Kürtçe müzik 'yasak değil' ama...

Kürtçe üzerindeki yasaklar 30 yıl önce 'resmen' kaldırıldı. Oysa yayınlanan yeni bir raporda Kürt sanatçıların tanıklıkları sanatın üzerindeki dört koldan baskının azalmadan sürdüğünü ortaya koyuyor.

Google Haberlere Abone ol

Kürtçenin Türkiye’deki tarihi, yasa ile hakikatin, kitap ile gündelik yaşamın arasındaki uçurumu anlatmak için kullanılabilecek bir örnek olabilir. Resmi olarak sadece 11 yıl yasak olan bir dilin “yasaklı”, en hafif haliyle sakıncalı uzun hikâyesi, kaçınılmaz olarak o dili konuşan insanların da hikâyesini anlatır.

Lozan ve benzeri anlaşmaların kimi temel ilkeleri, ülkede var olan dillerin basın-yayın organları da dâhil olmak üzere kullanılmasının önüne engel konulamayacağını açıkça belirtse de, milli inşa süreçlerinde giderek sertleşen bir politikayla “tek dil” ilkesi benimsendi. Doğal olarak en çok Kürtçenin kaderine, en çok Kürtlerin sözüne karşı uygulanan, hiçbir yasal dayanağı olmasa da devletin temel fikri ve zikri haline gelen fiili Kürtçe yasağı, bırakın eğitim hakkını, mahkemede kendini savunma hakkını; sokakta anadilini konuşmanın ölüme varabilecek yaptırımlarla karşılaşacağı on yıllar yarattı. Bu on yılların yasaklı hikâyesi işte bu yüzden yarattığı kuşakların da hikâyesi oldu, oluyor…

Önce radyonun, sonra televizyonun “meşru milli yurttaş”ı, yani “makbul Türk”ü tanımladığı, anlattığı, adeta öğrettiği; sokakta ise devletin resmi ve gayrı resmi kuvvetlerinin bu dersin yoklamasını yaptığı uzun yıllarda Kürtçe tabii ki bu kanallarda duyulamadı. Kürtler, binlerce yıla yayılmış bir tarihin damıttığı kilamlarını ya gündelik hayatın devletin olmadığı ve müziğe, anlatmaya ayrılmış kimi köşelerinde yahut önce Bağdat Radyosu’nda, sonra Erivan Radyosu’nda duyuyordu. Söz yolunu, su yatağını elbet buluyordu çünkü yasak bile olmayan bir dilde şarkılar, türküler söyleyerek ölüm dâhil her şeyi göze alanlar hep vardı. Çünkü zaten başka yolları da yoktu belki de…

12 Eylül’ün ardından iktidar, Türkçe dışında bir dil kullanmayı resmi olarak da yasakladı. Amaç Kürtçenin yok olması, unutulmasıydı şüphesiz. Sokakta Kürtçe duyduğunda bile rahatsız olan bir anlayışın iktidarının bu çabası tabii ki işe yaramadı.

1991 yılında gelindiğinde ise istikbalini Avrupa Birliği’nde hayal eden muktedir, -aslında zorunlu olarak- Kürtçe üzerindeki yasağı kısmen kaldırdı. Milyonlarca insanın kadim ve zengin anadili, artık yasak değildi belki ama “bilinmeyen bir dil” olarak geçiyordu resmi kayıtlara. TBMM’de edilen Türkçe bir yeminin arkasına eklendiğinde kıyametler kopuyor, 90’ların karanlık ortamında Kürtçe şarkı söylemek hayatların sönmesi için yeterli oluyordu.

AVRUPA BİRLİĞİ HATRINA...

1999 yılında, yani Avrupa Birliği’nin Türkiye ile üyelik müzakerelerine başlamaya karar verdiği dönemde gerçekleşen yasal düzenlemelerle Kürtçe kamusal alanda kendini ifade etme olanağına kavuştu. Ancak gerçeğin yüzünü daha net görmek için, yine aynı yıl Ahmet Kaya’nın bir ödül töreninde yaptığı “Kürtçe şarkı söyleyeceği”ne dair açıklamanın ardından başına gelenleri hatırlamak daha doğru olur. Bu çelişki başta sözünü ettiğim o yasa ile hakikatin çelişkisinin ta kendisi işte.

2014’te başlayan ve adına “Çözüm Süreci” denen açılımın -bence siyasi oyunun- yarattığı iklim hem yüzeyseldi, hem de zaten kısa ömürlü oldu. Bugünkü durumun, yukarıda kendimce özetlediğim geçmiştekinden daha iyi olduğunu söylemek imkânsız. Aksine, özellikle son yılları, 90’ların karanlık ortamıyla kıyaslayan aklı başında isimlerin sayısı da giderek artıyor. Sahnelenmesine izin verilmeyen Kürtçe oyunlar, devletin Kürt sanatına, kültürüne gözlerini (göstermelik ve muhakkak iktidarın söylemine uyan örnekleri nadiren desteklemek dışında) tamamen kapatması, valilikler ve kaymakamlıklar eliyle düğünlerde bile Kürtçe kilam söyletilmemeye çalışılması işin resmi boyutu. Sokakta ise bu resmiyetin sözde sivil bir yüzü, konserlerde Kürtçe şarkı söyleyenleri yuhalamaya, sokakta Kürtçe müzik dinleyenlere saldırmaya, şarkıcının illa ki Türkçe söylemesinde ısrar etmeye devleti ve milleti adına verdiğini sandığı kararla devam ediyor.

Tüm bunları bir daha hatırlayıp kaleme almamın nedeni ise bir rapor ve bu raporu hazırlayan ekiple yaptığım görüşme. İsmail Beşikçi Vakfı’nın geçtiğimiz ay yayınladığı raporun adı, ‘Müzisyen ve Tiyatrocular Özelinde Kürt Sanatçılara Yönelik Hak İhlalleri İzleme Çalışması’. Sanatlarını Kürtçe icra eden 15 müzisyen ve 15 tiyatrocu Kürt sanatçıyla yapılan derinlemesine görüşmelerden edinilen bulguyla hazırlanan raporun koordinatörü Ayşe Tepe Doğan. Görüşmeleri Tofan Sünbül, konuyla ilgili medya taramasını ise Mevlüt Oğuz yapmış. Tasarım Şener Özmen’e ait.

'KÜRTÇE ISLIK' 

Çalışmanın ön adı olarak 1570-1640 yılları arasında yaşamış şair ve mu­tasavvıf Melayê Cizîrî’ye ait bir dize seçilmiş: “Me dı dıl da heye narek ku dısojıt seqerê” (“Cehennemi soğuğu tutuşturacak bir ateş var yüreğimizde.”)

Rapor, Musa Anter’in 1943’te “Kürtçe ıslık çaldığı” gerekçesiyle yargılanıp cezaevine girmesine dair meşhur anekdotla başlıyor. Bu misalden yola çıkarak, bugün neden böyle bir çalışma yapılmasına ihtiyaç duyulduğuna dair kapsamlı ve çok yerinde tespitlerle dolu bir girişin ardından Kürtçenin üzerindeki baskının geniş bir tarihsel özeti yapılıyor. Çalışmada, özellikle 90’lı yıllardan, yani Kürtçe üzerindeki yasağın resmi olarak kalktığı dönemden başlayarak bugüne gelen zaman diliminde Kürtçe sanatın içinde olan sanatçılarla görüşülmüş.

Kürt sanatçıların karşılaştıkları ihlaller; yasaların uygulanma biçiminden kaynaklı hak ihlalleri ile devletin sanatın ve sanatçının desteklenmesine yönelik üstlendiği yükümlülükleri yerine getirmemesinden kaynaklanan hak ihlalleri temellerinde analiz edilmiş. Bir yandan da, hem devletin uymayı taahhüt ettiği uluslararası sözleşmelere rağmen resmi tavrı, hem de çoğulcu bir kültür politikasını benimsediğini söyleyen kurumların Kürtlerin sanatı söz konusu olduğunda nasıl bir üç maymun oyunu oynadığı ifşa edilmiş aslında.

Alanım ile ilgili olduğu için müzisyenlerle yapılmış olan görüşmeleri özel bir dikkatle okuduysam da raporun Türkiye’de Kürt tiyatrosuyla ilgili aktardığı tanıklıklar en az müzisyenlerin yaşadıkları kadar zorluk, engel, baskı barındırıyor. Hatta belki, mutlaka bir sahneye, bir seyirciye ihtiyaç duyan tiyatro sanatı açısından durum, eserlerin dijital olarak geniş kitlelerle paylaşılabildiği müzik alanından daha zorlu. Umarım konunun uzmanı bir tiyatro yazarının eline ulaşmıştır bu çalışma ve umarım o alanda yaşananları bir uzmanın değerlendirmesiyle de görebiliriz.  

Müzik alanında yaşanan ihlalleri belli başlıklar altında toplamak mümkün. Nitekim raporda bu ihlaller; Kürtçeye yönelik resmi ve “sivil” tahammülsüzlük, müziği icra edecek mekân ve sahne bulamamak, müzik sektöründe karşılaşılan ekonomik sömürü, şirketlerin sanatın içeriğini belirleme yönündeki baskısı, tabii ki ekonomik sorunlarla boğuşan sanatçıların sosyal hayatlarındaki yoksunluk, kamu otoritelerinin ve sanat kurumlarının Kürt müzisyenlerin taleplerini görmezden gelmesi, kolluk kuvvetlerinin tutumu gibi kategorilere ayrılmış.

Kürt müzisyenlerin bazıları, dillerine sahip çıkmak, kültürlerini ülke insanına ve dünyaya tanıtmak için Kürtçe müzikte karar kılmış. Kimi sanatçılar ise bildikleri ve konuştukları, söyledikleri dilin Kürtçe olması dolayısıyla doğal olarak Kürtçe müzik icra ettiklerini belirtmiş. Çalacak yer bulamayan da var, kolluk kuvvetlerinin engelleriyle karşılaşan da. Soruşturmalara uğrayanlar da, Türkçe müzik yaparken bir tür bilinçlenmeyle Kürtçe şarkılar söylemeye başladığı için sevgilisi tarafından terk edilip arkadaş gruplarından dışlananlar da…

'KÜRDÜM AMA KÜRTÇE ÜRETİRKEN DAHA ÇOK EMEK VERİYORUM'

Biraz o tanıklıklara kulak verelim…

Bir müzisyenin şu sözü biraz can yakıcı bir özet örneğin: “Konuştuğum konu, akademik bir dil gerektirdiğinde ken­dimi Türkçe daha iyi ifade edebiliyorum. Çünkü kendi ana­dilimde eğitim görmedim. Dolayısıyla Kürtçe ile müzik üre­tirken de daha çok emek vermem gerekiyor. Hüzünlü bir tablo ama benim için anlamlı. Kendi anadilimde bir şeyler üretmek bana daha anlamlı geliyor ve buna ihtiyaç olduğunu düşü­nüyorum.”

Resmi olmayan baskılara, ihlallere dair birkaç alıntı yapıyorum. İlki şu:

“İstanbul’a gel­dim. Ama burada da Kürtçe söylediğinde mutlaka Türkçe söy­lememi de istiyorlar. Mekân sahibi izin veriyor diyelim ama müşterilerden homurdanma gelince bir sonraki programın ip­tal ediliyor. Sen Kürtçe söylediğinde adam kutsalına sövülmüş gibi hissediyor. Ya da dinleyici solcudur, sen Kürtçe söylüyor­sun sana şoven diyor. Hatta böyle bir olayda beni dövmek için üzerime yürüyen de oldu.”

'ÖLÜRÜM TÜRKİYEM' 

Kürt müzisyenlerin deneyimlerinden anladığımız kadarıyla mekânlarda Kürtçe söylemek dinleyici kitlesi ile karşı karşıya gelme riskini barındırıyor hâlâ:

“Kürtçeye karşı psikolojik engeller yaratılmış durumda. Kürtçe söylemenin kendisi ülkeye ve devlete karşı girişilmiş bir suç gibi algılanıyor. Seküler alkollü mekânlarda bile böy­le bu durum. Seni Türkçe söylemeye zorluyorlar, söylememen ya da bilmemen bir kriz nedeni... Böyle bir mekânda Kürtçe şarkı söylüyoruz dinleyicilerden bir kısmı ayağı kalkıp ‘Ölü­rüm Türkiyem' şarkısını istediler. Şimdi sen Kürtçe anonim şarkılar söylüyorsun adam bunu ülkesine bir saldırı olarak görüyor. Siyasi şarkı söylemiyoruz diyorsun bu siyasi değil ki ülkemi seviyorum şarkısı diyor.”

Ya da şöyle:

“Biz Türkiye’nin farklı yerlerinde konserler vermek iste­dik. İzmir’e gideceğiz mesela. Mekân sahibi de Kürt’tür ‘Sizi çok seviyoruz ama bizim kitleyi biliyorsun. Şimdi sizi çıkar­tırsak...” diye başlayan bir cümle kuruyor. Türk dinleyiciyi kaybetmek istemiyor…

Veya…

“Bir kere Kürtçe müzik yaptığınızda siz de rahat değilsiniz, mekân sahibi de değil. Her an bir sorun yaşanacağına dair bir tedirginlik duyuyorsunuz. Sürekli ortamı gözetmek zorunda kalıyorsunuz.”

Sürekli ortamı gözeterek müzik yapmanın nasıl bir his olduğunu düşünmek bile zor geliyor.

'SANATA DESTEK VEREN KURUMLAR KÜRTLER SÖZ KONUSU OLDUĞUNDA SUSKUN'

Sanatı destekleyen, desteklediğini iddia eden, üstelik “çoğulculuk” gibi kavramları dilinden düşürmeyen kurumların tutumu ise başka bir sorun:

“Şimdi festival için başvuruyorsun. Senden repertuvar istiyor. Gönderiyorsun. Sadece Kürtçe repertuvarı kesinlikle kabul etmiyorlar. Türkçe de söyle diyorlar. Hele Ege ve Ka­radeniz bölgelerinde bir festivalse Kürtçe şarkıyı kesinlikle kabul etmiyorlar. Kürtçe Türkiye’nin dili olarak görülmüyor.”

“İstanbul’da bir konser için belediyeye başvurduk, repertuvarınıza bakalım deyip sonra da ‘siz hep Kürtçe söylü­yorsunuz’ deyip izin vermediler.”

“Sessizlik şiddeti denilen bir şiddet türü var. NTV’ye çıkmak istedim ancak herhangi bir gerekçe gösterilmeden çıkarılmı­yorsun. Çok daha vasıfsız insanlar çıkıyor. Sen çıkamıyorsun. Yaptıklarının sanat açısından kabul edilemez olduğunu bil­dikleri için resmi olarak reddetmiyorlar. Gündemimiz yoğun sonra size dönüş yapacağız deyip dönmüyorlar.”

POLİS SEYİRCİLER

Kolluk kuvvetlerinin çoğu zaman keyfi engellemeleri, mekânı adeta basarak müziği hiçbir gerekçe göstermeden susturmaları ve mekân sahiplerinin çoğu zaman bu baskılara kendi ticari bekaları için engel olamaması, boyun eğmesi üzerine birkaç paragraf aktarıyorum:

“Tuhaf işler oluyor. Bir konserdeydik. Ege’de. Farklı diller­den şarkı söyleyeceğiz. Tam sıra Kürtçe şarkıya geldi elekt­rikler kesildi. Neyse, tamir ettirdik sonra Neşet Ertaş’tan bir şarkı söyledik. Polisler manalı bir tebessümle bize eşlik ettiler. Şimdi adam Neşet Ertaş’ı seninle söylüyor, aslında bundan keyif de alıyor ama Kürtçeye gelince elektriği kesiyor. Korku­yor çünkü… Tanımıyor bence…”

“Bir defasında Batman’da konserdeydik. Polisler geldi ve arkada bir masada oturdular. Oradaki çalışanlardan birini sahneye yanıma göndererek Türkçe parça söylememi istediler, ben repertuarımda olmadığını söyledim. Bir süre sonra yine aynı kişiyi göndererek tekrar aynı istekte bulundular. Ve ben yine aynı cevabı verdim. Bu ısrarı beş defa sürdürdüler. En sonunda yine oradaki çalışanı göndererek, bu defa kendile­rinden birini sahneye çıkarmak istediklerini belirttiler. Ben sahneden indim ve onların getirmiş olduğu kişi sahneye çıkıp onların istediği Türkçe parçaları söylemeye başladı. Konser bu şekilde bitti.”

“Biz konser ya da bir mekânda program yapmak için izin istiyoruz. Polis bizden ikametgâh da istiyor. Yani eğer Kürtçe müzik yapmak gibi bir halt yiyecekseniz (gülüyor) sizi nerede bulabileceğimizi bilelim de­mek istiyorlar. Etkinliklerimizi sürekli takip edip kameraya alan bir sivil polis var.”

Bunlar, rapordaki uzun, kapsamlı tanıklıklardan seçtiğim birkaç örnek. Sanatın doğası gereği sınırlarla, kısıtlamalarla, engellerle arası iyi değildir. Baskının olduğu yerde sanatını bildiği, inandığı, istediği gibi icra etmekte diretenlerin ortaya koydukları, sanatın küresel uzun tarihinin başköşelerinde yerlerini almıştır hep. Bir yandan da bu direnci belki de daha az görülme, daha az duyulma pahasına gösteren, önünden geçip gittiğimiz mekânlarda o gün başına neler gelebileceğini bildiği halde türkülerini söyleyen sanatçılar var. İyi ki de var. Dilin, kültürün bu kimi tanıdık, kimi pek tanınmayan kahramanları; “cehennemi soğuğu tutuşturacak bir ateş”le yalnızca kilamlarını, şarkılarını söylemiyor, kültür tarihi açısından tarihsel bir misyonu belki bilerek, belki farkında olmadan yüklenmiş taşıyor.

Eğer “Türkiye’de Kürt sanatçıların hakları ihlal mi ediliyor?” sorusu varsa aklınızın bir kenarında, İsmail Beşikçi Vakfı’nın geçtiğimiz ay yayınladığı ‘Müzisyen ve Tiyatrocular Özelinde Kürt Sanatçılara Yönelik Hak İhlalleri İzleme Çalışması’na bir göz atın derim.

Rapora buradan ulaşabilirsiniz.