Bir büyüme hikâyesi: Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur

Prömiyerini 24 Aralık’ta yapan Cihangir Akademi’nin yeni oyunu “Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur”, izleyicilerle buluşmaya devam ediyor. Pınar Göktaş’ın yazıp oynadığı hikâyesi kadınlar için çok tanıdık, diğerleri içinse tanıdık başlayan yolun cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliğinin gelişmesiyle ileride nasıl çatallandığını göstermesi açısından çok kıymetli.

Google Haberlere Abone ol

Merin Sever

Pınar Göktaş’ın yazıp oynadığı, Şule Ateş’in yönettiği “Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur”, 90’lı yıllardan bir kız çocuğunun büyüme hikâyesi. Ama 90’lı yıllar deyince hemen “nostalji satmak” gelmesin aklınıza; Pınar Göktaş’ın yaptığı, kişisel hikâyesinden yola çıkarak aşk, ilişkiler ve toplumsal cinsiyet rolleriyle ilgili kabullerimize bugünden bir bakış atmak, biraz sorgulamak, ama bunu çokça kahkaha eşliğinde yapmak… İddialı çıkışlara, sloganvari laflara boğulmadan, alabildiğine içten ve akıcı, ben anlatıcı dilini kullanıp “biz”in çoğulluğuna vararak derdini anlatan bu oyunu iki kez izledikten sonra, oyunla ilgili yazmaya ihtiyaç duyduğumu fark ettim.

Pınar Göktaş’ın oyunun en başında kendisini ve bizi 12 yaşındaki haline götürürken tasvir ettiği ev ve aile kolaylıkla gözümüzde canlanıyor: Karşılıklı iki çekyatın bulunduğu bir oturma odası, ikisi arasında yer alan ve çocuğun “yaşama alanı” olan halı, işten geldikten sonra bir de evde mesaiye başlayan annenin yaşam alanına dönüşmüş durumdaki mutfak, kapısı açılmayan ve hatırlı konuklara saklanan misafir odası ve odaya hiçbir şeyi bozmamak kaydıyla sızıp altılı ganyan kuponu dolduran bir baba – evet, babanın böyle lüksleri var, odanın sessizliğinden yararlanma ve ev işleriyle çocuğunun sorumluluğunu büyük ölçüde anneye devretme lüksü… Üstelik bu lüksü sayesinde o hep “şeker baba” olabiliyor, anne ise sorumlulukları altında ezilen, çocuğunu ve evini çekip çevirmeye, her şeyi düzende tutmaya çalıştığı için “sinirli, agresif anne”… Göktaş, ailesinin panoramasını çizerken o zamanlar annesinin sürekli dinamit gibi patlamaya hazır oluşuna sinir olduğunu, ancak annesinin neden öyle olduğunu ancak büyüdüğünde anlayabildiğini itiraf etmekten de çekinmiyor.

Samsun’da böyle bir aile ortamında büyüyüp üniversite için İstanbul’a gelen, işçi-memur bir anne babaya sahip, orta halli bir ailenin çocuğu olarak, Pınar belli ki birçoğumuzun hayatına oldukça yakın, oldukça “bizden”. Seneye de giyer diye büyük beden alınan eşofmanları da, evde sıkıntıdan patladığı zamanlarda gözünü dikip yutarcasına film izleyişi de kadın erkek herkes için oldukça tanıdık. Hatta -her ne kadar romantik komedilerin öncelikle kadınlar için üretildiği düşünülse de- Notting Hill’i izleyip hayatında eksikliğini hissettiği, bulunca tamamlanacağı şeyin aşk olduğuna karar vermesi bile tanıdık; sonuçta hangimiz bir süreliğine bile olsa aşkın gücüne inanmamışızdır ki? Ancak işler ergenlikle birlikte biraz değişmeye başlıyor. Pınar, 12 yaşından bugününe “gerçek aşk”ı arayışını, bedenini ve cinselliği keşfedişini anlatırken, hepimizin aşk arayışının kişisel tercihlerle olduğu kadar toplumsal kodlardan da etkilenerek şekillendiğini ortaya koyuyor aslında. Hoşlandığı “solcu Deniz”le bir araya gelemeyişleri, aşk ve romantizmi “burjuva işi” sayan eski devrimci işi yaklaşımdan bağımsız düşünülebilir mi mesela? Ya da metal müziği hiç sevmediği halde, hoşlandığı çocuğa kendini “beğendirebilmek” için metalci gibi davranmaya çalışmasının ne kadarı bilinçle ve ergenlikle, ne kadarı bilinçaltında kadınların erkeklerin beğeneceği forma girmesi gerektiğini dayatan birikimle açıklanabilir?

Özel meselelerin toplumsal kabullerle yakından ilişkili olduğu, toplumsal değerlere göre şekillendiğini düşünmezsek, bu oyunu “bir hayat anlatısı” olarak niteleyip geçip gideriz. Ama bu yaklaşım bence hem özelde bu oyuna, hem de genelde bu tür büyüme anlatılarına yapılmış bir haksızlık olur. Örneğin Özge Samancı, kitabı Bırak Üzülsünler: Türkiye’de Büyümek’te çok benzer bir şekilde kendi büyüme hikâyesinin nasıl da Turgut Özal’ın özel piyasacı politikalarıyla, siyasal İslâm’ın eğitim kurumlarına sızmasıyla ya da meslek seçimlerinin bile kişinin istek ve yeteneklerine göre değil, ailelerin temelde “çocuğunun rahat bir hayat sürmesini istemek” gibi masum gözüken fakat ülkenin ekonomik gerçekleriyle toplumsal statü arayışlarının kesiştiği yere denk düşen beklentileriyle alakalı olduğunu gösteriyordu; üstelik o da bunu son derece eğlenceli bir dil ve yaratıcı bir görsel anlatımla birleştiriyordu. Oyundan sonra, birlikte izlediğim arkadaşımla birlikte, ikimizin de aynı kitabı anımsaması bu açıdan tesadüfi değildi, çünkü anlatılanlar her ne kadar kişisel hayat hikâyeleri gibi gözükse de, aslında güçlü bir toplumsal arka plan taşıyorlar.

Üstelik Pınar Göktaş’ın anlatısında, Türkiye’de hâlâ romanlarda, filmlerde, dizilerde, oyunlarda nadiren yer alabilen bir unsur var: kabuğunu kırmaya çalışıp başarmış, edilgen değil aktif bir kadın karakter. Hâlâ kadınların “bilmem kimin eşi” diye tanımlandığı dizi tanıtımlarının döndüğü bugünde, Pınar oynayabileceği güçlü kadın karakter tekliflerini beklemektense oturup kendi hikâyesini yazmış, oyunlaştırmış, sonra tek başına sahneye çıkmış, dans eden, gülen, -mastürbasyonu ilk deneyişinden ilk sevişmesine- hikâyesini de sansürlemeden anlatan bir kadın. Evet, bir yandan o yaştaki (ve hatta bu yaştaki) pek çoğumuz gibi, hoşlandığı erkeğe kendisini beğendirmek için uğraşan bir genç kız o, ama iş orada kalmıyor, bir yandan da istediği şeyi almak için harekete geçen bir genç kızı görüyoruz. Sevdiği çocuğun onu fark etmesini umarak köşesinde beklemek yerine, gerekirse amuda kalkarak, gerekirse bass gitar çalmayı öğrenerek “bir şeyler yapmaya”, istediğini almak için adım atmaya odaklanan bir karakter. Bu da aslında bildiklerimizle pek uyuşmuyor, öyle ya, birçok erkek kendi ergenliğini “kızlar onu fark etsin” diye yapmaya, başarmaya çalıştığı şeyler ekseninde hatırlayacak, kızların -en azından o dönemler- asla ilk adımı atmadıklarından yakınacak, hatta belki esas erkeklerin kendilerini kadınlara beğendirebilme yükünün altında ezildiğini söyleyeceklerdir, ki toptan haksız değiller. Ancak işin öbür ucunda, bir de kadınların kendilerini erkeklere uyumlandırma ve beğendirme zorunluluğu hissettiği gerçeği var, farkında olunsa da, olunmasa da. Nitekim oyundan sonra kendimi düşünürken yakaladım, aklım lise, üniversite yıllarıma gitti: Sevgilim Boris Vian seviyor ve ben daha onu hiç okumamışım, aman allahım, ne eksiklik, hemen okumalıyım! Okuyayım, âlâ, fakat bakalım o da hiç okumadığı George Orwell’ı çok sevdiğimi duyunca kendini benim kadar eksik ve “hemen okumalıyım” tavrı içinde hissediyor mu? Dinlediği grupların hepsini bilmiyorum ve hemen bu açığı kapatmalıyım, ama o da PJ Harvey’nin albümlerini dinlemesi gerekiyormuş gibi hissediyor mudur acaba? Cevapların müspetliği konusunda ciddi şüphelerim var!

Pınar Göktaş’ın hikâyesi tam da bu yüzden, yani kadınlar için çok tanıdık, diğerleri içinse tanıdık başlayan yolun cinsiyet ve toplumsal cinsiyet kimliğinin gelişmesiyle ileride nasıl çatallandığını göstermesi açısından çok kıymetli. Bir tarafa “farklı olanın” ne olduğunu gösterirken, “anlaşılması imkânsız” kadın dünyasının aslında hiç de o kadar anlaşılması imkânsız olmadığını, ama belki de kadınların yazdıkları, anlattıkları, çektikleri hikâyeleri pek okumadıkları, izlemedikleri, dinlemedikleri için anlamadıklarını onlara hissettirebilme gücünü taşıyor. (Sonuçta biz de anamızın karnından erkek dünyasını bilerek çıkmadık, ama bunca yıldır ezici ağırlıkla erkeklerin hikâyelerini izleye, dinleye, okuya bir şeyler öğrendik elbet!) Öte yandan kadınlara da bir el veriyor, “Yalnız değilsin, seni anlıyorum” diyor, “Korkma buradayım, sadece senin başına gelmedi” diyor, “ ‘Şşş, sus, senle aramıza prezervatif bile girmesin istiyorum’ cümlesi sadece sana söylenmedi” diyor. Ve herkes için bir zorunluluk olarak gösterilen “gerçek aşkı kovalama, bulma, sonra sonsuza kadar mutlu yaşama” mitinin hakikaten bir mit olduğunu teslim ediyor; hem de o romantik komedilerden parayı kırıp hayatımızı mahvettikten sonra “Romantik komedilerin gerçek hayatta bir karşılığı” yok demeye utanmayan oyuncular üzerinden!

Son olarak, oyun her ne kadar tek kişilik gösteri gibi dursa da, megastar Tarkan da aslında bu oyunun gizli oyuncusu, sadece onun bundan haberi var mı bunu bilmiyoruz! Pınar Göktaş, hayatını dönemlere ayırırken geçişleri de Tarkan’ın o dönemlere denk düşen şarkıları ve mevcut tarzına atıflarla kurguluyor. “Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur”, bu anlamda “tiyatro oyunu” dendiğinde beklenen kalıbın dışına taşan, bütününe bakıldığında “oyun”dansa “anlatı”nın öne çıktığı, kurguyla gerçeğin, tiyatroyla dansın iç içe geçtiği bir performans. Tarzı ve anlatımının daha yenilikçi ve serbest oluşu, “tekniği”yle içeriğinin de uyumlu olmasını sağlıyor. Bu uyuma Göktaş’ın oyununu sergilediği mekân da dahil, çünkü oyunun oynandığı fiziksel mekân bile bu anlamda alıştığımız tarzdaki sahne düzeninden farklı. Bu yakınlık, birbirinden keskince ayrılmış oynayan-izleyen ayrımını yumuşatıyor ve onun, izleyicisinin tepkilerini izleyen, onlarla temas ederek, konuşarak ilerleyen, bu sayede yer yer anlık gelişen diyaloglara kapı açan tarzını mümkün kılıyor. Belki de oyunun didaktikliğin yanından bile geçmeden, ritmi yüksek, kahkahası bol ve aynı zamanda sorgulayıcı olmadaki başarısının sırrının bir kısmını, içerik kadar biçiminde de aramak gerek.

“Öyle Şeyler Yalnızca Filmlerde Olur”, 24 Aralık’tan beri her Salı saat 20:30’da Cezayir Zeytuna’da sahneleniyor.