Maria: Trajik diva klişesine hapsolmuş bir portre

Angelina Jolie’nin adanmışlığı senaryonun eksikliklerini örtemiyor. Callas’ın hikâyesi, zaferlerin ve yenilgilerin iç içe geçtiği bir destan olmaktan çıkıp, hüzünlü bir sis perdesinde kayboluyor.

Maria: Trajik diva klişesine hapsolmuş bir portre
Fotoğraf:Arşiv
Google Haberlere Abone ol

Pablo Larraín’in “Maria”sı, izleyiciyi opera ikonu Maria Callas’ın 1977’deki son haftalarına götürürken, onun psikolojik çöküşünü ve fiziksel gerilemesini merkeze alıyor. Angelina Jolie’nin etkileyici performansına rağmen, film Callas’ı 20'nci yüzyıl operasının devrimci sesi olarak değil, yıkıma sürüklenen bir diva olarak resmediyor. Geri dönüş sahneleri ve opera performansları, sanatçının geçmiş ihtişamına göz kırpsa da bu anlar, teknik detaylarla sınırlı kalıyor ve derinlikten yoksun.

Filmin siyah-beyaz sekansları, bir televizyon röportajı ve hayali diyaloglarla sunulan geçmişi, Callas’ın Yunan iş dünyasının karanlık dehası Aristotle Onassis (Haluk Bilginer) ile ilişkisini vurguluyor. Onassis’in “Jackie” (2016) filmine de konu olan Jacqueline Kennedy ile evlilik planları, Larraín’in sinemasında ünlü kadınların iç içe geçen kaderlerine gönderme yapsa da bu bağlantı Callas’ın sanatsal mirasını anlamlandırmak yerine, skandallar ve duygusal çalkantılar üzerinden ilerliyor.

Maria: Trajik diva klişesine hapsolmuş bir portre - Resim : 1

Larraín’in “ünlü kadınlar üçlemesi” (Jackie, Spencer, Maria), tarihî figürlerin içsel çatışmalarını öne çıkarırken, tarihsel ve toplumsal bağlamı silikleştiriyor. “Jackie”de bir first lady’nin yası, “Spencer”da Prenses Diana’nın varoluşsal krizi, “Maria”da ise Callas’ın psikolojik çöküşü işleniyor.

Ancak üç film de karakterlerin toplumsal etkilerini, siyasi/ekonomik dinamiklerle ilişkilerini veya sanatsal katkılarını derinlemesine irdelemiyor. Bunun yerine, izleyiciyi duygusal fırtınaların içinde yalnız bırakıyor.

“Maria”da bu sorun daha belirgin: Callas’ın operaya kattığı yenilikçi soluk, Onassis ile ilişkisinin ve ilaç bağımlılığının gölgesinde kalıyor. Larraín’in kamerası, tıpkı “Spencer”da Diana’yı sarayın soğuk koridorlarında kaybettiği gibi, Callas’ı da Paris’in lüks ama anlamsız mekânlarına hapsediyor. Sonuç olarak, üçleme tarihî figürleri mitlerden arındırmak yerine, onları romantik trajedilerin nesnesine dönüştürüyor.

Maria: Trajik diva klişesine hapsolmuş bir portre - Resim : 2

Angelina Jolie, rol için yedi aylık vokal eğitimi alarak Callas’ın şarkılarını dudak senkronizasyonuyla başarıyla seslendiriyor. Sahne arkasındaki mükemmeliyetçi disiplini, otoriter duruşu ve kırılganlığı fiziksel ve duygusal olarak yansıtıyor.

Ancak bu teknik başarı, senaryonun tematik sığlığını gizlemeye yetmiyor. Callas’ın, sesindeki kusurları dramatik bir silaha dönüştürmesi veya kadın sanatçıların önündeki engellerle mücadelesi gibi kritik detaylar, yüzeysel sahnelerle geçiştiriliyor. Jolie’ye “trajik diva” kalıbının ötesine geçecek bir içsel yolculuk sunulmuyor.

Larraín, “Maria”da izleyiciyi Callas’ın içsel kaosuna sürüklerken, kasıtlı bir belirsizlik perdesi örüyor. Geçmişe dair parçalı anılar ve halüsinasyonlar, duygusal bir pusun ardından aktarılıyor.

Ne var ki bu yaklaşım, tutarlı bir hikâye yerine, dağınık bir duygu kolajına dönüşüyor. Onassis’in “Özgüvenin deliliğe dönüştüğü bir nokta var” sözü, ironik bir şekilde filmin kendisi için de geçerli: Görsel ihtişam ve duygusal yoğunluk, sanatsal mirası besleyecek temelleri atmayı unutuyor.

Maria: Trajik diva klişesine hapsolmuş bir portre - Resim : 3

Jolie’nin adanmışlığı ve Larraín’in şiirsel kamerası, senaryonun eksikliklerini örtemiyor. Callas’ın hikâyesi, zaferlerin ve yenilgilerin iç içe geçtiği bir destan olmaktan çıkıp, hüzünlü bir sis perdesinde kayboluyor.