Küresel zenginler neden ve nasıl siyasete eklemlendi?

Sosyal medya aracılığıyla duygu siyaseti merkezi odak haline geldi ve beraberinde yalan haber ile manipülatif içeriklerin harmanlandığı, algoritmalarla desteklendiği bir çerçeve sunmaya başladı.

Küresel zenginler neden ve nasıl siyasete eklemlendi?
Fotoğraf: Reuters
Google Haberlere Abone ol

Donald Trump’ın başkanlığı devraldığı günde çekilen bir fotoğraf, oligarşi tartışmalarını yeniden gündeme getirdi. Elon Musk, Jeff Bezos, Mark Zuckerberg ve Sundar Pichai gibi küresel zenginler, Trump’ın yeni dönemindeki kabine üyelerinin bile önüne oturmuştu. Başkanlığı devraldıktan sonra Trump döneminin Biden Amerika’sından önemli ölçüde farklı bir noktaya doğru yöneleceği kesinleşti. Hem Trump’ın seçim dönemindeki söylemleri hem de Elon Musk gibi bir figürün aktif siyasete dahil olması dünyanın gidişatına yönelik kötümser havayı önemli ölçüde pekiştirdi. Yine de burada şu soru büyük ölçüde arka planda kaldı: Küresel zenginler neden ve nasıl siyasete eklemleniyor?

Kendi tartışmamı ve genel girizgahı sunmadan önce güncel gelişmelerde öne çıkan iki baskın yanıttan bahsedilebilir; bunlardan ilki faşizmdir. Trump’ın yeniden seçilişiyle faşizm tartışmaları tekrar canlandı ve muhtemelen önümüzdeki günlerde bununla ilgili daha fazla analiz okuyacağız. Faşizm tartışmalarıyla ilgili sadece şu noktayı görünür hale getirebiliriz; her ne kadar artık kanıksanmış olsa da Trump da bir iş insanıdır ve ezelden beri sağ bir siyasetçi değildir. Öne çıkan diğer yanıt, Trump dahil ekonomik elitlerin siyasete eklemlenişinin bir tür kişisel tercih, hatta psikolojik bir rahatsızlık olarak ifade edildiği kişilik analizleridir. Buna göre her biri ‘deli’ ya da ‘akıl hastasıdır’ ve siyaset onlar için kendi mantıksız davranışlarını sergiledikleri, egolarını tatmin ettikleri bir yerdir. Kuşkusuz kamuoyu konuşmalarında, siyasi söylemlerde ve sosyal medyada bizi bu çıkarıma yönlendirecek yeterli örnek bulunabilir. Ancak tahmin edilebileceği gibi dünyanın en zengin insanlarının siyasete eklemlenme süreci ne kişisel tercihlerinin ne de kişilik bozukluklarının bir sonucudur. Burada her ikisinin de çok ötesine uzanan planlı ve stratejik yönelimler vardır.

Benim buradaki hipotezim, küresel zenginlerin özellikle de Silikon Vadisi’ndeki ekonomik elitlerin 2008 finansal krizi sonrasında kapitalizmi şekillendirme konusunda çok daha etkin bir inisiyatif aldığı yönündedir. Bu inisiyatifi alabilmelerine olanak sağlayan iki önemli olgu vardır; ilk olarak, 1980’lerden itibaren finansallaşma ve finans kapital neoliberalizmin inşasında baskın bir rol oynamıştır. Finansallaşma soğuk savaşın sona erdiği bir konjonktürde etkili olmuş ve sosyalizmin ardından siyasetten ‘arınmış’ bir kapitalizmin, yani devletin piyasalara müdahale etmemesi gerektiğini ifade eden neoliberal ortodoksi ile uyumlu bir strateji izlemiştir.(1) Ancak bu sistem 2008 yılında krize girdi ve bir dönemin sonunu getirdi. İkinci olgu da bu noktada belirgin hale gelmeye başladı. Neoliberal dönemde devlet aslında hiçbir yere gitmemişti ve siyasi çatışmalar ile açık isyanların ardından tekrar etkin rol oynamaya başladı. Bu da bugün otoriterleşme tartışmasına yol açan süreci başlattı. Devletin siyasal sahneye bu yeniden güçlü ‘dönüşü’ne iki temel strateji eşlik etti; tüketim ve kitle pasifikasyonu. Yeni dijital teknolojiler sayesinde Silikon Vadisi elitleri, her ikisini de etkin bir şekilde kullanılacağı araçlara sahipti ve bunu Amerika siyaseti başta olmak üzere siyasete müdahil olmanın yeni bir yolu haline getirdi.

TOPLUMSAL AYAKLANMALAR, İNTERNET VE ALGORİTMATİK KARŞI DEVRİM

Kitle iletişim araçları doğası gereği ilerici ya da gerici, yenilikçi ya da muhafazakâr değildir. Hangi niyetle ve nasıl kullanıldıkları bu araçların niteliklerini belirginleştirir. Dijital teknolojilerin küresel elitlerin elinde araçsallaştırılmasından önce de bir tarihi vardır. Örneğin 2011-2013 arasında dünyanın pek çok coğrafyasında ortaya çıkan ayaklanmalarda öne çıkan en önemli unsurlardan biri internetin ve yeni iletişim olanaklarının etkin bir şekilde kullanımıydı. İnternet uzun yıllardır alternatif kamusallığın ve iletişimselliğin etkin merkezlerinden birisi olarak görüldü ve bir tür ‘özgürlükçü’ çerçeve sunuyordu. Toplumsal hareketler de bu alternatif kamusallığı ve ana akım dışı kalan fikirleri yaygınlaştırma konusunda uzun yıllar interneti aktif biçimde kullandı. İnternetin yatay ve eşitlikçi bir örgütlenme ortamı sunacağı fikri toplumsal ayaklanmalarla birlikte güçlü bir karşılık buldu. Hatta bazı araştırmacılar konuyu Twitter ya da ‘Facebook Devrimi’ diyecek kadar ileriye taşımıştı. Oysa internet ne siyasi mobilizasyon ve kolektivizasyonun ana sebebiydi ne de iletişim kendi başına bu olanağı sağlıyordu. İnternet sadece bir araç olarak bunu önemli ölçüde kolaylaştırmıştır. Kendi haline bırakıldığında ve internete kendinden menkul bir güç verildiğinde çuvallamaya oldukça müsaitti.

Yine de toplumsal hareketlerin interneti aktif bir şekilde kendi hedefleri doğrultusunda kullanımı, onun siyasi ve ekonomik elitler tarafından yeniden dizaynında bir tür rol model haline geldi. Sosyal müdahaleye aktif müdahaleler başladı, manipülasyon ve yalan haberler hızla yayıldı, son derece müdahaleci ve aynı zamanda sınırlandırıcı algoritmalar şekillendi. Toplumsal hayatın büyük bir parçasını kapsayan ve bir tür ‘kaçınılmaz katılım’a zorlayan sosyal medyada müthiş bir güç elde ediliyordu. Ayaklanmalar sonrasında siyasi mücadelelerin keskinleşmesiyle bu etki siyasi sahnede karşılığını seçimlerde buldu. Sosyolog Dylan Riley’nin Adam Przeworski’den hareketle ifade ettiği gibi:

Seçimler devletle son derece bireyselleşmiş bir ilişki kurarak devlet iktidarını ve kapitalizmi aşmayı ya da dönüştürmeyi amaçlayan kolektif hareketler için temel sorunlar yaratmaktadır. Seçim demokrasilerinde sınıf çıkarları, bu çıkarların temsilcilerine devredilir ve ne sınıflar ne de genel olarak kitleler devlete doğrudan siyasi baskı uygulayabilir.(2)

Cambridge Analytica bunun en bilinen örneklerden biriydi ancak sosyal medyanın seçimleri doğrudan etkilediği tek örnek değildir. Sosyal medya aracılığıyla duygu siyaseti merkezi odak haline geldi ve beraberinde yalan haber ile manipülatif içeriklerin harmanlandığı, algoritmalarla desteklendiği bir çerçeve sunmaya başladı. Sosyal medya seçmen davranışlarını önemli ölçüde yönlendirmeye müsaitti; aynı zamanda Riley’nin bahsettiği bireyselleşmiş ilişkiyi de pekiştiriyordu.

Sosyal medyanın ve dijital teknolojilerin bu şekilde araçsallaştırılabilmesi için diğer aktörlerin yerinden edilmesi neredeyse bir ön koşul haline geldi. Toplumsal ayaklanmaların ardından çoğu zaman ‘karşı devrimci’ olarak adlandırılan, siyasi ve toplumsal baskının dozajının arttığı bir süreç başladı; siyasi ve toplumsal mobilizasyonlar, kolektif toplumsal hareketler giderek geri çekildi, bireysel tercihlere yöneldi. Bir anlamda bir tür ‘dekolektivizasyon’ süreci yaşandı. Burada ifade edildiği biçimiyle dekolektivizasyon, devlet aracılığıyla var olan siyasi ve toplumsal mobilizasyonları ve hareketleri bastırmayı, siyasette birey olmayı ve topluma da müşteri olarak katılmayı teşvik eden yeni bir konsensus yaratma stratejisi olarak görülebilir. Bunun sonucu olarak da toplumsal değişim tabandan kolektif tasarımlar yerine yukarıdan siyasi ‘kurtarıcıların’ lütfuna bırakılmış oldu. Trump’ın ilk başkanlık dönemi bu tür bir ivmeyi hızlandırdı ve Covid-19 pandemisinden sonra sıçrama yaptı. Çünkü bu dekolektivizasyon olmaksızın siyasi ve ekonomik elitlerin algoritmatik karşı devrimleri de bu kadar başarılı olamazdı.


NOTLAR:

(1) Her ne kadar neoliberalizmin inşası doğrudan devlet müdahaleleri aracılığıyla sağlanmış olsa da finans sermayesinin öncülüğündeki dönüşüm neoliberal ortodoksi ile önemli ölçüde uyumluydu.

(2) https://birdunyaceviriblog.wordpress.com/2025/01/07/bourdieunun-sinif-teorisi-dylan-riley/