YAZARLAR

Kürt Sorunu bir demokratikleşme, bir toplumsal barış sorunudur

Eğer Kürt Sorunu bir demokratikleşme sorunuysa bunun başlı başına bir etnisiteye, bir coğrafyaya ait bir sorun olmadığını; hatta tek başına bir sorun olmadığını da kabul etmemiz gerekiyor. Daha açık mı olsun? “Kürt Sorunu yoktur!” “Türkiye’nin demokratikleşme sorunu” vardır!

Kavramlar; sosyal bilimlerin mutfak malzemeleri, erzak deposu. Bir soruna dair analiz; kavramlar, o sorunun etrafında dönüp duran kavramlar üzerine yapılan serin kanlı bir tartışma, bir müzakere değilse, hiçbir şeydir; Fikret Başkaya Hocanın şeyleri adıyla çağırmak olarak tanımladığı hususu ben de çok önemsiyorum: “İdeoloji ne?” dense, şeyleri adıyla çağırmamak, tevil etmek, çarpıtmak ve/ya unutturmak derdim. Sahi, eğer ideoloji bir yanılsama, Althusser’in altını çizdiği gibi; “…bireylerin gerçek varoluş koşullarıyla aralarındaki hayalî ilişkileri”(1) ise şeyleri adıyla çağırmamak da bize devletin ideolojik aygıtlarını işaret etmez mi? Bu ideoloji, bu şeyleri adıyla çağırmama, yanılsama Kürt Sorunu’nda da Anadolu insanının, Türkiye Cumhuriyeti yurttaşlarının -yine Althusser’den destek alarak söyleyeyim- “..gerçek varoluş koşullarını hayalî bir biçimde tasarla[malarına]” neden olmuyor mu? Kafanızı şişirmeyeyim… Yanılsamanın ideolojinin; şeyleri adıyla çağırmamanın da yanılsamanın gübresi olduğunu düşünüyorum. Tanımlamadan kavramlar üzerinde sohbet etmeden göz alıcı elbisesiyle biz nâçiz kullarına mah-cemâlini gösteren yüce kralımızın giyim zevkini tartışamayız; yüce kralımızın hiçbir şey giymediğini söyleyen o çocukcağızın da kulağını boş yere çekip durmayın. Tamam, patavatsız ama patavatsızlığı, fütursuzluğu kötü niyetinden değil; bizler kadar ideolojiye maruz kalmamasından, gerçek varoluş koşullarını hayalî bir biçimde tasarlamayı henüz becerememesinden kaynaklanıyor.

Gelelim zurnanın zırt dediği yere: Ben Kürt Sorunu’nun Kandil’le, Abdullah Öcalan’la, Rojava’yla, PYD’yle, Murat Karayılan’la… hatta genel olarak sıradan Kürtlerle bile alâkalı olduğunu düşünmüyorum. “Kürt Sorunu yok, Türk Sorunu vardır”cıları da bir kenara koymak lazım. Sorun etnik olmadığı gibi, teröre indirgenerek de tanımlanamaz; hele hele sadece kişiler ve örgütler üzerinden Kürt Sorunu’nun konuşulması da bizi yine Althusser’in Devletin İdeolojik Aygıtları kitabına götürür.

Ya “Kürt Sorunu”? Lösemiye Kan Sorunu, katarakta Göz Sorunu, egzamaya Deri Sorunu deyip geçmek ne kadar doğruysa, yıllardır yüreğimizi yakan bu heyûlâya da Kürt Sorunu demek o kadar mantıklı. Varın, alışkanlık diyelim, galat-ı meşhur diyelim; daha ehvenini bulana kadar buna tahammül edelim.

Kişilere ve örgütlere; teröre ya da bir etnik aidiyete indirgemeden tanımlamak gerekirse -bırakın Tanzimat sonrasını- 1984’ten bu yana kronikleşen bu sorunun bir demokratikleşme sorunu olduğunu görmemiz gerekiyor. Hiç kuşkusuz sorun, sadece politik düzlemde (demokratikleşerek) çözülecek bir sorun değil ve yine hiç kuşkusuz, sorunun sosyo-ekonomik temellerini dikkate almayan bir argümanın, bir çözüm önerisinin bu sorunu çözebilmesi de mümkün değil. Sadece Kürtleri değil, Türkiye’nin tüm renklerini içine alacak bir demokratikleşmenin tek başına sorunu çözeceğini değil, sorunları tüm yönleriyle çözebilmek için ihtiyaç duyduğumuz politik iklimi yaratmak açısından acil ve öncelikli olduğunu düşündüğümü de belirtmeliyim.

Eğer bu konuda hemfikirsek devam edelim. Lafı dolandırmanın âlemi yok: Eğer Kürt Sorunu bir demokratikleşme sorunuysa bunun başlı başına bir etnisiteye, bir coğrafyaya ait bir sorun olmadığını; hatta tek başına bir sorun olmadığını da kabul etmemiz gerekiyor. Daha açık mı olsun? “Kürt Sorunu yoktur!” “Türkiye’nin demokratikleşme sorunu” vardır! Nitekim, unutmamalıyız ki,  Türkiye’nin demokratikleşme sorunu, Kürtlerin yaşadıkları sorunları da, işçi sınıfının yaşadığı sorunları da, Alevîlerin yaşadıkları sorunları da, kadınların, LGBT+’ların yaşadıkları sorunları da Türklerin yaşadıkları sorunları da kapsamaktadır: Alevîlerin sorunlarını konuşmadan Kürt Sorunu’nu, kadın hareketini ve sorunlarını konuşmadan Kürt Sorunu’nu, Türklerin yaşadıkları sorunları konuşmadan, emekçilerin sorunlarını konuşmadan, bir nefret objesi haline getirilen LGBT+’ların sorunlarını konuşmadan Kürt Sorunu’nu konuşmak tansiyon hastasına limon suyu içirmekten fazlası değildir. Ne biliyim, belki de plasebo etkisidir; sonuçta iyi geliyor.

Ne vahim! MHP için Kürt Sorunu, PKK’nın silah bırakmasından, Erdoğan/AKP için Kürtlerin ona destek vererek yeniden seçilmesinin yolunu açmasından, İmralı Heyeti -belki hepsi değilse de bu heyetin dili, yüzü Sırrı Süreyya Bey- için de barışmaktan (iki taraflı ateşkesin kibarcası deyip gülümseyin; ciddiye almayın) fazlası değil.

Hatırlayalım; Sırrı Süreyya Önder, Pervin Buldan ve Ahmet Türk’le beraber 11 Ocak 2025’te Abdullah Öcalan’ı İmralı’da ziyaret ettikten sonra basına yaptıkları açıklamada “…kamuoyunda sıklıkla çözümle barış kavramları[nın] birbirine karıştırıl[dıklarını] Bu[nun] doğru [olmadığını] Barış[ın] bir sarılmayla bile oluşturulacak bir şey [olduğunu]” belirtmiş “Çözüm[ün] demokratik bir mücadele ve uzun soluklu bir iş” olduğunun, “Sorun alanlarıyla ilgili olarak bunun uzunluğu[nun] derinliği[nin] değiş[eceğinin]. Şu an için kurmaya çalıştı[kları şeyin çözüm değil] barış”(2) olduğunun altını çizmişti. Hakkını yememek lazım, Selahattin Demirtaş aynı saatlerde “…sürecin ete kemiğe bürünebilmesi için, güven verici somut adımların hızlıca atılması” gerektiğini belirterek…siyasal barış[ın], beraberinde toplumsal barış yani demokratikleşme, eşitlik, adalet ve özgürlükler mücadelesinin tüm kanallarını açacak şekilde yapılırsa kalıcı” olacağının altını çiziyordu.(3)

Geçtiğimiz yıl ekim ayı başında, TBMM’nin yeni Yasama Yılı açılışında Bahçeli cini şişeden çıkardı. Artık Türkiye’nin önünde sadece ama sadece iki yol var: ya Kürt Sorunu’nu Kürtleri de kapsayan ama onları çok çok çok aşan bir demokratikleşme sorunu çerçevesinden ele alarak çözmek; ya da -tıpkı bir önceki Çözüm Süreci’nde olduğu gibi- iyiden iyiye katmerlendirmek; sorunu iyiden iyiye bir kan davasına, bir kabile kavgasına, -insanın yazmaya eli varmıyor ama- bir iç savaşa, evet iç savaşa, döndürmek.

Bahçeli cini şişeden çıkarttı; cin, önümüze on binlerce, on binlerce taş koydu. Tedâriksiz hâcete giden bu zevat (yani hem Kürt Sorunu’nu yeniden seçilmenin anahtarı olarak gören Cumhur Koalisyonu hem DEM Parti ve İmralı Ekibi hem okey masasının beşincisi CHP hem de Bahçeli’nin boşalttığı siyasal alanı doldurmaya pek hevesli Ümit Özdağ, Yavuz Ağıralioğlu ve bu partilerin oligarkları) bu taşlara bakıp sevinebilirler; lâkin, üzgünüm ki, cinin getirip önümüze koyduğu on binlerce taş o iş için değil. Gelinen noktada ya bu taşları birbirimize atacağız ya da onlarla barışın yolunu döşeyeceğiz.

Keyifli günler…


NOTLAR:

(1) Althusser, Louis, Devletin İdeolojik Aygıtları, İletişim Yayınları, İstanbul, 4. Baskı, 2000, s.51

(2) https://www.youtube.com/watch?si=79vu84pJ2wWCeJii&v=OKyRSTLtXt8&feature=youtu.be

(3) Demirtaş’ın X’te yayınlanan açıklaması için bkz.: https://x.com/hdpdemirtas/status/1878066033770074559/photo/1


Mete Kaan Kaynar Kimdir?

1972 yılında Ankara’da doğan Prof. Dr. Mete Kaan Kaynar, Hacettepe Üniversitesi Kamu Yönetimi Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans ve doktorasını aynı bölümde tamamladı. Çalışmalarına bir süre Westminster Üniversitesi, Centre for Study of Democracy’de misafir araştırmacı olarak devam etti. Halen Hacettepe Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü Siyaset ve Sosyal Bilimler Anabilim Dalı öğretim üyesi olarak görev yapmaktadır. Türkiye siyasî hayatı ve kurumlarının yapısı, tarihsel dönüşümü, işlev ve işleyişlerini konu edinen çeşitli makale ve kitapların yazarlık ve editörlüklerini yapmıştır. Bunun yanında muhtelif gazete, dergi ve haber platformlarındaki güncel yazılarına da devam etmektedir. Mete Kaan Kaynar, Ankara Dayanışma Akademisi Kooperatifi (ADA), Bilim, Sanat Eğitim, Araştırma ve Dayanışma Derneği (BİRARADA), Eğitim ve Bilim Emekçileri Sendikası (Eğitim-Sen) 5 Nolu Şube ve Özgür Üniversite gibi kuruluşların gönüllüsü, Devrim Deniz, Umut Nazım ve Ekin Eylem’in babasıdır.