Medya çalışmaları, ideoloji ve hegemonya

Medyayı Marksist bir bütünsellik nosyonu üzerine ele almak isteyen herkesin yapması gereken ilk iş, Marx’ın ilişkisel yöntemini benimsemektir.

Google Haberlere Abone ol

Can Irmak Özinanır*

Bu yazıda Ankara Dayanışma Akademisi’nin Kültürel Çalışmalar Programı’nda yürüttüğüm “Eleştirel Medya Çalışmalarında İdeoloji ve Hegemonya” atölyesindeki izleği takip ederek ideoloji kavramının bize sunduğu olanakları ve sınırlılıkları, düşünme ve eyleme biçimlerimizi nasıl etkilediğini özellikle medyaya odaklanarak tartışacağım.

İdeoloji kavramı çoğu zaman karşımıza olumsuz biçimleriyle çıkar. Egemenler sık sık kendilerinden farklı düşünenleri, hakları için mücadele edenleri “ideolojik” olmakla, “belli bir ideolojinin mensubu olmakla” itham eder, kendilerini ise ideolojiler üstü konumlandırır. Kavramın tanımı üzerinde bir uzlaşı bulunmamakla beraber, aslında egemenlerin bir şeyleri sürekli “ideolojik” olarak tanımlaması, ideolojinin bir şeyleri “doğallaştırmak” ve “evrenselleştirmek” anlamındaki çok yalın tanımına en uygun eylem.

Ana akım pozitivist bilim anlayışının ideoloji kavramına yaklaşımının da egemenlerin bakış açısıyla ne kadar örtüştüğünü fark etmek oldukça ilgi çekicidir. Bu anlayışa göre bilim ideolojilerden tamamen bağımsızdır. Böylesine, bilim etrafında bir kutsallık halesi yaratan bir yöntemde elbette iktidar ve tahakküm ilişkilerine ve bunların yol açtığı eşitsizliklere yer yoktur. Ancak dünyayı eleştirel bir şekilde kavramaya ve değiştirmeye çalışanlar açısından ideoloji ve ideoloji kavramını da içeren bir eleştiri bugün hâlen gerekli.

İDEOLOJİ KAVRAMINA İÇKİN SORUNLAR

İdeolojinin eleştirel düşüncenin en önemli kavramlarından biri hâline gelişindeki ilk moment kuşkusuz Karl Marx ve Friedrich Engels’in ideoloji üzerine yazdıklarıdır. Marx ve Engels’in teorisinde ideoloji kavramı genellikle, gerçek maddi ilişkilerin çırılçıplak görülmesini engelleyen, oradaki ilişkileri tersyüz edilmiş şekilde yansıtan bir bilinç biçimi olarak karşımıza çıkmıştır. Yazılarındaki temel dert, ekonomik ilişkileri mistikleştirdiğini düşündükleri ana akım ekonomi politiğin eleştirisidir. Marx ve Engels’in ideoloji kavramını kullanış tarzları, Marksistler ve Marksizm’den etkilenen pek çok yazar arasında uzun zaman ideolojinin bir tür “yanlış bilinç” olarak kodlanmasını beraberinde getirmiştir. Oysa Marx için ideolojik biçimler (hukuksal, politik, dinsel, artistik veya felsefi) aynı zamanda insanların maddi dünyadaki çatışmanın bilincine vardığı ve bu çatışmayı sonuna kadar götürdüğü biçimlerdir. Tam da bu yüzden, Marx’ı takip eden ve ideoloji üzerine yazıp çizen pek çok isim Marx’ın ideolojik biçimlerin içinde yer aldığını söylediği ve üstyapı şeklinde adlandırdığı düzeyi de bir mücadele alanı olarak düşünmüş, Marx’ın negatif ideoloji yaklaşımını tamamen reddetmeyen ancak ideolojik mücadelenin önemine vurgu yapmıştır. (1)

Kavramın negatif yükünü hafifletmeye çalışan çabalara rağmen bu kavrayıştan uzaklaşmak zordu. Dolayısıyla pek çok örnekte ideoloji eleştirisi ile ideolojik mücadele arasındaki gerilim devam etti. Kimi yazarlar ideoloji eleştirisinden yola çıkarak mücadelenin imkansızlığına vurgu yapan teoriler öne sürdü. (2)

Kavrama içkin bu gerilim ideoloji kavramının tamamen terk edilmesini gerektirmiyor ancak ideolojinin daha somut düzeylerde nasıl işlediğini tanımlayabilecek bütünlüklü bir bakış açısıyla ele alınması gerektiğini gösteriyor.

İDEOLOJİ VE HEGEMONYA

En kapsamlı analizine İtalyan devrimci Antonio Gramsci’nin yazılarında rastlanan hegemonya kavramı bu bütünlüklü bakış açısına kapı açar. Hegemonya kavramının işlevi konusunda kültürel çalışmaların kurucularından Raymond Williams şöyle diyor:

‘Hegemonya’ kavramı sürecin bütünlüğü düşüncesini kabul içerdiği için ‘ideoloji’ kavramını aşar. Önemli olan yalnızca bilinçli bir inançlar düşünceler dizgesi değil özgül ve egemen anlamlar ve değerler tarafından pratik olarak örgütlenen bütün bir toplumsal süreçtir.(3)

Bunun anlamı, kavramın merceği ideolojinin somut olarak örgütlendiği kurum ve pratiklere kaydırmasıdır. İdeoloji sadece kendini zihinlerde var eden bir bilinç biçimi değil, somut kurumlarda varlığını sürdüren ve her gün uygulanması gereken bir pratiktir. Bu somut kurumlara Gramsci, hegemonik aygıt adını veriyordu. Hegemonik aygıt, en geniş anlamda bir sınıfın ve o sınıfın müttefiklerinin politik iktidar için mücadeleye girişmekte aracı olarak kullandıkları gazetelerden, eğitim kurumlarına ve politik partilere kadar uzanan bir dizi kurum ve pratiği ifade eder.(4) Yani hegemonik aygıt kavramı, hegemonyanın farklı düzeylerde işleyişini çözümlemeyi kolaylaştırmakta ve böylelikle hegemonyayı teorik bir kurulumdan çok, somut bir pratik olarak görmemizi sağlamaktadır. Bu hegemonik aygıtlar, ilk bakışta bağımsızmış gibi görünen ancak pratikte hâkim kodları, sivil topluma daha doğrusu bizler arasındaki gündelik ilişkilere tercüme etme işlevini üstlenen aygıtlardır.

Kapitalizmin en temel kurumlarından biri olan modern devletin, hegemonik aygıtlar aracılığıyla genişletilmesi, egemen sınıfın fikirlerinin toplumun kılcal damarlarına kadar sirayet etmesine olanak sağlar, dolayısıyla burjuvazi sadece zor aracılığıyla değil aynı zamanda geniş kitlelerin rızasını alarak yoluna devam eder. Hegemonyanın en basit tanımı zor ve rızanın birlikteliğidir. Ancak hegemonya kavramının asıl gücü, hegemonyanın her gün yeniden sağlanabilmesi için verilen mücadeledir. Hegemonya asla tamamlanamayan bir süreç olduğu için hegemonya kavramı her zaman kriz ile karakterize olur. Buci-Glucksmann’ın dediği gibi “bir hegemonya krizi teorisi olmaksızın bir hegemonya teorisi düşünülemez.(5) Hegemonya teorisini tamamlayan bu sürekli kriz hâli, mücadele etmenin olanaklılığını ve kaçınılmazlığını da ortaya koyar. Gramsci’ye göre her zaman farklı hegemonya projeleri arasında bir mücadele sürmektedir.

Hegemonya kavramının bir başka güçlü yanı ise altyapı-üstyapı arasında kimi zaman çok kesin bir biçimde yapılan ayrıma ilişkin daha güçlü bir bakış açısı geliştirmesidir. Gramsci, üretim ilişkileri konusunda tamamen Marx gibi düşünmektedir ancak pek çok Marksist tarafından altyapının basit bir yansıması gibi görünen üstyapıların analizi Gramsci’nin teorisinin merkezinde yer alır. Gramsci’ye göre hegemonya, üretim ilişkilerine sıkı sıkıya gömülüdür ve kaynağını bu ilişkilerden alır. Dolayısıyla ideolojik mücadele ile sınıf mücadelesi bir ve aynı şeydir, kimi mekanik yorumlarda olduğu gibi altyapı ve üstyapı birbirinden keskin çizgilerle ayrılamaz. Bunlar arasında yapılacak bir ayrım ancak bu düzeyleri çözümlemek için yapılacak metodolojik bir ayrımdan ibarettir. Dolayısıyla hegemonya teorisi aslında hem ekonomik indirgemeciliğe hem de onun karşıt kutbunu oluşturan ideolojizme karşı önemli bir düzeltmedir.

MEDYANIN ELEŞTİREL EKONOMİ POLİTİĞİ VE KÜLTÜREL ÇALIŞMALAR TARTIŞMALARI

Kültürel çalışmalar ekolü, kültürün incelenmesinde pek çok farklı düşünürden faydalandı. Karl Marx’tan Frankfurt Okulu’na, Louis Althusser’den Roland Barthes’a uzanan bu teorik yolculukta Antonio Gramsci’nin özel bir yeri vardı. İngiltere’nin Birmingham şehrinde yer alan Kültürel Çalışmalar Merkezi’nde, Stuart Hall öncülüğünde medya çalışmalarının merkeze alınmaya başladığı 1970’li yıllarda yapısalcılığın katı sınırlarını aşabilen ve mücadeleye alan sağlayan bir teorik hat arayışı doğdu. Bu arayışta Hall ve arkadaşlarının karşısına çıkan en temel düşünür Gramsci oldu. Gramsci’nin hegemonya teorisi aracılığıyla Hall, üretim süreçlerinden tüketim süreçlerine uzanan bir skalada medyayı incelemeye çalıştı. Marx ve Gramsci’nin yanı sıra dilbilimden yararlanan Hall, çığır açan “Kodlama-kodaçımı” makalesinde medyayı anlamların üretildiği bir alan olarak ele aldı ve anlamın üretiminde hâkim kodların ne şekilde üretildiğini incelemeye koyuldu. Ancak Hall’a göre medyanın ürettiği anlamlar kodlama ile sona ermiyordu, bu kodlar izleyici-dinleyici tarafından kodaçımına uğratılıyor ve farklı biçimlerde okunuyordu. Hall, izleyicileri pasif alıcılar olarak değerlendiren yaklaşımları şiddetle reddediyor, bir medya metninin alımlama sürecinde hâkim kodları yeniden üretebileceği gibi tartışmalı bir şekilde de okunabileceğini hatta düpedüz muhalif bir okumanın da mümkün olduğunu savunuyordu. Dolayısıyla anlamın üretimini de tüketimini de mücadelenin konusu hâline getiriyordu. Sınıf mücadelesi, dilde, anlamların üretimi ve alımlanmasında da devam ediyordu. Bu noktadan alımlama çalışmaları ismini verilen ve tüketim süreçlerine yönelen bir yöntem ortaya çıktı. Aslında Hall ve arkadaşları üretim sürecini de incelemek istiyorlardı ancak medya kurumları bu alanda bir işbirliğine hiçbir zaman yanaşmadıkları için buna ilişkin bir araştırma projesi yürütmek pek mümkün olmadı ve kültürel çalışmacılar haklı olarak sadece tüketim süreçlerine odaklanmakla suçlandılar.

Bu suçlamaların önemli bir kısmı o yıllarda yine İngiltere’de gelişmekte olan medyanın eleştirel ekonomi politiği alanında çalışan akademisyenlerden geliyordu.(6) Medyanın bir endüstri olarak işleyişini çok da yanlışlanabilir olmayan verilerle ortaya koyan ekonomi politikçiler, Marx’ın ekonomik analizini medya alanına taşıyordu. Medya alanında ikisi de Marksizm’den yola çıkan iki ekol olarak, ekonomi politikçiler ile kültürel çalışmacılar arasındaki tartışmalar 1970’li yıllarda başlamış ve zaman zaman işbirliğine dönüşmüşse de çok uzun yıllar devam etmiştir.(7) Günümüzde eskisi kadar ateşli bir biçimde devam etmemekle beraber bu tartışma hiçbir zaman sona ermemiştir.

Bu tartışmanın ayrıntılarına girmek burada mümkün olmasa da biraz karikatürleştirmek pahasına şunlar söylenebilir: Ekonomi politikçiler, kültürel çalışma alanındakileri medyanın bir endüstri olarak işleyişiyle ilgilenmemekle ve ideolojinin rolünü abartmakla suçluyordu. Öte yandan kültürel çalışmalar içinde postyapısalcılığın artan etkisiyle beraber öne çıkan ve analizi metinle sınırlı tutan eğilim de ekonomi politikçilerin eleştirilerinden nasibini alıyordu. Kültürel çalışmacılar ise ekonomi politikçileri ideolojiyi genel olarak yanlış bilinç şeklinde ele almakla ve ekonomi dışındaki alanlarla ilgilenmemekle suçluyordu. İki tarafın da birbirlerine yönelttikleri eleştirilerin pek çoğu değerli ve medyanın ekonomi politiği alanında çalışan bir akademisyen olan Meehan’ın (1999) deyişiyle “medya terimi içine çökertilmiş olan karmaşık fenomeni tüm yönleriyle değerlendirmek istiyorsak”(8) bu iki akım arasında kurulacak verimli bir diyalog hayati önemde.

HEGEMONİK AYGIT OLARAK MEDYA

Medyayı Marksist bir bütünsellik nosyonu üzerine ele almak isteyen herkesin yapması gereken ilk iş, Marx’ın ilişkisel yöntemini benimsemektir, yani medyanın hangi toplumsal ilişkiler etrafında kendisini var ettiğine odaklanmaktır. Ben, Gramsci’nin yukarıda bahsettiğim hegemonik aygıt değerlendirmesinin medyayı bu ilişkisellik içine yerleştirmek için elverişli olduğunu düşünüyorum.

Çok uzun zaman boyunca hegemonya üzerine yapılan çalışmalarda pek öne çıkmasa da, hegemonya teorisinin en önemli bileşeni Gramsci’nen hegemonik aygıtlar aracılığıyla kapitalist devletin işleyişini daha geniş bir alanda gösterme başarısıydı. Gramsci, kendi döneminde bu aygıtların en önemlilerinden biri olan basını şöyle tarif ediyordu:

Gerçekte, bazı teknik araç biçimleri ikili bir fenomenolojiye sahiptirler: Onlar hem yapı, hem de üstyapıdırlar. Bu özelliğe sahip ‘teknik araç’ sektöründe eşi benzeri görülmemiş bir önem edinen basım endüstrisi bu ikili doğayı andırır. Hem mülkiyetin, dolayısıyla sınıf bölünmesi ve mücadelesinin konusudur, hem de ideolojik faaliyetin veya çeşitli ideolojik faaliyetlerin ayrılmaz bir unsurudur: Bilimin, edebiyatın, dinin, politikanın vb. Belirli üstyapıların bir ‘maddi yapısı’ vardır, ancak üstyapı karakterlerini sürdürürler, onların gelişimi kendi tekil ‘maddi yapılarına’ değil toplumun ‘maddi yapısı’na ‘içkin’dir. (9)

Gramsci’nin kendi döneminin medyası hakkında yaptığı bu saptama, medyanın ideoloji, ekonomi ve politika gibi alanlardan, her bir alandaki özgül ilişkileri açığa çıkarmak üzere incelenmesi gerektiğini gösteriyor. Dolayısıyla medyadaki mülkiyet ilişkileri, tekelleşme eğilimleri gibi ekonomik etkinliklerle, anlam üretimi üzerindeki mücadelenin aslında birbirlerinden bütünüyle farklı etkinlikler olmadığını düşünebilmemiz için bizlere uygun bir zemin oluşturuyor. Medya bir endüstri, anlam ve ideolojilerin üretildiği, teknolojinin sürekli bir dönüşüme zemin sağladığı bir alanlar toplamı, aynı zamanda devletin bir tamamlayıcısı işlevi de üstleniyor. Medyayı bir hegemonik aygıt olarak çözümlemeye çalışmak bu farklı ilişkiler bütününün izlerini sürebilmeyi ve medyayı bütünsel bir tarzda ele almayı sağlayabilir. Günümüzde otoriter yönetimler tarafından eski “liberal” medyanın veya bugüne kadar anaakım medya olarak tanımlayageldiğimiz medyanın geleneksel anlamda ortadan kalktığı, kendisini daha çok yeni medya mecralarına taşımak durumunda kaldığı bir ortamda bu tartışma çok soyut gibi görünebilir. Ancak medyayı yasama, yürütme, yargının yanında bir “dördüncü güç” olarak konumlandıran klasik tartışmalardan günümüzün post-hakikat tartışmalarına kadar uzanan anlatılar, medya içindeki somut güç ilişkilerini görmezden gelmeye eğilimli olmaları nedeniyle aslında bizlere soyut şeyler söylüyorlar. Bize “normal”, “ideal”, “tarafsız” en önemlisi de politikadan uzak bir medya anlatıyorlar. Dünyadaki hiçbir şey politikadan azade değil ancak bir hegemonik aygıt olarak işleyen medya ilk ortaya çıkışından bugüne kadar hep politik oldu, hep de böyle olmaya devam edecek. Bu yüzden de medya aynı zamanda politik mücadelenin bir alanı olarak konumlandırılmak zorunda. Bu mücadelelerde Gramsci’nin ezilenlere önerisi var olan hegemonyayı yenmek üzere kendi hegemonik aygıtlarını yaratmaya yönelmeleri yönünde. Bu, hâli hazırda var olan mecraları terk edip, sistem içinde adacıklar yaratmak anlamına değil, her bir mevzide bambaşka türden, aşağıdan bir politikayı mücadeleyle hayata geçirmek anlamına geliyor. Medyayı bütünsel olarak anlamak tam da onu ve dünyayı değiştirmekle ilgili bir şey.

*Akademisyen

Bu yazı, Duvar Medya Vakfı ve Ankara Dayanışma Akademisi işbirliğiyle hazırlanan Kültürel Çalışmalar Atölye Programı kapsamında sunuldu. Kültürel Çalışmalar Atölye Programı 5 Ocak 2021'de başladı ve 7 farklı atölye 6-8 hafta devam etti.

 

1- Bu isimlerin en önde gelenleri arasında Ekim Devrimi’nin önderlerinden Vladimir Lenin ve aşağıda daha ayrıntılı bir şekilde tartışacağım Antonio Gramsci sayılabilir.
2- Bu anlayışın en önde gelen temsilcileri olarak Frankfurt Okulu teorisyenleri Theodor Adorno ve Max Horkheimer gösterilebilir.
3- Raymond Williams, 1990, Marksizm ve Edebiyat, çev. Esen Tarım. Adam Yayınları: İstanbul. s. 88.
4- Peter Thomas, 2012, Gramsci Çağı: Felsefe, Hegemonya, Marksizm, çev. İlker Akçay-Ekrem Ekici. Dipnot Yayınları: Ankara.
5- Christine Buci-Glucksmann, 1980, Gramsci and the State, çev. David Fernach, Lawrence and Wishart: Londra. s. 58.
6- Medyanın ekonomi politiği üzerine çalışmaların kökeni ABD’de 1940’lı yıllardan başlayarak yapılan çalışmalara dek uzatılabilse de bu alanı sistematik bir biçimde tanımlamaya çalışan çabalar İngiltere’de 1970’lerde Peter Golding, Graham Murdock, Nicholas Garnham gibi isimler tarafından ortaya konmuştur.
7- Bu tartışmalara ilişkin temel makalelere Sevilay Çelenk tarafından derlenen İletişim Çalışmalarında Kırılmalar ve Uzlaşmalar (2008) ulaşılabilir. Baskısı tükenen bu kitabın genişletilmiş yeni bir baskısının çok yakında basılacağı müjdesini de buradan vermiş olayım.
8- Eileen R. Meehan, 1999, “Commodity, Culture, Common Sense: Media Research and Paradigm Dialogue”. Journal of Media Economics, 12:2. s. 161-162.
9- Antonio Gramsci, 1996, Prison Notebooks, Volume II. Der. ve Çev. Joseph Buttigeg. New York: Columbia University Press.153-154.