştüm. Ve aslında çıplak ayak gördüğümüz kişinin çıplaklığı bizi hiç rahatsız etmiyor. O kadar aslında kendimizi oto sansüre uğratmışız ki ilk baktığımızda onun bir insan olmasından ziyade çıplak olup olmadığına takılıyoruz. Dolayısıyla aslında onun alanına bakıyoruz, dokunuyoruz bir noktada. Burada aslında sanatçının doğayla mücadelesi kendi içinde özgürleşme hamlesi, kendini olduğu gibi sunabilmesi artık “ben buyum” ve “bu şekildeyim” demesi açısından çok güçlü ve etkileyici bir video. Yaklaşık 20 dakika boyunca buz gibi suya giriyor. Çamurda yürüyor, dağa tırmanıyor. Bunların hepsini aslında doğa içinde deneyimliyor. Bazı yerlerde çeşitli şiirler, politik sözler geçiyor. Tamamen tüm çıplaklığıyla kendi değişimi görülüyor. Dolayısıyla da bu aslında örgü işiyle birlikte özgürleşmesi ve bir noktada bunu sunabilmesi ve anlatabilmesi üzerine… Baktığınızda sanatçının orada çıplak bir insan olduğunu, doğada çıplak bir insanın ne yaptığını düşünmüyorsunuz. Gerçekten kendini temsil etme, ortaya koyma, neyse o olduğunu göstermesi üzerine çalışıyor. Kendi kimliğini, kendi varoluşunu bize bu şekilde kanıtlıyor.

Ve son olarak mekânın vitrininde Tuba Geçgel’in eseri yer alıyor. Oldukça interaktif ve sokağı da kendi içine dâhil eden bir yapısı var.

Aslında yapay zekâ var, kameralar var. Sensörler sizi algılıyor, ekrana yansıtıyor. Burada izleme gözetleme bir noktada karşılaşma, dikizleme halini yansıtıyor. Fakat kendi kendinizi dikizlemeye başlıyorsunuz. İç içe geçen bir duruma dönüştürüyor. Ve bunu aslında kendi içinde insanın kendine dönmesi, kendi içini sorgulaması gerektiği gibi bir referans noktası oluşturuyor. Dolayısıyla bunu vitrine koyduk ki insanlar baktığında önce kendini görsün, başkası yerine kendini eleştirsin. Haliyle izleyen ile izlenen birbirine giriyor. Biri bizi gözetliyor. “Kim acaba? Kendi içimizde kim olabilir?” sorularını akla getiriyor.

Gözetlemeyi, mahremiyetin ve voyörizmin sınırlarını yeniden sorgulatacak olan “Karşı Pencere” sergisi 2 Temmuz 2021 tarihine kadar Kadıköy Yeldeğirmeni’nde, KOLİ Art Space’te görülebilir.

Sergi: 8 Haziran-2 Temmuz 2021 tarihleri arasında Pazar ve Pazartesi günleri hariç 13:00-18:00 saatleri arası gezilebilecek.