Lübnan’da ekonomik kriz: 'Emekçiler iç savaştan daha zorlu günleri yaşıyor'

Lübnan Komünist Partisi'nden Raghid Jraidini, ülkedeki mevcut neoliberal politikaların yarattığı ağır ekonomik yıkımla ilgili "Emekçiler herhangi bir şeyi yapabilmek için büyük mücadele veriyor" dedi.

Google Haberlere Abone ol

BEYRUT - Lübnan iki yıldır oldukça derin bir ekonomik krizin içerisinden geçiyor. İnsanlar paralarını bankadan çekemiyor, pek çok genç ülkeden ayrılıyor, kalanlar ise krizin faturasını ya diğer mezheplere ya da Suriyeli mültecilere kesiyor. Tüm toplumsal yönetim şeklinin mezheplere ayrıldığı Lübnan’da siyaset kadar ekonomi de bu dağılımdan etkileniyor. 

Geçtiğimiz mayıs ayında ülkede genel seçimler düzenlendi. En çarpıcı sonuç, mecliste yeni bir grubun oluşması oldu, çiçeği burnunda bu grup yer yer 2019’daki sokak gösterilerine atıfla ’17 Ekim’ olarak anılıyor. Lübnan Komünist Partisi (LKP), Mayıs seçimlerine birtakım ittifaklar yaparak girdi ve tarihinin en başarılı seçim sonuçlarından birine ulaştı. 

Biz de LKP Siyasi Büro Üyesi Raghid Jraidini ile Beyrut’taki genel merkez binasında buluştuk. Seçim sonuçlarını ve LKP’nin stratejisini değerlendirdik. Ülkedeki ekonomik krizin nedenlerine, mücadele yollarına ve alternatiflere değindik. Ancak daha çok Lübnan’daki mezhepsel devlet sisteminin nasıl işlediğine dair bir sohbet gerçekleştirdik. Ülkenin geçmişten bugüne kimi çelişkilerini anlatan Jraidini tarihsel olarak neden ve nasıl mezheplerin sınıf mücadelesini örtmede kullanıldığını anlattı. 

Raghid Jraidini
Raghid Jraidini

İlk olarak geçtiğimiz seçimlerden başlayalım. Partiniz seçimlere geniş bir ittifak ile birlikte girdi ve çeşitli bölgelerde ortak adayları destekledi. Hatta desteklediğiniz bazı adaylar meclise girdi. Sizin de içinde bulunduğunuz bu ittifak çabasının temeli neye dayanıyordu?

Önce ittifaktan başlayayım. Geçtiğimiz seçimlerde birlikte olduğumuz hareketler çoğunlukla Lübnan’da yaşanan Ekim 2019 Ayaklanmasının bir parçasıydı. Bu hareketler ya ayaklanma içerisinde doğan ya da önceden var olan ancak ayaklanma ile birlikte ilerleme kaydedip ivme kazanan hareketler. Halihazırda ilişkimiz olan bu gruplarla siyasi tartışmaları hızlandırdık. Siyasi temelimiz Lübnan’daki sorunun ne olduğu anlayışımız üzerine kuruldu. Yani parti seçim sisteminin işleyiş şeklinden dolayı tüm ülkede tek bir ittifaka gitmedi. Her seçim bölgesinde kiminle ittifak kurulacağına dair kılavuzumuz vardı. 

Seçim sistemimizin oldukça kötü olduğunu söylemek gerekir. Sistem mezhepçi partileri her zaman seküler parti ya da hareketlerin önüne koyuyor. Bu da seçimle her farklı bölgede nasıl başa çıkmanız gerektiğine dair bir soru işareti yaratıyor. Mesela Güney’i ele alalım ki bence ülkedeki en özenli birlik çabasıydı. Güney III Bölgesinde, Li Haqqi, MMFD ve diğer büyüklü küçüklü yerel parti ve gruplarla ittifak yaptık, bölgede partimizin daha güçlü bir varlığı olmasına rağmen. Burada adaylarda ve adayların seçim programlarında açık bir sol bakışı benimsedik ve iki sandalye kazanmayı başardık. Milletvekilleri her ne kadar doğrudan üyemiz olmasa da bu, LKP için bir ilk. Parti olarak doğrudan desteklediğimiz iki adayın parlamentoya girmesi büyük bir şey. Özellikle de tüm sandalyelerin Şii çoğunluk tarafından alındığı ve onlar tarafından yönetildiği Güney için daha da büyük önem taşıyor. İç Savaşın ardından tüm sandalyeler de hep bu güçler tarafından kontrol ediliyordu.

İttifakın Lübnan’ın diğer bölgelerindeki adayları, sol fikirlerin daha az etkisindeydi. Yani açıkça bir ‘sol’ adaydan öte daha geniş bir ‘hükümet karşıtı koalisyon’ vardı, Lübnan Dağı III bölgesinde olduğu gibi. Sadece program birliği çabası değil, aynı zamanda aday belirlemede çeşitli tartışmalar da yürütüldü. Bu tartışmaların ardından destekleme kararı aldık ve yine parti üyesi olmayan ancak parti tarafından desteklenen iki aday seçildi. Aslında dahil olduğumuz listelerde siyasi gündemi belirlemeyi başardık. En azından geniş anlamda kısmen sola doğru. Bankaların yaşadığımız krizden sorumlu tutulmaları konusunda kararlıyız. Bununla birlikte hem İsrail’e hem de İsrail’in Lübnan’ı ülkenin altyapısıyla birlikte mümkün olan her fırsatta yok etmek isteğine kesinlikle karşıyız. Lübnan’da yaşanan sosyo-ekonomik sorunları vurgulama ve bakış açımıza göre bu soruları yöneltme konusunda kararlıyız. Özetle bizim seçimlerde ittifaklara yaklaşırken sahip olduğumuz çizgiler bunlardı. LiHaqqi ile tüm listelerde ittifakımız vardı. MMFD ile bazı yerlerde aynı listelerde uzlaşmayı başaramadık ki bu da Lübnan’da gayet normal.

Peki seçim sonuçlarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Sonuçları nispeten iyi olarak değerlendiriyoruz. Çok fazla kişi ilk kez parlamentoya girdi ve yeni bir parlamenter güç oluştu. Bu demek değil ki parlamentoya giren söz konusu 15 vekilin tamamı aynı siyasi yönde hareket ediyor.

Seçim sisteminin yapısı sizi nasıl etkiliyor?

LKP ülkenin her alanına yayılmış durumda. “Sadece Şii bölgelerinde varız ancak Hıristiyan bölgelerinde yokuz” gibi bir durum ya da bunun tam tersi söz konusu değil. Çoğu seküler hareket için de aynısını söyleyebiliriz. Bu da siyasi sınıfın Lübnan’ı oldukça küçük ve mezheplere göre bölerek bir seçim sistemi yaratmasına neden oldu. Bazen bu bölünmeler coğrafi olarak da bir şey ifade etmiyor. 

Mesela Sayda bir noktada duruyor. Jezzine ise onun doğusunda. Bu ikisinin arasında ise başka bir yerleşim var. Ancak Sünni-Hıristiyan sandalyeli bir bölge yaratmak istedikleri için, Sayda ve Jezzine’i -coğrafi olarak hiçbir bağları olmamasına rağmen- aynı seçim bölgesine yerleştirmeye karar verdiler. Aralarındaki yerleşim ise Şii olduğu için Sur bölgesine bağlandı, çünkü “Şiileri Sünniler ve Hıristiyanlarla bir araya getiremeyiz, o nedenle Şiileri ‘Şii bölgesine’ gönderelim” gibi bir mantık izliyorlar. Dolayısıyla böylesine rastgele seçim bölgeleri yaratmak, ülkenin her köşesinde özgürce aynı mezhep liderini seçebilmek dışında hiçbir anlam ifade etmiyor. Bu sadece bir örnek. 

Hariri’nin partisinin seçimlere parti adıyla girmemesi bu durumu etkileyebilir mi sizce?

Hariri’nin aldığı kararın seçim sonuçlarında kesinlikle bir etkisi oldu. Ama bu oldukça bölgesel bir etki. Mesela Beyrut’un, Kuzey’in ve Sayda’nın bazı Sünni bölgelerinde Hariri etkiliydi, ancak hepsi bu kadar. Mezheplere göre oldukça net bir şekilde bölündüğümüz için Hariri’nin mesela Hizbullah ve Emel’in bulunduğu Güney II ve Güney III gibi Şii bölgelerinde hiçbir karşılığı olmadı. Sünni çoğunluğun olmadığı diğer bölgelerde de Hariri gerçek anlamda bir oyuncu sayılmaz. Elbette bir etkisi var. Ama bizim Lübnan siyasetinde güçlü olduğumuz noktalarda bir şey ifade etmiyor. 

Öte yandan Hariri resmen seçimlerde kendini göstermese de aslında partisinden pek çok isim -örneğin Beyrut’ta- kendi listelerini hazırladı: Eski Lübnan Başbakanı ve içinde olduğumuz krize sonuç olacak yıllarda Ekonomi Bakanı olan Fuad Sinyora mesela. 

Doğrusunu söylemek gerekirse Beyrut’taki Sünni çoğunluklu bölgelerde Hariri’nin seçimlere girmeme kararı biraz ‘olumlu’ bir etki de doğurdu. Bazı insanlar “Eh, o zaman biz de değişime oy veririz” diyebildi. Ama bu, Lübnan’daki siyasi sistemin ne kadar sıkı olduğu düşünülürse oldukça küçük bir kesim, çok az kişi bundan kaçabildi. 

Yine de seçim sonuçlarının genelini okuyacak olursak hangi arka plana sahip olurlarsa olsunlar tüm Lübnan’da pek çok kişinin kendisine dayatılan bu sistemden kaçtığını görüyoruz. Adına isterseniz ‘Değişim için Adaylar’ diyebileceğiniz listeler beklenilenin çok üzerinde oy aldı. Özellikle Lübnan Dağı’nda Aley ve Şuf bölgelerinde. Güneyde ise Marjayoun ve Hasbaiyya… Tarihsel olarak her zaman Hıristiyan sağ kanat partilere oy vermiş ve yerleşik feodal ailelerin oldukça güçlü olduğu Matn bölgesi gibi küçük bir yerde bile tüm sol ve ilerici güçlerin desteklediği aday, Jad Ghosn yaklaşık 9 bin oy aldı. Bölgedeki rakip iş insanlarının desteklediği ve kendilerine ait bir çeşit ‘milislerin’ korku ve propaganda saçtığı adaylara karşı çok küçük bir farkla kaybetti. 

Ülkenin mezhepsel yapısının seçim sistemine etkisinden bahsettik. Ancak devletin aslında tamamı böylesine bölünerek yönetiliyor. Bu bölünmeyi daha detaylı anlamak için önce ekonomik ayağından bahsedelim. Bugün Lübnan’ın içinde bulunduğu ekonomik sistemin, mezheplere göre inşa edilmiş bir ülke ile ilişkisi var mı? 

Evet, bu iki şey kesinlikle birbiriyle ilişkili. Ülkenin ekonomik sistemi oldukça kapitalist, neoliberal bir program ile inşa edildi, ki bu her zaman finans sektörünü diğer sektörlerin hep daha önüne koydu. Endüstri, tarım, eğitim, sağlık… Tüm bunlar “Bizim yatırım oranı yüksek harika bankalarımız var, gelin paranızı bizim bankalarımıza yatırın” diyebilme uğruna marjinalleştirildi. Bu doğrudan mezhepsel bir ülke olma gerçeğiyle ilişkili değil, ülkedeki bankacılık sistemini nasıl düzenledikleriyle daha çok ilişkili. 

Bu aslında bütün ülkede oldukça sessiz ancak 1990’lardan 2019’a kadar geniş bir şekilde yaşanan bir Ponzi şemasıydı. En sonunda insanlar paralarının aslında tamamıyla harcandığını fark ettiler. Bazı mezhep liderleri iç savaşın ardından kendi aralarında bir dinamik yaratmayı denedi ve bu, hükümetteki, kamu kuruluşlarındaki ve bankalardaki bütün yüksek mercilere yayıldı.

Lübnan’daki bankacılık sistemini gerçekten analiz etmek isterseniz eğer, mezhep liderlerinin -ya da ülkenin siyasi elitinin- orada olduğunu göreceksiniz. Bütün banka yönetimlerinin ardında herhangi bir siyasi partinin etkisindeki kişileri bulacaksınız. Ortada ‘bağımsız bir bankacılık’ ya da ‘bir hükümet’ falan yok. Bu ikisi birbiriyle iç içe ve yönetim kurulu üyelerine baktığınızda görebiliyorsunuz: Bakanlar, başkanlar, yüksek rütbeli devlet çalışanları… Ve açıp bakabileceğiniz bir şey, sır falan değil. Dolayısıyla bankacılık sistemi de mezheplere göre dağıtım fikrinin bir parçası. 

Bugün yaşanan krizin ekonomik arka planına dair neler söyleyebilirsiniz? Nasıl bugünlere gelindiğini biraz daha detaylı anlatabilir misiniz? Size göre sorunun temeli nerede yatıyor? 

Bu sistemi yarattıklarında, olmayan bir parayı harcadıklarını ve geri veremeyeceklerini biliyorlardı. Sonra ne oldu? Açıktan olmasa da hükümet, bankalar ve merkez bankası insanlara şunu söyleme konusunda anlaşmaya vardı: “Bizim çok iyi yatırım oranımız var, paranızı başka şekilde yatırım yaparak -mesela bir fabrika açarak, ya da tarımsal üretim yaparak- kullanmayın. Size yüzde 20’lik, 30’luk hatta 50’lik, 60’lık yatırım oranı öneriyoruz.”

O dönem dünyadaki ortalama yatırım oranı yaklaşık 1.4 olmasına karşın söylenen bu oldu. Hiçbir anlam ifade etmiyordu bu, nasıl bu oranları verebilirsin ki? Gerçek ekonomiye yatırım yapabilecek insanları tam anlamıyla yağmaladılar. Ve bu para Merkez Bankası tarafından harcanmak üzere hükümete borç verilmişti ve hükümet 1992 yılından beri her sene artarak açık veriyor. Cari açık yaklaşık 80 milyar dolara ulaştı. Bu uçurum aslında insanların bankalara yatırdığı paralarla kapatılmaya çalışıldı. 

2019 yılında bankalar insanların dolar hesaplarından para çekmesini reddetmeye başladı. Lübnan lirası 1990’lardan beri sabit bir dolar kuruna sahipti. 1998 yılında Lübnan yabancı ülkelerden borç almaya başladı -ki bu da sistemin aslında çalışmadığına dair net bir sinyaldi. Daha önce “Sorun yok, savaştan yeni çıktık, ülkeyi yeniden inşa etmemiz gerekiyor” denilerek Lübnan bankalarından Lübnan lirası borç alınıyordu.

Başka türlü halledilebilirdi belki ama tamam, en azından tartışılabilir bir konu bu. Ancak 1998’de hükümet uluslararası bankalardan Euro ve Dolar gibi döviz şeklinde borç almaya başlayınca çöküş de başladı çünkü bu paranın nasıl geri ödeneceğine dair bir plan yoktu. O tarihten beri Lübnan’da varlık gösteren tüm yabancı bankalar (Barclays, American Express… ) hepsi Lübnan bankaları her şeyden sorumlu olacak şekilde hisselerini azalttı. Tüm uluslararası bankalar ülkeyi terk etti. Bu da aslında nelerin gelmekte olduğuna dair bir sinyaldi. Yani mesele kriz bir anda 2019’da karşımıza çıktı, “Ah paramız kalmamış” meselesi değil. Kesinlikle gelmekte olanı biliyorlardı çünkü bu işaretler satır arasına gizli sinyaller değildi. 

Yaşamakta olduğumuz krize işte bu sistem sebep oldu: Gerçek ekonomiyi ihmal ederek, aptalca da olsa sözde dışarıdan yatırım getirmesi beklenen finansal ve hizmet sektörüne odaklanmak. Hele ki Lübnan gibi bir ülkede bu daha da aptalca bir fikir. Lübnan ki bir yanında İsrail ordusuyla sınırı bulunuyor diğer tarafta ise halihazırda düşman İsrail ile savaşa giren Suriye… Ülkeyi çevreleyen bu atmosfer Lübnan’ı pek de cazip bir yatırım merkezi yapmıyor. Lübnan hiçbir zaman bu anlamda barışçıl bir atmosfere sahip olmadı. Neden hala bu illüzyon yaratılmaya çalışılıyor? Nasıl bu fikri koruyacaksın? Koruyamadılar da. Bu ülkeyi tümüyle iflasa sürdü. Bugün Merkez Bankası aslında iflas etmiş durumda sadece birazcık rezervleri kaldı, önümüzdeki yıl bitmesi bekleniyor. Tabi bu elimizdeki rakamlar doğruysa geçerli, her şey ‘gizli’ olduğu için Merkez Bankası herhangi bir bilgi paylaşmıyor. Bu gizlilik yasalara aykırı ancak Lübnan’da kimin umurunda... 

Aynı şey diğer bankalar için de geçerli. Ne kadar paralarının kaldığını açıklamıyorlar. Çünkü ‘bu paralar nereye gitti’ sorusuyla karşılaşmak istemiyorlar. Bazı bankalar krizden önce paralarını ülke dışarısına çıkartmayı başardı, bazıları oldukça etkili kişiler de aynısını yapabildi. Çünkü bankaların dolar vermeyi reddedeceğini biliyorlardı ki bu, yaşadığımız kriz gibi zamanlarda ciddi bir suç.

Böylesi derin bir kriz yaşanırken ülkede hayat nasıl etkilendi? Özellikle emekçi kitlelerin gündelik hayatında nasıl bir değişim gözlemliyorsunuz? Buna ek olarak elektrik ve diğer kimi kamusal hizmetlerin sağlanamadığı düşünülürse insanlar nasıl hayatta kalmaya çalışıyor?

Lübnan’ın çok büyük bir kısmını oluşturan işçi sınıfı, iç savaş da dahil olmak üzere, 1975’ten bu yana tarihinin en zorlu günlerini yaşıyor. Ücretler o kadar düşük ki jeneratörün faturasını bile karşılamaya yetmiyor. Ki bu sadece elektriğin kamusal olmayan kısmı. İnsanlar herhangi bir şeyi yapabilmek için gerçekten büyük bir mücadeleye girişiyorlar. İşe gidebilmek, işi bitirebilmek, işten eve dönebilmek, evdeki ailelerini besleyebilmek için mücadele ediyorlar. Şu aşamada Lübnan’daki günlük yaşamın her aşaması bir mücadele. Açıkça görebilirsiniz ki insanlar öfkeli ve yorgun -ama çoğunlukla yorgun. 

Bu krizle birlikte toplumsal yapımız tamamıyla çökmüş durumda. Bunun bizim sosyopolitik çevremize uzun vadede büyük etkileri olacak. Eminim Lübnan’da kısa bir süre geçirseniz bile bunu kendiniz de kolayca görebilirsiniz. İki ayrı elektrik faturası ödeyip yarım hizmet almayı bile aştık. İnsanlar şarj ettikleri akülere güveniyor ve böylesi bir ortamda kapitalizmin ‘harika bir şekilde’ pazarladığı ürünler var. Sadece Lübnan için üretilmiş ürünlere rastlıyoruz: Güneş Enerjisi panelleri, pervaneler… Üretici firmanın sitesine girdiğinizde ‘Lübnan için üretilmiştir’ gibi ifadelere rastlıyoruz! Ah, çok teşekkür ederiz ne kadar naziksiniz bize güneş enerjisi sağlıyorsunuz, ne kadar güzel (!) 

Özetle durum bu. Her şekilde mücadele veriyoruz ve hayatta kalmayı başarabilmeye çalışıyoruz. Lübnan’da büyük bir çoğunluğun yaşadığı hayat bu. Özellikle de kamu sektörü. Hükümet için çalışan insanlar eskiden bazı sosyal haklardan görece daha iyi bir şekilde yararlanabiliyordu. Tabii pek çok eksiği vardı bu sigortaların ancak en azından bazı asgari avantajlar da sağlıyordu. Maaşları düşüktü ama 2014-15 döneminde ülkede büyük gösteriler yapıldı ve sonuç olarak maaşlar enflasyon oranına göre yeniden düzenlendi -1990’lardan beri böylesi bir düzenleme yapılmamıştı. İdeal şekilde olmadı bu artış ama yine de aylık kazandıkları para en azından asgari bir hayatı karşılamak için yeterliydi. 

Şimdi ise durum farklı. Mesela kişisel bir örnek vereyim. Devlet okulunda öğretmen olarak çalışan annem krizden önce yaklaşık 2 bin dolar maaş alıyordu. Şimdi maaşı aylık 120 küsür dolar… Kamu sektöründe çalışan hemen hemen herkes için durum aynı. Bu da ülkenin ciddi bir kesimi demek oluyor. Çoğu yaşayabilmek için Lübnan dışarısında çalışan ve her ay birkaç yüz dolar gönderen çocuklarına, akrabalarına güveniyor. Geçtiğimiz 2-3 yıl içerisinde inanılmaz sayıda genç ülkeyi terk ettikten sonra bu bir ‘trend’ olmaya başladı. Üniversiteyi bitirmeseler bile herhangi bir programa başvurup gidiyorlar. Ya da çalışmaya gidiyorlar. Ülkede yaşayan gençler olarak şöyle bir etrafımıza bakınca bile tüm arkadaşlarımızın gittiğini görüyoruz. Son iki ay içerisinde tüm zamanımı insanlara veda ederek geçirdim.

Peki Lübnan’dan ayrılanların her sınıftan ya da her mezhep grubundan olduğunu söyleyebilir miyiz? 

Doğrusunu söylemek gerekirse evet, tüm sınıflar için aynı yorumu yapabiliriz. Tüm ekonomik sınıflara ve farklı mezhepsel kümelere yayıldı. Zenginler zaten ayrıldı, imkanları var: Tek yapmaları gereken gidip bir ülkede bir konut almak. Bu zaten yaşanıyordu ama bugünlerde daha da arttı. Ancak gerçek mücadele bu kadar parası olmayan insanlar için geçerli. Vizeye başvurup onay almak, çalışma izni almak… Bunlar uğraştırıcı şeyler. 

Ancak son zamanlarda Lübnan’da pek çok kişi sadece ülkeden kaçmak ve denizde olmak istiyor: Şişme botlarla ya da kiralık teknelerle Türkiye’ye, Kıbrıs’a ya da Yunanistan’a ulaşmaya çalışıyor. Çoğu zaman başarısız oluyorlar, pek çok kişi denizde hayatını kaybetti. 

Lübnan’da bugün yaşanan gerçek bu. Beyrut’ta bu o kadar görünür değil. Ancak Trablusşam’ı, Bekaa’yı ya da herhangi bir bölgeyi ziyaret ederseniz bu mücadeleyi daha net görebilirsiniz. Beyrut’ta yaşayan insanlar hâlâ bir çeşit göreceli ayrıcalığa sahip. İşçi sınıfının hayatını yaşadığı yerlere gittiğinizde en iyi haliyle sefaleti bulacaksınız. Sokakta en saf haliyle sefalet yaşanıyor.

Ek olarak hükümet son dönemde ‘elimizde pasaport kalmadı’ diyerek bize yeni pasaport vermeyi reddediyor. “Yarım milyon pasaport sipariş ettik” diyorlar nereden, ne zaman geleceği belli değil. Kişisel fikrimce bu, ülkeyi terk edenlerin sayısını azaltmak için yapılıyor. Mesela benim pasaportumun geçerliliği yılın başında sona erdi ve hâlâ yenileyemedim. Randevu aldım ama randevuyu Kasım ayına verdiler. Bu demek oluyor ki pasaportum gelecek sene elime geçecek. Aslında Lübnan’da yaşayan pek çok insan bu anlamda bir ‘esir’ sayılır.

Lübnan’ın her yerindeki insanların bu krizden dolayı öfkeli ve yorgun olduğunu dile getirdiniz. Sizce bu öfke ve yorgunluk bir aşamada doyum noktasına ulaşacak ve sokağa çıkacak mı? İnsanlar nereye kadar buna dayanabilir?

İnsanları içinde bulunduğumuz krize karşı seferber edebilme kapasitesine sahip olma noktasında siyasi hareketlerin ve partilerin üzerinde büyük bir sorumluluk var. İnsanlar sokağa çıkacak, bu kesin. Herhangi bir şey olduğunda insanlar sokağı kullanıyor. Oysa önemli olan şey şu: Olası bir sokak performansına yön verebilecek bir siyasi hareket var mı? İnsanlar sadece öfkeli bir şekilde bağıracak mı? Yoksa bu insanlar tarafından yaratılan bir siyasi hareket olacak mı? Bir şey talep ediyorlar mı? Yoksa sadece öfkeliler ve bağırıyorlar mı?

Bu ikilemi Lübnan’da 2019 Ayaklanması sırasında yaşadık. Gerçek bir değişim talep edip alternatif bir program sunarak (ya da gelecekte tartışılmak üzere alternatif program fikri dile getirerek) seferber olan kişiler belki azınlık değildi ancak kesinlikle çoğunluk değildi. Oradaki çoğu kişi sadece orada olmak ve öfkeli olmak için toplanıyordu. Ancak bu onların suçu değil, siyasi gruplar olarak aslında bizim suçumuz. İnsanları bizim mücadelemize katmaya ikna edecek bir program sunmayı başaramadık, hâlâ da zorlanıyoruz. İnsanlar bakıp, “Evet, ben şunu, şunu, şunu istiyorum. Sadece şu, şu, şu nedenden öfkeli değilim” diyebilmeli. Bu, özellikle sol partilerin ve hareketlerin ülkeye sol bir alternatif sunabilmek adına alması gereken bir sorumluluk. Ki bizim ülkemizde böylesi bir alternatif hiç düşünülmedi. 

Burada Lübnan’ın mezhepçi sistem yönetimine geri dönmemiz gerekebilir. Ekonomik açıdan değindik ancak siyasal ve toplumsal açıdan mezhepçiliğin nasıl bir etkiye sahip olduğunu söyleyebiliriz? Kökleri ne kadar derine gidiyor?

Mezhepçi sistemin ilk amacı ülkedeki solcu, seküler, ilerici bütün hareketleri yok etmektir. Çünkü bu hareketler, bazı bölgelerin bazı mezhepleri sözde temsil eden gruplar tarafından yönetilmesini zorunlu kılan yönetim sistemini kıracaktır. Bu grupların elitleri mezhepçi fikirlere dayanarak yarattığımız ‘hükümette’ birleşiyor. Biliyorsunuz, Cumhurbaşkanı Hıristiyan, Başbakan Sünni, Meclis Başkanı Şii olmalı, klasik hikaye… Ama bu aslında tüm hükümet pozisyonları için geçerli. Mesela diyelim bir kamu kuruluşunun genel müdürü olacaksınız beklemeniz gerekiyor. Diyelim Sünni’siniz ve diğer pozisyon için bir Hıristiyan aday bulunmuyor. Bu durumda beklemeniz gerekiyor. O pozisyon, ‘istikrarı’ koruma adına her mezhep temsil edilene kadar boş kalacak. Ancak bunun bir istikrar falan sağladığı yok, mezhepçi Lübnan’ı daha da mezhepçileştiriyor. İşinde iyi misin? Becerilerin neler? Bunlar hiç önemsenmiyor. İşinde çok kötü olsan da o işe başvuran tek Sünni isen (örnek veriyorum) o pozisyonu sen kapabiliyorsun. 

Parlamentoda da aynı şey oluyor. Diyelim hiçbir siyasi geçmişi olmayan, siyasetle de uzaktan yakından ilgilenmeyen birisiniz. Ancak babanız bölgede önemli bir feodal lider ve çok parası var, pek çok kişi de ona çalışıyor… Siz de bu yüzden seçime giriyorsunuz ve kazanıyorsunuz. Yani doğrudan sahip olduğumuz mezhepçi rejim, bu feodallere yönetime katılma hakkını veriyor. 

Bu sistemin izini sürerek çok daha gerilere, Imara dönemine kadar gidebilirsiniz. Mezhepçiliğin temelleri ne savaş sırasında, Osmanlılar gittiğinde ne de Fransızlar geldiğinde atıldı. Çok daha öncesinde ülkede köklerini salmıştı. Zaman içerisinde seviyesi gittikçe şiddetlendi. Lübnan’ın tarihine bakarsanız, pek çok mezhep savaşı yaşandığını görürsünüz. 

Yani sistem mezhepçi liderlerin yerlerinde kalabilmesini kolaylaştırmak için kuruldu. Bugüne kadar da sistemi korumayı başardılar. Özellikle de bazı mezhepçi grupların, bazı uluslararası güçlerle işbirliği yapması, diğerlerinin ise diğer güçlerle ittifaka gitmesi korunmasını sağladı. Çok net bir şekilde görüyorsunuz: Hizbullah ve Emel, İran ile; Gelecek Hareketi (Hariri) ve Lübnan Kuvvetleri, Suudiler ve ABD ile… Uluslararası güçler listesi böyle devam ediyor. Mesela Fransa, 1930’lardan, 1940’lardan beri Hıristiyanları destekleyerek bir rol oynadı. Yani işin bu uluslararası yanı mezhepsel düzenin korunmasını sağladı ve hâlâ gayet iyi işliyor.

BİR OSMANLI TAKTİĞİ: SINIF MÜCADELESİNİ MEZHEP İLE ÖRTME

Uzun zamandır ülkedeki gerilim dışarıdan bir gözle bakıldığında bazen ‘mezhepsel’ görünebiliyor. Bazıları Lübnan’da yaşanan çatışmayı mezhepsel bir bakış açısıyla ‘Şii-Sünni’ ya da ‘Müslüman-Hıristiyan’ çatışması olarak değerlendirmeyi tercih ediyor. Ancak Lübnan gerçekliğinde çatışmanın gerçekten dini nedenleri olduğunu düşünüyor musunuz, yoksa farklı çıkarların çatışması mı söz konusu olan?

Lübnan tarihinde sınıf mücadelesi hep hazır bulunmuş, hep var olmuştur -bazen dini bir karaktere dönüşse bile. Ama çoğunlukla dünyanın geri kalanında olduğu gibi başlar, sonuçta bu bir sınıf mücadelesi. Yani çalışanlar ve çalıştıkları alana sahip olanlar arasındaki mücadele. Osmanlı yönetiminde sistem bu farklılıklarla nasıl başa çıkacağını iyi biliyordu. Bu fikre dayanarak bazı bölgelerde mezhepler arası rekabet yarattılar. Diyelim bir kasabada Hıristiyan çiftçiler çalışıyor. Bu toprağa Hıristiyan bir yönetici atamak yerine -ki normal olan bu çünkü tüm kasaba Hıristiyan- Dürzi birini başa getiriyorlardı. Ki bunu o dönemin Lübnanlı siyasi eliti de uyguluyordu. Çünkü öfkelendiğinde, bu öfkeni Dürzi yetkiliye yöneltiyordun, Hıristiyan toprak sahibine değil. Bu durum tüm sınıf mücadelesini başka bir şeye, başka bir oyuna çeviriyor. Tabii bu kolayca bir mezhep savaşına ya da çatışmasına dönüşebilir: “Dürziler bizi açlıktan öldürüyor”. Artık mesele ‘toprak sahibi bizi öldürüyor’ meselesi olmuyor, “Dürziler Hıristiyan toprak sahibine karşı savaşıyor” ve Hıristiyanlar da “Dürzileri bölgemizden kovacağız” diye. Bu durum hâlâ devam ediyor.

Yaşananı anlamak için çok açık bir örnek. Şimdilerde daha karmaşık seviyede bu yöntem yürütülüyor ama temelde gerçekten aynı fikir var: Ne zaman bir sınıf mücadelesi sivrilse bu kesimler bir şekilde mevcut mücadeleyi bir mezhep mücadelesine dönüştürüyor. İnsanlar da çoğu zaman bu tuzağa düşüyor. Bunun bir diğer nedeni de sol hareketlerin tarihin her aşamasında rol oynayamamış, işçi sınıfını örgütleyememiş ve gerçek mücadeleye yönlendirememiş olmasıdır. Ki gerçek mücadele bu mezhepçi saçmalığa karşı savaşmaktır. Mevcut sistem sadece sınıfsal mücadeleyi örtmeye yarıyor. Ülkenin her yanında sınıf mücadelesi yükseliyor. Ancak mezhep örtüsünün altında kalıyor. Bizim bu örtüyü kaldırma olanağımız var.

1970’lerde Lübnan’da mezhepçi sisteme karşı ilerici güçlerin daha güçlü bir alternatif oluşturduğunu görüyoruz. Bugün ise bahsettiğimiz mezhepçi statüko partilerine baktığımızda, son dönemde seçimlerde bir derece kan kaybetmiş olsalar da hâlâ oldukça güçlü olduklarını, hatta geçmişe (1970’lere) oranla daha da fazla destek gördüklerini görüyoruz. Az önce bir örnek ile mezheplerin nasıl sınıf savaşını örtmede kullanıldığını anlattınız ama mezhepçi partilerin bugünkü güçlerinin ve halktan aldıkları desteğin arka planını ve yükseliş nedenlerini biraz daha detaylı bir şekilde anlatabilir misiniz? Sistem açısından 1970’lerden bugüne ne yaşandı da güçleri arttı? 

Aslında çok şey oldu. En önemlisi uluslararası -özellikle de Amerikan- müdahalesi. 1960’larda ve 1970’ler başında var olan Lübnan Ulusal Hareketi (LUH) İlerici Sosyalist Parti’den (İSP) Kemal Canbolat liderliğinde, LKP ve diğer ilerici güçleri ve Arap milliyetçisi partileri içeriyordu. (Bu da dikkat çekici bir konudur, yaşanan şeylerden biri de ‘Arap milliyetçiliğiydi’ ki bu, Lübnan’ı ‘Arap ülkesi’ görmeyenlerle “Biz Arap dünyasının parçasıyız” diyenler arasında bir farklılık yarattı. Tabii bu daha farklı bir konu, şimdilik buna odaklanmayalım.)

Ülkedeki bu hareket Lübnan’da daha önce olmayan pek çok reformun ve fikrin filizlenmesi için bir alan yarattı. Mesela sağlık sistemi, sosyal güvenlik, Lübnan [Devlet] Üniversitesi bile… Tüm bunlar ya LUH ya da LUH’u yöneten insanların önerdiği programların bir sonucuydu. Soldan doğru böylesi bir yaklaşım ülkede vardı ve destek de görüyordu. Uğruna savaşılan da buydu. Biz, savaşın bu ilerlemeyi engellemek için başladığını düşünüyoruz. Sınıf mücadelesinin üzerine serilen örtülerden bir diğeri de “Biz Arap değiliz Fenikeliyiz” fikriydi. Ya da “Filistinliler bizi işgal etmek için burada” düşüncesi -sanki bu yorum bir şey ifade ediyormuş gibi… Filistinliler İsrail’e ve onun Lübnan’daki müttefiki olarak gördüklerine karşı silahlı mücadele yürüttüyse de sadece mülteciler… Ama tüm bu siyasi atmosferin değişimi tüm ülkeyi daha eşit ve adil bir alternatife yöneltiyordu. Aynı zamanda iki milliyetçi kutba bölünüp çatışmak, emperyalist güçlerin bu ülkede oynamak istediği oyundu ve onların bakış açısıyla şahane bir şekilde işe yaradı. 

‘BİRBİRİNİ ÖLDÜRMÜŞ HER İKİ KİŞİNİN DE ULUSAL KAHRAMAN OLMASI ÇOK GARİP’

Tüm bunları örtmeyi başardıkları andan beri mezhepsel çatışma devam ediyor. İnsanlar “Biz yalnız yaşayabiliriz” diye düşünmeye başladı ve bunu 1975-1990 arasında yaptılar. Bu dönemde Hıristiyanların bölgeleri neredeyse tamamıyla Müslümanların bölgelerinden ayrılmıştı. Herkes kendi bölgesini yönetiyordu. Lübnan Kuvvetlerinden ya da diğer sağ partilerden bazıları o dönemden gurur duyuyor! “O zamanlar buralarda tek yönetici bizdik, istediğimiz bayrağı sallandırabiliyorduk, kimse bize bir şey dayatmıyordu…” gibi düşünceler, Lübnan'ın her yerindeki bütün topluluklarda “Biz kendi başımızın çaresine bakabiliriz. Diğerleriyle beraber yaşamak istemiyoruz çünkü bizi öldürmek istiyorlar” gibi bir tepkiye neden oldu. Bu da söz konusu gruplara desteği artırdı. 

Savaştan sonra imzalanan Taif Anlaşmasıyla ülkedeki her şey birkaç lidere dağıtıldı. Suikasta uğrayan Refik Hariri; bugün hâlâ varlığını sürdüren Velid Canbolat, Nebil Berri... Hıristiyanlar da bir şekilde vardı: Caca o sırada cezaevindeydi Mişel Avn ise Fransa’da sürgünde… Hıristiyanlar da bu anlaşmanın bir parçasıydı. Bu da bir nevi ‘istikrar’ yarattı. Az önce de bahsetmiştik, istikrar derken halkın değil siyasi elitin ‘istikrarından’ söz ediyoruz. Ama bu aynı zamanda çatışmanın sona ermesine neden oldu. İnsanlar artık sokakta silahlarla savaşmıyordu. Ülke bir anlamda açıldı. 

Buna rağmen savaşın mirası hâlâ olduğu yerde duruyordu. Bugün bunu çok iyi bir şekilde görebilirsiniz. Beyrut’un mahallelerini ayıran ‘sınır çizgilerinde’ buna siz de rastlayabilirsiniz. Tayouneh’in yanındaki Şiyah gibi yerlerden yürümeye başlarsanız sağınızda Emel Hareketi bayraklarını, solunuzda ise beyaz bayrakları [Lübnan Kuvvetleri] göreceksiniz. Sadece bir sokağın ayırdığı yerde gerilimi hissedebiliyorsunuz. Ya da Eşrefiye’ye girdiğinizde Beşir Cemayel’in fotoğraflarını görüyorsunuz. Beşir Cemayel, bütün Lübnan Hıristiyan sağ partileri için (Sadece Kataeb değil) ulusal bir kahraman: “Cumhurbaşkanıydı, Lübnan için bir planı vardı ve o yüzden öldürdüler” diye görüyorlar, artık neyse o plan (!) Başka bir yerde aynı Beşir Cemayel’e suikast düzenleyen adama kahraman olarak şarkılar yazıldığını görüyorsunuz. Objektif olmak gerekirse durum bu. Biz kendimizi çok açık bir şekilde Beşir Cemayel’in fikirlerine ve Lübnan’ı İsrail ile müttefik yapması duruşuna karşı konumlandırıyoruz. Ama bir ülkede birbirini kelimenin tam anlamıyla öldürmüş iki kişinin de aynı anda ‘ulusal kahraman’ olarak görülüyor oluşu biraz garip bir durum. 

Bu bölünmüşlük sadece varlığını sürdürmekle kalmıyor, aynı zamanda krizle birlikte daha da derinleşiyor. Çünkü mezhepçi güçler için, kendi kötü politikalarının sorumluluğunu diğerlerine yıkmak çok kolay. Bugünlerde Suriyelilere karşı oldukça dramatik bir şekilde tırmanan ırkçı nefreti görebilirsiniz. Sanki tüm ekmeğimizi Suriyeli mülteciler yemiş gibi! Hayır, böyle olmadı mesela. Bu ülke iflas etmiş bir ülke ve artık tahıl ihraç edemiyor. Sorunların gerçek nedenlerini anlamak gerekiyor. Ama insanlar hâlâ ‘kolay hedefteki’ diğer gruplara saldırıyor. “Lübnan Suriyeliler gelmeden önce 4 milyondu, şimdi 8 milyonuz. Bakın onlar ekmeğimizi bitirdi.” Bu ülkenin her yerinde insanların dile getirdiği şeyler. Tüm bunların ardındaki gerçek sorunları işaretlemeye çabalayan çok küçük bir kesim hariç.

Son olarak tüm bu krizden çıkışta LKP olarak savunduğunuz alternatifi nasıl tanımlayabilirsiniz? İdeal alternatifinize ulaşmak için atılacak çeşitli adımlarda nasıl bir strateji benimsiyorsunuz?

Bizim için öncelik ülkemizdeki diğer kimi farklı partiler ve hareketlerle bir koalisyon kurmaktır. Gerçek bir program sunan, sokakta kavga eden bir siyasi koalisyon kurmak. Ülkenin sahip olduğu tek umut bu. Halk hareketi üzerinde yükselen bir programın ben solcu olmasını isterim ve bunu biz komünist parti olduğumuz için söylemiyorum. IMF’nin sunduklarına ve Lübnan hükümetinden talep ettiklerine bile baksanız, ‘solda’ kaldıklarını göreceksiniz. Elbette her yönden emperyalistler, buna şüphe yok. Ama IMF bile Lübnan hükümetinin yaptığından daha solda kalıyor. Dolayısıyla sola doğru kayış ülke için tek yol gibi görünüyor. Bu da sol hareketler ve özellikle LKP’nin atılımı için bir itki olmalı. Seçimlerde olan da zaten buydu. Bunu her yerde görebilirsiniz, sokak hareketleniyor, seçim sonuçları, birbiri ardına açılan ve sol propaganda yapan sosyal medya kanalları… 

O halde bu süreçte partinizin güçlendiğini söyleyebilir misiniz?

Destek ve ilgi anlamında kesinlikle son dönemde büyük bir artış gözlüyoruz. Özellikle de seçim döneminde. Pek çok kişi LKP’nin bir çeşit koalisyon ile seçime girmesinden çok memnundu. Bunu çok uzun zamandan beri talep ediyorlardı. “Sol, diğer sol veya daha az sol hareketlerle ya da partilerle bir arada olmalı” talebini yerine getirmeyi başardık. Bu LKP için de yeni bir düşünce tarzı, ancak doğru bir tarz olduğu kanıtlandı. Mesela şimdi 2-3 milletvekili ile doğrudan bağımız var. Daha öncesinde sadece Sayda’dan Osama Saad vardı. Bu bizim için kesinlikle siyasi bir ileri adım. Programlarımızı artık meclis içerisinden de tartışmaya açma imkânımız var.

Altı grupla her hafta düzenli olarak görüşüyoruz. Sol bir kutba ihtiyacımız var. Tabii bu gelmekte olan şeylere dair de belli bir koalisyon yaratmamızı gerektiriyor, özellikle de sokağı tutma anlamında. 

Yani bu koalisyonu seçimden öteye götürme gibi bir hedefiniz var? 

Tartışmaların nasıl ilerleyeceğine bağlı elbette ama evet. Bu kesinlikle bizim amacımız.