Melezlerin trajedisi: Başkalarının Ülkesi

Leïla Slimani’nin 'Başkalarının Ülkesi' adlı romanı Işıtan Tual Şekercigil’in çevirisiyle Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı.

Google Haberlere Abone ol

Goncourt Ödülü sahibi Leïla Slimani’nin 'Başkalarının Ülkesi' adlı romanı Işıtan Tual Şekercigil’in çevirisiyle Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlandı. İkinci Dünya Savaşı yıllarında Fransız Mathilde ile Faslı Emin’in aşk hikâyesiyle başlayan roman yabancılık, yerlilik-yersizlik, sömüren-sömürülen, kadın özgürlüğü gibi temaları irdelerken aşina olduğumuz Doğu-Batı sorunsalının gri çizgilerine temas ederek arada kalmış karakterlerin hayatlarını anlatmakta.

Leïla Slimani, 1981 yılında Fas’ta doğdu. Üniversite yıllarında Jeune Afrique [Genç Afrika] gazetesi için çalışmaya başlayan yazar Arap Baharı hakkında haber yapmak için gittiği Tunus’ta tutuklandı. Sonrasında ise serbest çalışmaya başladı ve roman yazmaya odaklandı. 2014 yılında yayımlanan ilk romanı 'Gulyabaninin Bahçesi' ile Fas’ta La Mamounia Ödülü’nü kazandı. Yine Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından Türkçeye çevrilen romanı 'Hoş Nağme' (2016) ile de Fransa’nın en itibarlı ödüllerinden biri olan Goncourt Ödülü’nü kazandı. Ona bu ödülü kazandıran romanından sonra 2017 yılında yayımlanan, Türkçeye çevrilmemiş üç kitabı bulunmaktadır. Yakın zamanda Işıtan Tual Şekercigil’in çevirisiyle, Kırmızı Kedi Yayınevi tarafından yayımlanan 'Başkalarının Ülkesi' ise aslında bir üçlemenin 'Savaş, Savaş, Savaş' alt başlığını taşıyan ilk kitabı. Kitap 1940’lı yıllarda Alsacelı Mathilde ile sömürge ordusunda Fransa için savaşan Emin’in aşkıyla başlıyor. Daha doğrusu çiftin Fas’a dönüş yolculuğuyla.

Başkalarının Ülkesi, Leïla Slimani, çeviri: Işıtan Tual Şekercigil, 312 syf., Kırmızı Kedi Yayınları, 2021

Bu anlatının göze çarpan ilk yanı -yazarın da kabul ettiği üzere- Slimani’nin hayatından derin izler taşıyor olması çünkü yazarın, 1921 yılında doğan anneannesi Anne Dhobb da Alsacelı bir Fransız. 1944 yılında tanıştığı gelecekteki eşi Lakhdar Dhobb ise Fransız sömürge ordusunda albay. Evlendikten sonra ise Meknes şehrine taşınıyorlar. Kitaptaki anlatı da bu şekilde ilerliyor, Mathilde ve Emin 1943 yılında karşılaşıyor, âşık oluyor ve Fas’a gidiyorlar.

Bu gidiş iki karakterin de kırılma noktasını teşkil ediyor çünkü Mathilde’in hayalindeki Fas oldukça egzotik. Nitekim, ailesine yazdığı mektuplarda okuduğu kitaplardan hareketle gerçeği yansıtmayan büyülü bir Fas imgesi yaratıyor. Oysa burası, kadınların yemeyip yedirdiği, ev işleriyle ömürlerini harcadıkları, erkek egemenliği altında ezildikleri; insanlar arasında batıl inançların kemikleştiği, aile bağlarının hiyerarşik bir yapıya büründüğü ilkel bir toplum yapısından müteşekkil bir ülke. Boğucu sıcak, ağır yemekler ve duvarlarında akreplerin, bahçelerinde farelerin cirit attığı bir ev de cabası. Hem topraktan da yeterince sanayileşemeyen her ülkede olduğu gibi istenilen düzeyde verim alınmıyor. Oysa babasının ölmeden evvel satın aldığı arazi ve yaptırdığı ev, yani bu toprak Emin’in zamanla yıkılacak ütopyası. Askerdeyken insanlar sevgililerini, ailelerini yahut kadın bedenini düşlerken Emin bu toprağı ekip biçmeyi, huzurlu bir aile bina etmeyi düşler. Bu tutkuyla ziraat ve botanik kitapları okuyan, kaba tabirle Batı’nın tekniğini almaya aç bir adam. Öte yandan, Mathilde için bir hayal kırıklığı zira Fransa’daki Emin değil artık: Kaba saba, hoyrat, karısı üzerinde tahakküm kuran, milliyetçi-Müslüman kimliğini zaman zaman ön plana çıkaran, en yapıcı olduğu zamanda bile ailesini korkutan biri. Buna dair pek çok örnek mevcut. İlki, Noel zamanında utana sıkıla aldığı Noel Baba kostümüyle çocuklarını korkutması ve Mathilde’e onun ayaklarına uymayan çirkin bir terlik hediye ederek kadının ince hazırlıklarını mahvetmesi. İkincisi kızı Ayşe ile oyun oynamak için bir ata binip küçük kızın etrafında dönmesi ve kızı atın eyerine aldığı vakit küçük kızın altına kaçıracak kadar korkmuş olmasını görmezden gelip onun “korkaklığına” içerlemesi. Üçüncüsü ise içindeki canavarı ortaya koyan bir örnek: Kız kardeşi Selma’nın pilot sevgilisiyle fotoğrafını bir fotoğrafçı dükkânının vitrininde gördüğü zaman öfkesini dindirmeye çalışan Mathilde’i dövmesi ve küçük Ayşe’nin yanında tabanca çekip namlusunu eşine ve kız kardeşine döndürmesi…

KLAN HAYATI...

Olaylara Mathilde gözünden bakarsak, tatlı, egzotik bir ülkede mutlu bir yuva yerine bir klan hayatı… Üstelik, bu ailevi, toplumsal, coğrafi vb. fenalıkların üstüne eklenen siyasi ve askeri fenalıklar: Bir tarafta Fransız emperyalizmi, diğer tarafta milliyetçiliğin Fas’ta yayılması ve iki kutup arasındaki çatışmanın yarattığı tekinsiz şiddet ortamı: Sömürgeler ile yerliler arasında bir konum. İşte bu noktada bildiğimiz ezen-ezilen, sömüren-sömürülen ilişkisinin gri noktalarına temas ediyor kitap. Kitabı popüler romana yaklaşan çizgisinden ayıran en önemli özellik de bu yapı. İlkin, Edward Said’in ortaya koyduğu oryantalist bir damar mevcut: Batı eliyle Doğu’nun geri bırakılması ve Doğuluların hor görülmesi: Buna dair bir edebiyatın oluşması. Bu damara Mathilde’in şehveti de hizmet etmekte, daha Emin’le tanışmamışken savaş zamanı korkunun yerine hazzı ikame ederek askerleri düşünüp sık sık mastürbasyon yapması: Oryantal erkeği cinsel bir figüre dönüştürmesi; Emin ile “vahşi” denilebilecek bir seks hayatlarının olması. Başka bir deyişle, 1800’lü yıllarda yazılan The Lustful Turk [Şehvetli Türk] benzeri romanların allayıp pulladığı bir algıyı sürdürmesi.

Öte yandan, Said’den sonra yapılan çalışmalar oryantalizm kavramının sadece makro düzeyde olmadığını, mikro düzeyde de yer aldığını göstermekte. Kısaca, oryantalizm, başka deyişle “doğu sorunu” her insan topluluğunun içerisinde mevcut. Faslılar, Fransa tarafından sömürülüyorlar fakat onlar da Afrikalıları köleleştiriyor. Evin, Ganalı olduğu tahmin edilen hizmetçisine (kölesini) insanca davranmaktan çok uzaktalar. Sadece siyah tenlileri değil, kadınlarını da köle yerine koyuyorlar. Ülkelerindeki diğer etnik grupları mesela Berberi Şilhaları insandan saymıyor, bu etnik grubun adını dahi hakaret olarak kullanıyorlar! Telaffuz ettikleri hakaretler yahut aşağılayıcı ifadeler kendi doğuları olarak konumlandırdıkları etnik bir gruba karşı anonim bir edebiyat oluşturuyor. Yani doğu sorunu birbirini kapsayan, büyükten küçüğe doğru sıralanmış daireler halinde. Tam da burada Mathilde ve Emin’in ortak noktalarını görüyoruz:

“‘Barış içinde yaşayan insanlar böyle yaşamayı hak etmiyorlar’ diye tekrar ediyordu sefaletin isyan ettirdiği Mathilde. Kocasıyla insanların ilerlemesine duyulan özlemde buluşuyorlardı: daha az açlık, daha az acı. Her ikisi de makinelerin en iyi hasatlara olanak tanıması ve ilaçların hastalıkların üstesinden gelmesi umuduyla modernliğe tutkuyla bağlıydılar.” (s.156)

Hakikaten de evin bir bölümünü küçük bir dispanser olarak kullanarak insanların basit hastalıklarını tedavi etmeye çalışan Mathilde, gece gündüz demeden çalışan ve topraktan en yüksek verimi almak için didinen Emin modernliğe tutkuyla bağlıdır. Ancak ikisinin de modernlik tanımı müphem. Mathilde insanları tedavi ederken onlara hakaret etmekten geri kalmaz, kimisini pis olduğu için geri çevirir mesela, bu insanların duş almamalarına hayret eder. Emin yer yer duygusallığın tepe noktalarında gezer, karısına ve ailesine aşkını tüm benliğinde hisseder ama sonuçta zalimlik eder. Emin’in modernlikten anladığı tarıma dayalı sanayiyken Mathilde’in modernlikten anladığı modaya uygun giyinmek ve toplumsal faaliyetlerde etkin olmaktır. Nitekim, babasının vefatı dolayısıyla döndüğü Fransa’da leylak rengi bir elbise, pahalı bir şapka alır ve “Fas hikâyelerini” şampanya içip bire bin katarak anlatmaktan haz duyar. Şapkayı satın alırken mağazada rastladığı adama nedendir bilinmez tiyatro oyuncusu olduğu yalanını söyler. Kısaca, kurmaca bir hayatın içerisinde mutludur: Çocuklarını sonsuza dek bırakmayı göze alacak, Fas’a geri dönmeme kararı alacak kadar mutlu. Ancak kararlarını gerçekleştirmek için onaya ihtiyaç duyar. Oradaki hayatının ne derece kötü olduğunu ablasına [ilk defa] samimiyetle anlatır. İhtiyaç duyduğu onay gelmeyince Fas’a geri dönecektir…

TOPLUMLA BİREY ARASINDAKİ ÇELİŞKİ

Kısacası, bir Araf ruh haleti içerisindedir Mathilde ve Emin. Toplumsal yapıyla bireysellikleri arasındaki sayısız çelişkinin ete kemiğe bürünmüş halleridir. Üstelik, Mathilde bir şekilde Emin’i kabullenir ve ona karşı edilgen intikam yöntemlerine başvurur. Emin, onu burnunu ve dişini kıracak kadar kötü dövdükten sonra günlerce konuşmazlar. Sonraki tek iletişimleri seks olur. Mathilde, Emini cezalandırmak için sekste sınır tanımazlığa başvurur. Özetlemek gerekirse birbirlerine ne yaptıklarını önemsiz kılarak toplumsal, coğrafi, ekonomik, askeri vb. unsurların şekil verdiği hayatlarını suçlarlar ve her daim bir ortak paydada buluşur, melezleşirler:

“Birinin ağlamasını veyahut diğerini suçlamalarla boğmasını beklemiyorlardı. Hayır, o an, her ikisi de var olmayan bir taraftaydı; şiddet için müsamahanın ve katillerle maktuller için merhametin eşit derecede ve tuhaf bir şekilde birbirine karıştığı bir tarafta. İçlerinde kabaran her duygu onlara bir ihanetmiş gibi geliyordu ve bu duyguları susturmayı tercih ediyorlardı. Aynı anda hem kurbandılar hem de cellat, hem işbirlikçiydiler hem de düşman, sadakatlerine bir isim vermekten aciz iki melez varlıktılar. Artık adını dahi bilmedikleri gizemli, mahrem Tanrı’ya hiçbir kilisede dua edemeyen iki aforoz edilmişti onlar.” (s.286)

Cehennemi öteki olarak görmeyen, varoluşçuluktan azade karakterlerdir. Ek bir dikkat olarak belirtmeli: Melezlik, Emin’in portakal ağacına limon ağacı aşılayarak elde ettiği “limtakal” ağacı sembolüyle pekişir. Bu ağacın bir gün meyve vereceğini ummaktadırlar…