YAZARLAR

Meclis’i güçlendirmek lazım ya da tatava yapmak lazım

Kaç seçimdir “tatava”larımız kursaklarımızda kaldı. Bu muhalefetle olmaz ama işte ne yapalım çaresizliği kolumuzu kanadımızı kırdı. Vaktiyle tatava yapabilseydik, muhalefet partilerinin bize çaresizliği bir tarz-ı muhalefet olarak dayatmasına eyvallah demeseydik, yine kendilerinin şu ucube ve biçare hallere düşmesini de engelleyebilirdik. Biz tatava yapmadıkça onlar hata yaptılar. Yani iş başa düştü.

Daha eskisine alışamadan, uygulansa nasıl bir hayatımız olurdu acaba sorusuna iler tutar bir cevap vermeye vakit bulamadan yenisini tartışmaya başladık. Üstelik “mevcut anayasa ile olmuyor” diyen de, mevcut anayasayı kendi siyasi kişiliğini ve sonsuz ve sorumsuz yetki ihtiyacını göz önünde bulundurarak yazdıran da aynı şahıs. Birkaç hafta önce muhalefet partilerini yeni anayasa hazırlığı yapmakla “suçlamış” ve onlardan “ne münasebet, hiç de bile” cevabı almıştı. Demek ki anayasa hakkında düşünme yetkisi ve hakkı da yalnızca ona ait. Onun anayasa tartışması açtığı günün ertesinde Ayasofya Camii İmamı sembolik siparişi de verdi ya da yerine getirdi: “Anayasada İslam olsun, Cumhuriyet fabrika ayarlarına dönsün.” Ve nihayet hep birlikte 1921 ve 1924 anayasalarını, nasıl yapıldıklarını konuşmaya başladık. Sizde de sürüklendiğimiz yolunda bir duygu oluşmadı mı? Üstelik bu suyun akışında hiçbir etkimiz yok. Ne yapacağız diye yüzümüzü muhalefete döndüğümüzde bir de ne görelim, ana muhalefet partisinin genel başkanı, “laiklik ilkesinin anayasadan çıkartılacağını tahmin etmiyorum” dedi. Gerekçesi sonraki cümlede, “Bu, Erdoğan ya da Devlet Bahçeli tarafından dillendirilmiş değil.” Dillendirildiği zaman ne yapacağımızı biliyor muyuz? Bilen biri var mı?

Peki memlekette başka ne oluyor? Kadınlar canları, gençler üniversiteleri, işçiler emekleri için mücadele ediyor. Oralarda muhalefetteki siyasi partilerden birilerinin olduğunu görüyoruz. Milletvekilleri gece vakti gözaltına alınan insanların haklarını korumak için -eğer eylem topluma mal olma potansiyeline sahipse- karakollara taşınıyorlar. Gözlerimiz doluyor, işte bu, diyoruz. Keşke işçilerin eylemlerine de bu kadar ilgi gösterseler. Günahlarını almamak lazım, belki ilgi gösteriyorlardır ama biz bilmiyoruz. Medyanın yüzde 90’ı iktidar yanlısı olduğu için değil ama… Aynı zamanda parti genel merkezleri bu türden eylemleri bilinirlik, tanınırlık ve çalışır görünürlük açısından, diğerleri kadar verimli bulmuyorlar. Grup başkanvekillerinin, parti sözcülerinin sözüm ona ironi yüklü muhalif konuşmaları hep herkesin zaten bildiği, ortak bir tavır geliştirmeye imkan veren konularla ilgili. Toplumda, daha iyisi sosyal medyada iyi örgütlenmiş grupların talepleri daha konuşulası oluyor. Yani bir sorunu, meseleyi görünür yapmakla uğraşmıyor, partisiz muhalefetin görünür kıldığı meseleleri dile getirerek onlardan görünürlük ödünç alıyorlar. Ne acayip! Zararı yok yapsınlar. Belki görünürlüğün tadını alır, başka meseleleri de gündeme getirmek için heves edinirler.

Bir sorunumuz daha var. Muhalefet partilerini sahada mücadele edenler temsil etmiyor. Konuşanlar adını şöyle koyalım hadi: Devletlular. Her partide var bu insanlardan. İşleri bizim taleplerimizi, şikâyetlerimizi, rahatsızlıklarımızı devletin toplam çıkarına uygun hale getirmek. Tabii devletin beklentilerini de bize duyuracaklar. Başka nasıl olur ki? Devlet kim, iktidarında kim var, nasıl iktidar ediyor sorularına televizyon programlarında ve kürsülerde verilen cevaplar bu çeviri edimi esnasında adeta buharlaşıyor. Biz de buharlaşıyoruz tabii… Kulaklarımız çınlıyor. Saçımızı başımızı yoluyoruz. Ya hu bu muhalefetten ne olur diyoruz? Ne olur hakikaten? Yalnızız! Çok yalnızız!

MUHALEFET VE İSTİHZA

Peki ne kadar yalnızız? Ölçebilir miyiz yalnızlığımızı? Önder Algedik bir müddettir ölçüyor. En son ölçümünün sonuçlarını dünkü yazısında kısmen yayınladı. Aktardığı rakamlara iyi bakın. Muhalefet vekillerinin “kabul” ve “devamsızlık” oranları kadar yalnızız. Bizim bizden başka kimsemiz yok.

Rakamlarla aram iyi olmadığı için işin hikâye tarafıyla ilgileneyim dedim. Birkaç hafta önce kulağıma Meclis tarafına da bir baksana dediğinden beri, internet tarayıcımın bir sekmesinde sürekli çeşitli komisyon görüşmeleri tutanakları var. İşim Türkiye’nin sağına bakmak olduğu ve bunu uzaktan yapmak için bir zamandır Diriliş Ertuğrul, Kuruluş Osman, TRT ve saraylı medya ne veriyorsa izliyorum. Kendimi tutamayıp Twitter’da bir şeyler yazdığımda insanlar, “ya hu kendine acımıyor musun, sinirlerin de amma sağlammış, niye izliyorsun bunu" diyorlar. İşim bu, diyorum, zararı yok. Ve fakat onları izlerken şu tutanakları okurken hissettiklerimin yüzde biri kadar bile saç baş yolmadığımı vurgulamak isterim. Muhalefet partilerinin kimi sözcülerini, örneğin birazdan son konuşmalarından birine hafifçe değineceğim, Engin Altay’ı dinlemek Payitaht Abdülhamit’i izlemekten bile zor.

Konuyu biliyorsunuz: ABD’li 54 senatörün ABD Başkanı Biden’a gönderdiği Türkiye mektubu. Zor bir mektup olduğu doğru. Zorluğu da malum iktidarda kim varsa ona. Girmeyeceğim ayrıntılara. Bir dargın bir barışık bir müttefikin, “ama şekerim sen de uzun ettin, artık kendi rayına gir” siyaseti. Raydan da öyle bir çıkılmış ki, bu kadar olur. Her neyse, konumuz o değil. Peki Engin Altay ne diyor: “Sayın Erdoğan, bu mektuptan, tehditten etkilenip Doğu Akdeniz’de, Kıbrıs’ta, Ege’de, Suriye’de, hatta Libya’da taviz verirsen namertsin. Taviz vermeyeceksin, biz arkanda olacağız.”

Bunu kastettiğini düşünmüyorum açıkçası. Bu daha çok, “devletimizi ezdirmeyiz” ile “biz sana demiştik, bizi dinleseydin buralara gelmezdi işler” tavırlarının kötü bir bileşimi. Bir zaman radyolarda çok vardı, deli ederdi beni. Analizci ya da yorumcu, artık her kimse, gazeteden haber okuyor. Okuduğu şeyin içeriğini de beğenmiyor. Sesinin perdeleriyle oynayarak beğenmediği şeyi, mesela demeci tekrar ediyor. Ses tonundan yorumcunun demecin içeriğini beğenmediğini, istihza ettiğini anlıyoruz, ama sonuçta bize söylenen her ne ise onu tekrar ediyor, hem de zihnimize çakarak. Belki haksızımdır ama iyi bir yöntem değil bu. Çünkü istihza etmek muhalefet etmek değil. İşte Engin Altay’ın “arkandayız” konuşmasında da öyle bir istihza var sanki. Eksik olansa muhalefet. Ana muhalefet partisinin grup başkanvekili. Yapabildiği şey istihzadan ibaret. O istihzadan aklımızda kalansa, bizi bu hallere düşürene “arkandayız” demesi.

Fakat engel olamıyor kendine, kendinden ve ahalinin mizah duygusundan o kadar emin ki, “arkandayız” konuşmasının hemen arkasından şu şiiri de okuyor, “gene istihza” ile: “Gözün aydın Türkiye, elektrikli traktör tarlada, yerli otomobil yollarda, yerli tank sınırda, yerli uçak havada, CeHape kaldı yaya, aya gidiyoruz aya…” Efendim, bir vatandaş yazmış bu şiiri. CeHaPe grup başkanvekili de hem vatandaşla hem vatandaşın kendi partisine yönelttiği eleştiri ve sözü geçen icraatları yapan iktidar partisiyle dalga geçmiş oluyor. Vay be, bir taşla kaç kuş değil mi? Değil… Bütün kuşlar gagalarındaki taşları tam oraya, bu konuşmayı dinleyenlerin tepelerine bırakıveriyorlar. Sebebi çok açık: Niye dinliyorsunuz bu şahsı? Ne diyor bu şahıs?

YALNIZLIĞIMIZIN TUTANAKLARI

Peki bizim dinleyemediğimiz yerlerde ne oluyor? Dedim ya, komisyon tutanakları okuyorum. Bir şey çıkartır mıyım buradan bilmiyorum. Şimdilik sadece okuyor ve siyasi muhalefetin siyasi partilere bırakılamayacağını, ettikleri her sözü, o sözleri etmek için yaptıkları her çalışmayı, özellikle ama en çok Meclis’teki çalışmalarını yakından izlememiz, onlara sürekli muhalefette olduklarını hatırlatmamız gerektiğini düşünüyorum.

Meclis açıldıktan sonraki devamsızlık manzarasını Önder Algedik yazmıştı. Ben de kendimce 10 Şubat 2021 günü, bir batında kabul edilen 12 uluslararası anlaşmayla ilgili daha evvelden yapılmış komisyon toplantılarının tutanaklarını okudum. Kabaca gördüğüm şu: İktidar partileri, ne olduğunu çok da bilmeden icat ettikleri alaturka başkanlık sisteminin teamüllerini tek taraflı olarak oluşturuyorlar. Bunu ne yaptıklarını bilerek yaptıkları da pek söylenemez. Muhalefet partileri ise iktidarın bıraktığı boşlukları tamamlamaya, onlara iş öğretmeye, “milli çıkarlar” için onların akıllarının ermediği yerde devreye girmeye çalışıyor. Yani muhalefet partileri diyorlar ki, ‘dış politikamızla ilgili yaptıklarınızda hemfikiriz, bunları sizin yapmanıza itirazımız olsa da, o rolümüz gereği. Bazı konularda bize danışsanız da, bu meselenin astarı yüzüne uysa.’

Bu minvaldeki örnek müdahalelerden birini genç vekillerden Yunus Emre yapmış. Mevzuya Doğu Akdeniz’deki krizden giriyor ama aslında Meclis’in ve komisyonun işleviyle ilgili bir fikrini beyan ediyor: “Bakanımız, bakan yardımcımız (uluslararası) anlaşmalar için geliyor ama keşke gündemde olan meseleleri konuşmak için de burayı (Dışişleri Komisyonu’nu) bir platform olarak kullanabilsek. Umarım bu yasama yılı, buna fırsat verir. Geç kalınmış değildir. …Önümüzde seçim süreci var. Benim arzum bu tür gelişmeleri …Hani, Dışişleri Komisyonumuz sadece anlaşmaların geldiği, sadece o anlaşmanın konuşulduğu bir platform değil; gündemde hangi mesele varsa ve Genel Kurul’daki siyasi tartışmalarda yer alacak konuların da burada, daha kendi aramızda, teknokratlarla, işin uzmanlarıyla ve işi müzakere edenlerle konuşabileceğimiz, tartışabileceğimiz bir platform olması…”

Komisyon Başkanı’ndan aldığı cevap tek kelimeyle acıklı: “Takdir edersiniz ki bu yaz hakikaten olağanüstü bir dönem yaşadık (Covid). …ben açıkçası yazın illerine gitmiş olan milletvekillerimizi bu sebepten dolayı çağırmak istemedim, bir araya gelip de bir toplantı olsun istemedim. …Önümüzdeki dönemde inşallah daha yoğun bir şekilde brifingler olsun, hem bilgi aktarımı olsun hem de yurt dışından gelecek ve gelebilecek olan misafirlerimizin ağırlanıp fikir alışverişinde bulunacağımız yoğun bir dönem olması niyetindeyim ama dediğim gibi bizi şu anda biraz kısıtlayan işte bu pandamı konusu.”

Devamına baktım, biri de çıkıp “salgından önce durum farklı mıydı?” demiştir belki diye. Yok, kimse dememiş. Yunus Emre belli ki komisyonun daha işlevli olmasını istemiş ama o işlevin ne olduğu o kadar açık değil. Devamlılığı içinde okuyunca bana sanki, “biz de işin bir ucundan tutalım, tek başınıza beceremiyorsunuz, birlikte beceririz belki” dermiş gibi geldi. Umarım doğru değildir. Aslında şunu diyordur mesela: ‘Sizler Meclis’i ve Dışişleri Komisyonu’nu prosedürden ibaret gördüğünüz için, bütün bu kötüye gidişatın da tek sorumlususunuz. Artık bundan vazgeçin. Aksi halde burada işleri nasıl yürüttüğünüzü cümle aleme duyurur ve seçmenin ‘gereğini yapması’ için çağrıda bulunuruz. Çünkü yeter artık, kimin işini, meselesini kimden kaçırıyorsunuz? Niye biz meselelerden vaktinde haberdar olmuyor ve temsil ettiğimiz seçmenin talep ve eğilimlerini yansıtamıyoruz dış siyasete?’ Herhalde böyle demek istemiştir deyip geçeceğim şimdilik.

ŞEYTAN AYRINTIDA MI GİZLİYDİ, NEYDİ?

Tutanaklarda başka hikâyeler de gördüm elbette ama baktığım şey şu ya da bu konuda muhalefetin iktidardan nasıl farklı düşündüğünden çok, Meclis prosedürlerinin nasıl çalıştırıldığı, çiçeği burnunda mevcut anayasanın siyasi iradenin idareye yansıması babında nasıl işletildiği. Yani hangi konuları konuştuklarından çok, nasıl konuştuklarına bakıyorum. Komisyonlara kimleri çağırıyorlar, hangi noktalarda, nasıl bir dille ve yöntemle müdahale ediyorlar. Şöyle bir örüntü daha dikkatimi çekti. Komisyonun muhalif üyelerinden biri, bir anlaşmada bir şeye itiraz edecek oluyor. İlgili bürokrat söz kendisine verildiğinde, “Sayın Vekilim, sorunuz için teşekkür ederim, o teknik bir mesele, eskiden bakanlık yapardı, şimdi cumhurbaşkanlığı yapıyor” diyor ve konu kapanıyor. Vekilin aklına, ‘iyi de bakanlıklar meclis denetimindeydi, fiili olarak biz cumhurbaşkanlığını denetleyemiyoruz o zaman getirin bütün o teknik detayları burada çözelim,’ demek gelmiyor. Niye ki? Onun yerine, ‘kötü gidiyorsunuz, biraz inisiyatif verin de, biz de işin ucundan tutalım,’ demeyi tercih ediyor. Tam da bir süpervizörün patronuna edebileceği türden bir sitem ve öneri değil mi bu?

10 Şubat günü Meclis’e getirilmiş 12 uluslararası anlaşmanın 12’si de kabul edilmiş. Niye bir güne bu kadar çok anlaşmayı sıkıştırmışlar anlayan beri gelsin. Bütün bu anlaşmalar muhalefetin pek üzerinde durmadığı “teknik” bir detaymış gibi geçip gitmişler. Sayfalarca tutanakta o anlaşmaların içeriğine dair çok az tartışma var. Genelde mevzu dış politikanın ve sorunların seyri üzerinde dönüyor. İnsanın aklına okumuyorlar mı acaba anlaşma içeriklerini, sorusu geliyor elbette. Nasıl yani, olabilir mi böyle bir şey?

Bu 12 anlaşmanın tamamında kabul oyu veren bir muhalif grup başkan vekili var: Engin Altay. Üstelik iktidarın onun kabul oyuna hiç ihtiyacı olmadığı halde. Yani verili koşullarda, genel kurulda Engin Altay’ın oyu olmadan da kabul edilecek zaten o anlaşmalar. Kanunlaşacaklar. Merak ettiğim de bu: Hal böyle iken Engin Altay o gün genel kurula gidip anlaşmalar için “kabul” oyu vermeye neden ihtiyaç duyuyor. Kürsüden yaptığı konuşmada söylediği “arkandayız” sloganının içerdiği ironiyi rahatlıkla görebiliyorum. Ama doğrusu o “kabul” oylarının ima ettiği ironi canımı yakıyor. Görmesem mi? Görmezlikten mi gelsem? O tarafa hiç bakmasam mı?

TATAVA VAKTİ 

Yok, o tarafa daha çok bakmamız, ne olup bittiğini, neyin oldu bittiye getirildiğini görmemiz lazım. Muhalefet her ağzını açtığında “güçlendirilmiş parlamenter rejim” diyor. Mevcut parlamentoya baktığınızda görebildiğiniz tek şey ise “vazgeçilmiş” olduğu. AKPMHP koalisyonunun prosedür icabı da olsa dört elle sarıldığı parlamentodan, muhalefet partileri neredeyse tamamen vazgeçmişler. Hal böyle iken neyi, nasıl güçlendirecekler ki, ya da güçlendirmekten kasıtları tam olarak ne? Bizi, ne anlama geldiğini kendilerinin de pek bilmediği, içeriğini gözümüzün önünde tartışmaktan imtina ettikleri ve buna rağmen tespih çeker gibi tekrarlayarak içini boşaltmak üzere oldukları “güçlendirilmiş parlamenter” rejime ve bunu kendilerinin yapabileceklerine inandırmak istiyorlarsa, tek bir yolu var: Mevcut parlamentoya da sahip çıkmak yani AKPMHP koalisyonunun iradesini sakatladığı parlamentonun neden, nasıl işe yaramadığını iyice göstermeli ve anlatmalılar. Yetmez! Orada, parlamento çatısı altında dayanışarak “güçlendirilmiş parlamenter rejim”i birlikte oluşturabileceklerini, o güçlü parlamentonun da o anda iktidarda kim varsa onun değil, parlamentoyu oluşturan vekiller her kimi temsil ediyorsa onların taleplerinin, itirazlarının konuşulup eyleme dönüştürüleceği yer olacağını göstermeliler. Meclis’i güçlendirmek gerektiği çok açık, bunu nasıl yapacaklarını anlatmalılar ve uygulamayla göstermeliler bize.

Kaç seçimdir “tatava”larımız kursaklarımızda kaldı. Bu muhalefetle olmaz ama işte ne yapalım çaresizliği kolumuzu kanadımızı kırdı. Vaktiyle tatava yapabilseydik, muhalefet partilerinin bize çaresizliği bir tarz-ı muhalefet olarak dayatmasına eyvallah demeseydik, yine kendilerinin şu ucube ve biçare hallere düşmesini de engelleyebilirdik. Biz tatava yapmadıkça onlar hata yaptılar. Yani iş başa düştü. Önerim şu: Seçimi, sandığı, referandumu vs. beklemeden (çünkü çok geç olacak) muhalefet partilerini muhalefet yapmaya ikna etmek, nasıl yapacakları konusunda yol göstermek üzere harekete geçelim, gerekirse örgütlenelim. Biliyorum bize katlanamadıklarını, biz de pek onlara katlanabiliyoruz sayılmaz. Lakin bizim açımızdan, “amaaaan bunlarla bir yere varılmaz” aşaması hayli geride kaldı. Bu defa belki tatava yaparak, üstelik tatavayı sürdürülebilir şekilde örgütleyerek, siyasileri de tatavayı dinlemeye mecbur bırakarak kalkarız işin altından.

 

Ayşe Çavdar Kimdir?

Önce gazeteci, sonra akademisyen, bir süredir Almanya’da yaşıyor. Kent çalışmaları ve kültürel antropoloji disiplinleri içinden İslamcılık, milliyetçilik, dindarlık vb. konularla uğraşıyor.