Kürtçe bilinmeyen değil, tanınmayan dildir

Kurumsal olarak adım atılmayan ve hala sert bir tartışma konusu olan alan, anadilinde (Kürtçe) eğitim talebidir. Oysa Kürtçe tanınsa, demokrasi sorununun çözümünde iyi bilinen bir derse dönüşebilir.

Google Haberlere Abone ol

Kemal İnal*

Kılıçdaroğlu, TBMM’de HDP eşbaşkanlarını ziyaretinde “bilinmeyen dil” Kürtçenin durumuna dikkat çekince aklıma ünlü Kürdolog, Hollandalı Martin van Bruinessen’in (yanlış hatırlamıyorsam) “Kürdolojinin Bahçesinde” adlı kitabında aktardığı bir anekdot geldi: 1980’li yılların hemen başlarında, sanırım Hollanda’da, Türkiye’den gelen politik mültecilerin olduğu bir toplantıda Martin van Bruinessen, Kürt sosyalistlerle konuşmaya çalışır (sanırım İngilizce veya Türkçe) ancak onlardan yüz bulamaz; ta ki o ortamda Kürtçe konuşana değin. O zaman Kürt mülteciler kendisine samimi davranır ve konuşurlar. Kürtler için Kürtçe, bir dil, iletişim aracı ve kültürel ortam olmanın ötesinde, kimliğin politik dolayımlı kamusal alanda temsilinin, kültürel mirası aktarma anlamında en önemli unsurudur. O yüzden dillerinin üzerine titrerler zira o dilde anlaşır, âşık olur, politika yapar, rüya görür ve derdini anlatabilirler. Kürt için Kürtçe, Kuran dili Arapça gibi/kadar kutsal, korunması ve sakınılması gereken bir dildir.

Geçmişte okullarda Kürtçe konuşmanın cezası vardı: Para ödeme, dayak, okuldan atılma vb. Bu yüzden çoğu Kürt aydının halet-i ruhiyesinde, kültürel ambarında ve kolektif hafızasında Kürtçe, bir biçimde hep negatif bağlamlarda hatırlanan bir özellik taşır. Çünkü bu dil, cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren “tanınmadı”, “öğretilmedi” ve “önemsenmedi”; aksine ceza nedeni oldu. Dahası, tuhaf ve çelişkili uygulamalara maruz kaldı. Örneğin Kürtçe, TRT’de resmi yayın diliyken TBMM’de konuşulduğunda ise zabıtlara hep “bilinmeyen dil” olarak geçirildi.

1991’de DEP Diyarbakır milletvekili Leyla Zana yemin töreninde Kürtçe yemin ettikten sonra Kürtçe bazı sözler söylemiş, ardından o bildiğimiz olumsuz olaylar yaşanmıştı: Protesto, TBMM’den polis zoruyla gözaltına alma, milletvekilliğinin düşürülmesi, hapis cezası… 2010’da ise bir başka Kürt partisi olan BDP’nin bir TBMM çalışması sırasında kullanılan Kürtçe kelimelerle Kürtçe yasağı delinmişti ancak her ne zaman Kürtçe konuşulsa tutanaklara “bilinmeyen dil” olarak geçirilmişti. Benzer biçimde, mahkemelerde de sanıkların Kürtçe savunma talepleri hep reddedilmiş, sanıklar ancak ve ancak Türkçe bilmiyorlarsa kendileri için bir Kürtçe tercüman atanacağı söylenmişti. Mahkemeler genelde sanıkların Türkçe bildiklerine (çünkü kollukta ve nöbetçi hakimlikte Türkçe ifade vermişlerdi) hükmedip Kürtçe savunmaya izin vermedi. Kürtçe savunma yapıldığında ise daha fazla ceza alındı. Kürtlerin yönettikleri belediyelerde de birden fazla dille hizmet verme (çokdilli belediyecilik) yargı engeline takılmıştı. 2007 yılında Diyarbakır Sur Belediyesi “çokdilli belediyecilik” hizmeti başlattığını duyurmuştu. Bundan dolayı görevden alınan belediye başkanına göre mesele politik değil, teknikti, hizmetle ilgiliydi: Halk Türkçe bilmiyordu ve onlarla Kürtçe anlaşmak gerekiyordu, bu yüzden çokdilli (Kürtçe, Zazaca, Ermenice, Süryanice vs.) hizmet (temizlik, kadına şiddet konusunda eğitim, çocuk kitapları, tarih bilinci geliştirme çalışmaları, organ bağışı kampanyaları vs.) veriliyordu. Zamanla bazı belediyeler (Cizre, Van vd.) çiftdilli tabelalar hazırladı. Yasal engellere rağmen belediyeler Kürtçeyi yazılı ve sözlü olarak çeşitli şekillerde kullanmaya (bilboardlar, trafik levhaları, dükkân tabelaları vs.) devam etmişlerdi.

Kürtçe yasakları yani Kürtçeyi tanımama deyince en sembolik olaylardan biri de adı değiştirilen yerleşim yerleridir. 1980’lere değin 30 bin yerleşim yerinin Kürtçe, Gürcüce, Ermenice, Rumca, Arapça, Tatarca, Çerkezce ve Lazca olan özgün adları değiştirildi. Gerekçe sadece bu isimlerin içerdiği milli aidiyet, etnik köken ve ulusal gelenekler değildi; bu isimlerdeki “sakıncalı harfler” de (X, Q, W) milli radara takılmıştı. Oysa bu üç harf hayatın her alanında kullanılıyordu (Show TV, Fox TV). Bu üç harfin yasaklanması 12 Eylül 1980’daki askeri darbeyle başlamıştı. Ne var ki, 1991’de AB reformları çerçevesinde çıkarılan bir yasayla ve 2001’de Anayasa’nın bazı maddeleriyle konuya dair önemli bir rahatlama sağlanmıştı. Nüfus Kanunu’nda yer alan “milli kültüre uygun düşmeyen isimler çocuklara verilemez” ibaresi AB uyum yasalarıyla “ahlak kurallarına uygunluk” ve “Türk alfabesine uygunluk” haline getirilmişti. Yine de bu değişikliklere rağmen bu üç harfin geçtiği isimler çocuklara konulamadı; nüfus müdürlükleri ve mahkemeler, hatta okullar hep sorun çıkardılar.

Öte yandan 2000’lerin başlarında AKP, bir yönetmelik yayınlayarak Kürtçenin özel kurslarda öğretilebilmesinin yasal yolunu açmıştı. Böylece ilk resmi Kürtçe Özel Dil Kursu 2004 yılında Batman’da 30 bin kişinin katılımıyla hizmete başlamıştı. Fakat çok sayıda kurs, kısa bir süre sonra ilgisizlik ve ekonomik sorunlardan dolayı kapanmıştı ancak bunun da ardında başka bir saik vardı. Kürtlere göre Kürtçe, özel kurslarda bir yabancı dil olarak değil, anadili çerçevesinde resmi okullarda eğitim dili olarak öğretilmeliydi. Örneğin o dönem Mardin belediye başkanı olan Ahmet Türk’e göre devlet, Kürtçenin yok olmaması için AB ülkelerindeki gibi önlem almalı, Kürtçeyi resmen desteklemeliydi.

Kürtçe yayıncılık ve yayınlar da AKP’nin Kürtçe politikalarında bir diğer yaşanan sorun oldu. Osmanlı’da Kürtçe yayınlar sorun değildi ve fakat Cumhuriyetle birlikte tek, standart ve ulusal dil uygulamasıyla Kürtçeye yasak konuldu. Aslında ilk yasak Cumhuriyet kurulmadan önce 1919’da bir Kürtçe destanın basılmasıyla konulmuştu. Böylece Cumhuriyetin ilanından 1948’e değin hiçbir Kürtçe yayın basılamadı. 1960’lı yıllardan sonra ise, yasak da olsa, Kürtçe yayın sayısı hızla arttı ve çeşitlendi. Birçok kitap, dergi, gazete, radyo, TV kuruldu, yayınlandı. Fakat AKP döneminde ilk kez devlet eliyle bir Kürtçe TV kanalı kuruldu: TRT Şeş. Ancak 2004’de çıkarılan yönetmeliğe göre “(...) farklı dil ve lehçelerde sadece yetişkinler için haber, müzik ve geleneksel kültürün tanıtımına yönelik yayınlar yapılabilir, bu dil ve lehçelerin öğretilmesine yönelik yayın yapılamaz”dı. Buradaki asıl nokta, Türkçeden farklı bir dilde yayıncılığın popüler (güncel haberler, müzik, eğlence, belgesel vs.) alanla sınırlanması, dilin pedagojik öğretiminin yasaklanmasıdır. Bir de yayınlanan her programda Türkçe altyazının yayımlanması ve programların yayımlanmasının ardından Türkçe tercümelerinin yapılmasının ve ilgili mercie ulaştırılmasının şart koşulmasıdır. Bu çerçevede TRT 3’te haftada toplam 2,5 saati aşmamak üzere her gün yarım saat farklı dil ve lehçelerde (Kurmanci, Zazaki, Arapça, Çerkezce ve Boşnakça) yayınlar yapıldı. 2006’da çıkarılan bir başka yönetmelikle de özel kanallara günde 45 dakika yerel dilde yayın yapma hakkı tanındı. 2009’da TRT Şeş test yayınına başladı. Bu kanala olumlu ve olumsuz tepkiler geldi; olumlu bulanlar bu konuyu ülkenin demokratikleşmesiyle ilişkilendirdiler, olumsuz bulanlar ise bunun aslında bir tür “kültürel koruculuk” ve "yeni bir asimilasyon aracı olduğunu" iddia ettiler. İlginçtir, TRT Şeş yayınlarında yasaklı harfler de kullanılarak bir yasak daha aşılmış veya delinmiş oldu.

Devlet bu adımı atarken özel kesimde de benzer hareketlilikler gözlendi. Örneğin bazı özel üniversitelerde Kürtçe öğreten dersler açıldı, Kürtçe kilpler çekildi, kimi Türk yayınevleri Kürtçe kitaplar basmaya başladılar. Buna bir başka ilave de Diyanet İşleri Başkanlığı’ndan gelmişti. 2009’da Kürt açılımına destek veren Diyanet, başta Kuran’ın ve dini kitapların Kürtçeye çevrilmesi, bölgeye Kürtçe bilen din adamlarının atanması, camilerde Kürtçe vaaz verilmesi, hutbenin Kürtçe okunması, Diyanet’in kurmayı planladığı TV kanalında Kürtçe dini programların hazırlanması, Kürtçe mevlit okunması, Diyanet ve müftülüklerin web sitelerinde Kürtçe dini bilgilere yer verilmesi gibi gelişmelere yol açtı.

Ne var ki, bu bahar kısa sürdü ve 2010’da yeniden eskiye dönüş yaşandı. Öyle olunca da Kürtler Kürtçeyle ilgili bu kurumsal reformlara daha mesafeli bir tavır aldılar. Tüm bu kurumsal reformlar içinde hiçbir adım atılmayan ve hala sert bir tartışma konusu olan alan, anadilinde (Kürtçe) eğitim talebidir. Burada artık bambaşka bir alanla karşılaşıyoruz zira Türkiye’nin ulusal, standart ve tek dil politikası resmi dil olarak sadece Türkçeyi öngörmekte ve bu dilin resmî kurumlar içinde çok güçlü olan eğitimde (okullarda) başka bir dile yer vermesinin düşünülemeyeceği ifade edilmektedir.

Gerek AKP öncesi gerekse AKP dönemi hükümetleri, resmi “Türk” okullarında Türkçeden başka bir dilde eğitim yapılamayacağını açık şekilde ifade ettiler. Bunda ikili bir gerekçelendirme var. İlk olarak, okullarda Kürtçe eğitim verilmesinin Kürt çocuklarını Türkiye’den, Türk kültüründen uzaklaştıracağı düşünülmekte; bunun da duygusal ve düşünsel parçalanmaya yol açacağına inanılmaktadır. Bir de Kürtçe eğitim verildiği taktirde Türkçenin yanına bir gün bu dilin ikinci resmi dil sıfatıyla yerleşeceğinden çekinilmektedir. Öte yandan, daha dışlamacı bir tutum var ki, bu sadece Kürtçenin yeterliliği ve imkanları üzerine odaklanmaktadır. Bu dışlamacı ve ayrımcı yaklaşıma göre Kürtçe dilinde eğitim yapılamaz, çünkü bu dil, Türkçe gibi/kadar (yeterince) gelişmiş değildir. Örneğin, Kürtçe bilimsel (fen, felsefe, sosyal bilimler vd.) bakımdan fakir bir dil olduğu için eğitim dili olamaz. Kürtçenin, gelişmiş bir bilim ve uygarlık dili olan Türkçenin yanına ikinci bir resmi dil olarak konulması kabul edilemez.

Devlet, anadilinde eğitime hiçbir zaman sıcak bakmadı fakat Kürtçe yakın zamanda devlet okullarında seçmeli derslerden biri oldu. Yalnız bu dersin adı “Yaşayan Diller ve Lehçeler” olarak düzenlenmişti. Dersin, Kürtçe bilen öğretmen, müfredat ve ders kitabı sıkıntısına rağmen müfredata konulması genelde çeşitli aktörler üzerinde olumlu bir hava estirmişti. Örneğin bölgedeki bir öğretmen şöyle yazmıştı: ''Çünkü bu sayede çocuklar ana dillerini öğrenmiş oluyor. Bölgede birçok insanın iletişim kurduğu bu dili çocuklar aslında biliyor ama konuşamıyorlardı. Bakanlığımızın yeni düzenlemesi ile öğrenme fırsatı buldular. Dil zenginliktir. Bir dil, bir insandır, bir dille birçok kültürü tanıyabiliyoruz. Bu dili öğrendikçe çocuklar farklı kültürleri ve medeniyetleri tanıma fırsatı bulacak, kaynaşmaları sağlanacaktır. Müfredat gelene kadar günlük yaşamda diyalog kurabilecekleri düzeyde bu dili öğretmeye gayret ediyoruz. Müfredat geldiği takdirde bu doğrultuda eğitim ve öğretimi sürdüreceğiz. Çocuklar çok ilgili ve heyecanlılar. Hem bölgelerinde konuşulan ama bilmedikleri bu dili öğrenmenin mutluluğunu yaşıyor hem de karşılaştıkları insanlarla diyalog kurabilecek olmanın heyecanını yaşıyorlar.'' Ancak bu heyecan fazla sürmedi. AKP bilinen fabrika ayarlarına çabucak dönünce Kürtçe yine “bilinen” ama “tanınmayan” dil konumuna bir kez daha yerleştirildi. Oysa Kürtçe, tanınsa, demokrasi sorununun çözümünde iyi bilinen bir derse dönüşebilir.

*Dr. / Helmut Schmidt Üniversitesi öğretim üyesi