YAZARLAR

Laura García-Lorca: Lorca'dan ilham almak beni doyuran bir deneyim

Lorca Vakfı’nın Genel Başkanı Laura García-Lorca vakfı, deneyimlerini ve şair Lorca'yı anlattı: Lorca'dan ilham almak beni doyuran bir deneyim...

Federico García Lorca’nın yeğeni ve Lorca Vakfı’nın Genel Başkanı Laura García-Lorca ile tanışmamız 2018 yılının Mayıs ayında Madrid’de düzenlenen bir şiir festivaliyle oldu. Bir ay sonra ise uzun süredir Madrid’deki Residencia de Estudiantes’te muhafaza edilen Lorca Arşivleri’nin tamamı Granada’daki Lorca Merkezi’ne taşındı. Böylece Laura García-Lorca da yıllardan sonra ilk kez şehre tam zamanlı bir geri dönüş yapabildi. Hayatımdaki her güzel şey gibi hem şiir hem de arşivlere borçlu olduğum dostluğumuz ve ayrıca Lorca’nın sadece okurları tarafından değil, onun mirasına canla başla sahip çıkan ailesi tarafından da yaşatıldığını hatırlatmak adına, 5 Mart 2021’de Laura’nın Granada’daki evinde yaptığımız uzun bir sohbetten derlediğim ve çevirdiğim söyleşinin ikinci bölümünü sunuyorum. 

Lorca Arşivleri'nin Madrid’deki Residencia de Estudiantes’ten Lorca Merkezi’ne taşınma sürecini konuşmak istiyorum biraz da. Biliyorum ki arşivleri uzun görüşmelerin ardından 2018 yılında İspanya devletine ve Lorca Merkezi’ne bağışladınız. Bu tarihî karar nasıl verildi ve süreç nasıl ilerledi?

Bu karar herkes ve özellikle ailem adına zor bir karardı. Bir bakıma Granada’ya yeniden alışmıştım fakat başından beri Huerta de San Vicente deneyimi çetrefilliydi benim adıma. Çünkü bu projeye kamu kurum ve kuruluşlarından hiç yardım gelmediği gibi bir nevi karşı çıkış da oldu, ki bu güçlü karşı çıkışın altında yatan sebepleri ne o zaman ne de şimdi anlamam pek mümkün değil.

Lorca Merkezi’nin kuruluşuna mı bir karşı çıkıştı, yoksa Huerta’daki faaliyetlere mi?

Huerta’ya ve Lorca adına yaptığımız her şeye yöneltilen bir karşı çıkıştan bahsediyorum. Belki aileme ve bana da. Sanırım aileden bir ferdin bu işlerle uğraşması da her şeyi daha güç hale getirdi. Fakat doğru bir şey yaptığım inancı her şeyden daha kuvvetliydi. Bu yüzden ailemi, Granada’ya karşı gösterdikleri çok anlaşılır ve haklı itirazları konusunda ikna etmek zorunda kaldım. Nihayetinde arşivleri Granada’ya taşıma kararında neredeyse herkes hemfikir oldu. Bu karar belki de var olan en muhtemel ve iyi karar olmayabilirdi ama bizim elimizden gelenin en iyisinin bu olduğuna inanmıştım. Şu an arşivlerin burada olmasından çok memnunum. Bundan sonra atılacak adımsa arşivleri buraya taşımanın yapılabilecek en iyi şey olduğunun sağlamasını yapmak. Ayrıca Lorca Merkezi’nde oluşturduğumuz plan ve programlamanın dört dörtlük olduğundan ve arşivlerin kullanımının halka açık ve büyük bir titizlikle yapılmasından emin olmaktır diye düşünüyorum. Hâlâ bu projenin harika bir proje olduğunu da.

Arşivlerin yanında ayrıca sürekli olarak etkinlikler ve sergiler düzenliyorsunuz. Şöyle bir dönemde bile hâlâ gidip görülebilecek bir sergi var mesela. Lorca Merkezi’nde tam olarak neler yapılıyor? İnsanlar hangi beklentilerle buraya gelsinler? 

Elbette ki Lorca Merkezi’nin kalbini arşivler ve kütüphane oluşturuyor. Senin de bahsettiğin gibi sergiler düzenliyoruz. Bu sergileri her zaman Lorca’nın arşivlerinden materyallerle, örneğin el yazması eserleri ve çizimleriyle yapmaya çalışıyoruz ki böylece sergiler yoluyla arşivler halkın erişiminde olsun. Çoğunlukla Lorca arşivleri üzerine yapılan geniş çaplı sergileri kendi çağdaşları ya da şu an çalışmalar yapan sanatçıların eserleriyle dönüşümlü veya birlikte yapıyoruz. Granada’ya Lorca’nın izinde ilk kez gelen birinin Lorca’yı burada bulmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Bunun yanı sıra Lorca’nın eserlerinin diğer sanatçı, müzisyen ve yazarların eserleriyle sürekli bir diyalog halinde olması da çok önemli. Ve tabii ki tiyatro ve müzik etkinlikleri de düzenliyoruz.

Umuyorum tüm bu etkinlikler en kısa sürede tekrar yapılabilir hale gelir.

Herkes gibi ben de bunu çok istiyorum elbette.

Bu muazzam mirasın sorumluluğunu üstlenmek hem vakfın hem de Lorca Merkezi’nin görünür yüzü olmak konusunda nasıl hissediyorsunuz? Aileniz hâlâ tüm bu süreçlere dâhil elbette fakat işi yüklenen kişi yine de sizsiniz. Tüm bu bahsettiğiniz süreçlerde birebir yaşadığınız zorluklardan bahsedebilirseniz çok sevinirim.

Çoğunlukla bu sorumluluğun bir “ayrıcalık” olduğunu düşündüm ve hâlâ da öyle düşünüyorum. Ayrıca gayet önemli işler yapan, Lorca’nın hayatından, eserlerinden ilham almış ve müthiş bir cömertlikle kendilerini yaptıkları işlere adamış birçok insanla sürekli iletişim içinde olmak da çok harika bir duygu ve beni doyuran bir deneyim. Buna karşın aldığım sorumluluk zaman zaman bir yüke de dönüşüyor. Özellikle her şeyi layıkıyla yapmak adına duyduğum endişenin getirdiği büyük bir yük var üstümde. 

Naçizane düşüncem, her şeyi en iyi şekilde ve layıkıyla yaptığınız yönünde.

Bunu söylediğin için teşekkür ederim.

Şu an üstlendiğiniz sorumluluk ve işlerin öncesinde nasıl bir hayatınız vardı, neler yapıyordunuz?

Sanırım biraz karmaşık ve tuhaf bir hayatım oldu. Önce oyunculuk eğitimi aldım. Oyunculuk derslerine ilkin Madrid’de başladım. O dönemde birçok Arjantinli, diktatörlük rejimi yüzünden ülkelerinden ayrılmak zorunda bırakılmışlardı. Bu sebepten oyunculuk dersleri veren birçok kıymetli hoca ve oyuncu Madrid’e gelmişti. Oyunculuk derslerini onlarla birlikte aldım. Ama asıl yapmak istediğim iş yönetmenlikti. Önce oyunculuk dersleri almanın yönetmenlik adına faydalı olacağını düşünmüştüm. Ancak derslere başladıktan sonra oyunculuk daha çok sardı beni. Bu yüzden New York’a tekrar taşınma kararı aldım.

Hangi yıl oldu bu?

1980 yılında. New York’ta John Strasberg’le çalıştım. Onun dışında da çok iyi hocalarım oldu. Off-Broadway oyunlarında oyunculuk yaptım. Birkaç İspanyolca oyunda da rol aldım. Sonrasında Sam Shepard’ın İspanya’da daha önce hiç sahnelenmemiş bir oyununu sahneleme kararı verdim. Fool for Love oyununu hem sahneledim hem de oyuncu olarak yer aldım bu oyunda. Ama ortaya çıkan oyun bence berbattı, hatta bir faciaydı. Yine de ilginç bir yapım olduğunu söyleyebilirim. Ayrıca belirtmeliyim ki iyi bir oyuncu da değildim. Ortalama bir oyuncuydum ya da yeteri kadar iyi bir oyuncu değildim diyeyim. Sahnede hem çok iyi günlerim oldu hem de çok kötü. Bu cidden böyleydi. Ortalama bir iş yapmak da benlik bir şey olmadı hiç. 

Bu biraz Lorca ailesinin ortak sorunu gibi geliyor bana. Ya çok iyi olacaksınız ya da o iş yapılmayacak duygusu.

Sanırım. Bu ortalama halimle iş bulmam da çok zordu. Ayrıca o zamanlar çok olmasa da biraz aksanım vardı. Kendimden de hiç emin değildim. Yetmiş yaşına gelip hâlâ küçük ve önemsiz roller oynayan bir oyuncu olma ihtimali geldi aklıma birden. Bu hayal ettiğim bir hayat olamazdı kesinlikle. Böylece oyunculuğu bırakmaya karar verdim ama ne yapmam gerektiğini pek de bilmiyordum açıkçası.

Bu arada moda tasarımcısı bir arkadaşım olan Antonio Miro aracılığıyla bir iş teklifi geldi. Antonio o dönemde birkaç kişiyle birlikte İspanyol Vogue dergisini çıkarma kararı almış ve dergide çalışacak insanlar arıyordu. Antonio bu iş için beni diğerlerine önerirken “Modadan hiç anlamayan bir arkadaşım var. Onu niye işe almamız gerektiği konusunda bir sebep gösteremem ama bence görüşmeye çağıralım,” demiş. Görüşme sonrasında beni işe aldıklarını duymak cidden şaşırtıcıydı. Vogue için çalışmaya başlamam böyle oldu. 

Ne kadar süre çalıştınız orada? 

Derginin kuruluşundan sonraki ilk yedi yıl. Birçok farklı görevde bulundum, sonrasında sorumlu yazı işleri müdürlüğüne atandım. Bu göreve de niye getirildiğimi bilmiyorum açıkçası, çünkü üniversiteyi başladığım halde bitirmeden bırakmıştım. Aslında Vogue’daki bu deneyimim benim asıl okul deneyimim oldu. Orada çalışırken çok şey öğrendim. Derginin yönetmeni Sefarad asıllı muhteşem bir İtalyan kadındı. Rachele Enriquez. Onu Ladino konuşurken dinlemek cidden harikaydı. Birlikte günde 13-14 saat çalışıyorduk. Ondan da çok şey öğrendim. Resmî üniversite öğrenimim böyle oldu diyebilirim. Yedi yılın sonunda bu işten de ayrıldım, çünkü hayatımın geri kalanını moda alanında çalışarak geçirmek gibi bir niyetimin olmadığını fark ettim.

O dönemde annem vefat etmişti. Ondan kalan arşivler arasında dedem ve anneannemin evrakları da vardı. Dedemin Washington’da büyükelçi olarak çalıştığı yıllardan ve sonrasında sürgün hayatı yaşarken verdiği dersler ve Latin Amerika’ya yaptığı yolculuklar sırasında yazdıkları da vardı bu evraklar arasında. Bu arşivleri bir araya getirmenin ve düzenlemenin önemli olduğunu düşünerek işin başına oturdum.

Yani Vogue’dan ayrıldıktan sonra arşivcilik yaptınız.

Evet. Önce biraz arşivcilik öğrendim ama ilk hızlandırılmış ve yoğun arşiv dersimi aslında dedemle ve anneannemin arşivlerini düzenlerken almış oldum. Arşivleri düzenlediğim sırada İsabel halam beni arayıp “Granada’nın belediye başkanına senin Granada’ya dönüp Huerta de San Vicente’nin yöneticiliğini yapacağını söyledim” dedi.

Bu bir tekliften çok bir talimattı anlaşılan. 

Evet. Hem de itiraz edemeyeceğim bir talimat. Böyle bir şey o zamanlar yapmak istediğim en son işti açıkçası fakat nihayetinde keyif aldığım ve bana çok şey katan bir işe dönüştü.

Son olarak Lorca’nın eserlerinin çevirileri üzerine konuşmak istiyorum. Başka birçok dilde olduğu gibi, Lorca Türkçeye de birçok kişi tarafından çevrildi ve çevrilmeye devam ediyor. Bu çeviriler sayesinde tanıdığımız Lorca elbette öncelikle bir şair ve sanatçı olarak kabul görüyor, ancak politik olarak da birçoğumuz için önemli bir yerde durduğu yadsınamaz. Ancak bu politik bağın Lorca’nın yazdıklarından çok nasıl öldürüldüğüyle ilişkili olduğunu düşünüyorum. Bir çevirmen olarak, Lorca çevirileri hakkında genel olarak sizin ne hissettiğinizi ve düşündüğünüzü merak ediyorum açıkçası.

Lorca çevirilerinin en başından, yani Lorca’nın öldürüldüğü günden bu yana, çok hayatî bir önemi olduğunu söylemeliyim. Aslında ölümünden önce başlamıştı eserlerinin çevrilmesi. Büyük ihtimalle ilk Lorca çevirileri Çince yapıldı. Bu çevirilerin harika bir hikâyesi de var aslında. Dai Wangshu, sürrealist akımla çok ilgilenen Çinli bir şair, Paris’e giderken Madrid’e uğramış. O aralar Lorca’nın Gypsy Ballads (Çingene Baladları) yayımlanmıştı. Kafelerde ve başka yerlerde insanların Lorca’nın bu şiirlerini yüksek sesle okuduklarını ve sürekli Lorca’dan heyecanla bahsettiklerini duymuş. Böylece o güne kadar basılmış Lorca kitaplarının hepsini okuyup adeta büyülenmiş. Paris’e taşınıp sürrealizm üzerine yapmak istediği çalışmaları yaptıktan ve Çin’e tekrar döndükten sonra Lorca şiirlerinden bir seçki basmaya karar vermiş ve böylece Çince ilk çevirileri yapmış. Bu hikâyeyi ilk olarak şair ve yazar Bei Dao’nun yazdığı bir inceleme yazısında okumuştum. Dao bu yazısında Lorca’nın Dao’nun da içinde bulunduğu bir grup şair ve sanatçı için ne kadar önemli olduğunu anlatıyordu. Daha sonra Dao ile tanışma şansım oldu. Bu tanışma sırasında Dao bana bu seçkinin 1930’larda Çin’de yasaklandığını ancak birkaç kopyasının onun ve aralarında direniş hareketine dâhil gençlerin de olduğu şair ve sanatçı grubunun eline geçtiğini anlattı. Lorca o dönemde Çin’deki özgürlük hareketinin sembolü haline böyle gelmiş. Bütün bu olan bitenin merkezinde ise Lorca’nın “Romance Sonámbulo” (Uyurgezer Romans) şiirinden bir dize var: “Verde que te quiero verde” (Yeşil, nasıl da severim seni yeşil). Bu dizeden esinle yeşil özgürlüğün ve direnişin sembolü bir sözcük ve renge dönüşmüş Çin’de. Çeviri işinin ne kadar önemli bir iş olduğunu bu örnek çok iyi anlatıyor bence ki bunu zaten en iyi bilenler arasındasın.

Başka ve az önce bahsettiğim kadar olumlu olmayan bir örnek de Lorca’nın Almanca çevirileri üzerinden verilebilir. Bu konuda ciddi bir sıkıntı yaşandığını biliyorum çünkü Thomas Mann babama bir mektup yazarak Lorca’yı Almancaya çevirecek birini önermişti. Fakat cidden iyi bir çevirmen olmadığını iş işten geçtikten sonra anladık. Babam Almanca bilmiyordu ama bu çevirmene Lorca’nın Almanca çevirilerinin tüm yayın haklarını vermişti. Lorca Almancaya kötü bir şekilde çevrilmiş olsa da oyunları sıklıkla sahnelendiği için hâlâ hem izleniyor hem de okunuyordu. Bunun sebebinin de tiyatro camiasının oyunları sahnelemek için kendi çevirilerini yapmaları olduğunu düşünüyorum. Şu an Lorca’nın birçok başka çevirmen tarafından Almancaya çevrildiğini ve diğer dillerde olduğu gibi bu dilde de çok iyi çevirileri yapıldığını belirtmek isterim.

Sohbetinize cidden hiç doyum olmuyor ama söyleşinin de artık sonuna geldik. Vakit ayırıp benimle bu söyleşiyi yaptığınız için tekrar çok teşekkür ederim.

Büyük bir keyifti benim için. Ben teşekkür ederim.

 
 
 
 
 

Öykü Tekten Kimdir?

Yazar, çevirmen, editör ve arşivci. New York ve Granada’da iki kedisiyle yaşıyor. Pinsapo Press ve Collective’in kurucuları arasında. Ayrıca Lost & Found: The CUNY Poetics Document Initiative’nde arşivci ve editör olarak çalışıyor.