Dansöz: Bir isyan hikayesi

Yönetmen Şâmil Yılmaz ve oyuncu Sezen Keser ile Dansöz'ü, alternatif tiyatro kavramını ve tiyatro yapmanın zahmetlerini konuştuk. Yılmaz, "Dansöz, oryantalin ritüel kökenlerindeki unutulmuş bir çekirdeğin hikayesini anlatıyor. Oryantal erkek eğlencesi ve bakışı için değil, kadınların kendi fiziksel ve ruhsal tekâmülleri için ortaya çıkmış bir icra biçimi" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Mek’an Sahne”nin yeni prodüksiyonu Dansöz, hiç kimsenin, annesinin bile dönüp bakmadığı kayıp bir kız çocuğunun; Meryem’in hikâyesini anlatıyor. Bir gün, duyduğu bir müzikle bütün hayatı değişen, kökleri kadim ritüellere kadar uzanan oryantali ve dans ettikçe daha da büyüyen gövdesindeki hafifliği keşfeden Meryem, ilk kez “fark ediliyor.” Bakma ve görme eyleminin o andan sonra temel tartışmaya dönüştüğü oyun, güncel pek çok meseleye dair de söz söyleme hüneri gösteriyor.

Oyunun yazarı ve yönetmeni Şâmil Yılmaz ve tek oyuncusu Sezen Keser ile “Dansöz”ü, alternatif tiyatro kavramını ve tiyatro yapmanın zahmetlerini konuştuk.

Oyunun yazarı ve yönetmeni Şâmil Yılmaz ve oyuncu Sezen Keser

“Mek’an Sahne” isimli tiyatro grubu nasıl ortaya çıktı?

Şamil Yılmaz: Mek’an Sahne Ankara menşeili bir topluluk. 10 yıl önce, Domus Sanat Çiftliği’nin çatısı altında iş yapan bazı isimlerin, yeni bir ekip oluşturmasıyla ortaya çıktı. Ağırlıklı olarak, Ankara Üniversitesi Tiyatro Bölümü’nden ve Eskişehir Konservatuvardan mezun isimlerden oluşuyoruz. Ekibin bir kısmı üç yıl önce İstanbul’a taşındı. Yeni oyunumuz “Dansöz,” İstanbul’da çalıştığımız ilk oyun. Ama Ankara’daki arkadaşlarımız da sık sık gelip sürece dâhil oldu tabii.

'DEVLET YARIMI, SORUN YARATMA POTANSİYELİ TAŞIYOR'

Ödeneksiz tiyatro yaparken ne gibi zorluklarla karşılaşıyorsunuz?

Şamil Yılmaz: Ödenek yokluğu en temel sorun diye cevaplamak gerekiyor galiba bu soruyu. Ama ülkede bağımsız fonlama ve destek mekanizmaları gelişmediğinden, ödenek deyince devlet yardımını düşünmek zorundayız. Haliyle oradan gelen yardım, çözeceği zorluktan daha fazla sorun yaratma potansiyeli taşıyor. Özellikle de sahnelenecek oyunun içeriği, eleştirel tonu falan sıkı bir denetime tabi tutuluyor. Maddi imkânların sınırlı olması ve bunun yol açtığı imkânsızlıklar büyük zorluk kuşkusuz. Ama bizim ‘yapabildiğimiz’ tiyatro açısından bu denetim çok daha büyük bir sıkıntı. Zaten bize verilmeyecek bir paranın, yani “ödeneğin”, derdine düşüp kendimizi yıpratmamayı da öğrendik yol üstünde. “Herkes kendi evinde” yani…

Alternatif tiyatro kavramına nasıl bakıyorsunuz? Üretim biçiminizi ve oyunların içeriğini “alternatif” olarak mı görüyorsunuz?

Şamil Yılmaz: Tiyatro ve “alternatif” yan yana gelince kast edilen daha çok mekân galiba. Tiyatro salonu olarak düşünülmeyen mekânların salona dönüştürüldüğü, daha çok mimari bir çağrışımı var bende “alternatifin”. Eğer Şehir ya da Devlet Tiyatroları gibi büyük kurumların repertuvarını ve sahne dilini karşısına alan bir alternatiflikse kast edilen… Orada kaçımızın gerçekten alternatif olduğundan, kaçımızın sadece daha küçük sahneler için tiyatro yaptığından emin değilim… Kendi adımaysa… Buna ben değil, seyirciler, eleştirmenler, tiyatro tarihçileri, akademisyenler karar verecek galiba. Hep birlikte göreceğiz…

Sezen Keser: Küçük sahneler ilk açıldığında -bir apartman dairesi ya da küçük bir bodrum katında vs.- ve kendi oyunlarını oynamaya başladıklarında ödenekli tiyatrolara bir alternatiften söz edebilirdik sanırım. Ama artık seyirci de, üretenler de bu alternatif mekânlara alıştı. Uzun yıllardır çeşitli ‘küçük’ sahneler açıldı-kapandı; birçok metin yazıldı, oynandı; bu işleri üreten insanlar farklı biçimler denedi. Artık alternatif sözcüğü tam karşılamıyor olan biteni. O zamanlar alternatif denilen artık kabul görmüş, ödenekli tiyatrolar kadar takip edilen, başlı başına bir tiyatro yapma biçimi. Kendi içinde de birçok alternatif üretti ve üretmeye de devam ediyor.

.

Bir tiyatro grubu, oynayacak bir sahne bulmak için, ne gibi zorluklarla karşılaşıyor? “Ev sahibi” olmamanın avantajları ve dezavantajları nelerdir?

Şamil Yılmaz: Bizim doğrudan kendi “evimiz” yok. Bir yıl kadar, Ankara Konur Sokak’ta bir mekân açmış, fakat hiçbirimiz muhasebe işlerinden anlamadığımız için kapatmak zorunda kalmıştık. Orası açık kalsaydı tiyatro yapamayacak duruma gelecektik çünkü. Bu da herhalde olabilecek en büyük dezavantaj. Ama hem Ankara’da, hem İstanbul’da “evimiz gibi” gördüğümüz yerler var. Ankara’da Farabi Sahnesi’nde ve Fade Stage’de, İstanbul’daysa Kadıköy Theatron Yeldeğirmeni Sahnesi’nde oynuyoruz. Biz bu anlamda şanslı ekiplerdeniz. Fakat özellikle şu son birkaç yıldır, küçük ekiplerin İstanbul’da sahne bulmakta çok zorlandıklarını biliyorum. Yeni sahne açılmıyor artık. Açılanlar da birer birer kapanıyor. Bu da oyun çıkaramayacağınız, çıkarsanız bile oynayacak sahne bulamayacağınız anlamına geliyor. Bir tiyatrocunun yaşayabileceği en büyük sorun yani…

İstanbul’da sergilenen oyun sayısı her geçen gün artarken, seyirci sayısı da artış göstermekte… Seyircinin ilgisinin tiyatroya doğru kaymasının nesnel sebepleri nelerdir?

Şamil Yılmaz: Dizi ve Instagram ünlülerinin tiyatrodan para kazanabileceklerini fark etmeleri en görünür sebep herhalde… Her şey bu kadar ortadayken başka bir cevap bana komik geliyor. Kazanılan paranın da, artan seyircinin de genellikle yıllardır tiyatro yapan birçok iyi ekiple çok bir ilgisi yok.

“Dansöz” neyi anlatıyor?

Şamil Yılmaz: Dansöz, oryantalin ritüel kökenlerindeki unutulmuş bir çekirdeğin hikayesini anlatıyor. Oryantal erkek eğlencesi ve bakışı için değil, kadınların kendi fiziksel ve ruhsal tekâmülleri için ortaya çıkmış bir icra biçimi. Bütün ritüeller gibi. Cinselliği de içeren, ama ondan fazlası olan çok köklü bir haysiyeti var oryantalin. Yol üstünde ise bir hakarete, ucuz bir gösteriye, bir çeşit “eğlenceliğe” dönüştürülmüş. Bütün bu sürecin merkezinde ise erkek bakışının; yani baktığı yeri çarpıtan, deforme eden, anlamından koparıp ucuzlaştıran özel bir bakış otoritesinin failliği var. “Dansöz,” illa indirgeyeceksek, bu bakışın birine ne yapabileceğini anlatıyor.

Klasik olanın dışında, oyuncu için bedenin daha önde olduğu bir karaktere hayat veriyorsunuz. Sözün temsili ile bedenin temsili arasındaki farkı ya da ayrılığı nasıl yorumluyorsunuz?

Sezen Keser: Rolü çalışmaya başladığımda benim için net bir yol vardı: Meryem bir dansöz, çocukluğundan beri dans ediyor, dolayısıyla bir dansçı bedenine sahip. Bakışına, duruşuna sinmiş; bedeninde, bakışında taşıdığı net ifadeler var. Fakat bu yanında bir problemi de getiriyor: Sahnede dansöz kostümü giymiş, yarı çıplak bir kadın oyuncu var ve -oldukça indirgersek- mahremiyetle ilgili bir hikâye anlatıyor aslında. Bu sorunu hiç unutmadan, hatta bununla ilgili çok hassasiyetle çalıştık. Anlatmak üzere olduğu şeyin çok mahrem olduğunu fark edip anlatmamayı seçtiğinde bunu net şekilde bedeninde de görüyorsunuz, evet. Ama size “Bakın!” dediğinde ve bedenini tamamen size açtığında bile o bakışın problemli bir bakış olduğunu unutmuyorsunuz. Bunu başarabilmek bizim için çok önemliydi. Aldığımız geri dönüşler de bu yönde. Bunun bizi çok mutlu ettiğini ve bununla gurur duyduğumuzu söyleyebilirim...

'CİNAYET DEĞİL, ÖZ SAVUNMA...'

Kadın cinayetlerinin böylesi ayyuka çıktığı bir dönemde “cinayet işleyen bir kadın” karaktere can vermeyi, gerek sanatsal gerekse de sosyal bağlamda nasıl yorumlarsınız?

Sezen Keser: Meryem yıllarca maruz kaldığı sistematik baskılara karşı son kez dans ediyor gibi düşünüyorum. Cinayet değil, öz savunma Meryem’in yaptığı. Elinde kalan tek şeyle; istedikleri şekle sokamadıkları, parçalayıp ondan alamadıkları, korumaya çalıştığı tek şeyle kendisine ait olanı koparıp geri almak tüm yaptığı. Cinayet güzellemesi yapmıyorum, yaşama hakkı ilk temel hak ama öz savunma da haktır. Meryem’in hikâyesinde katil olan o değil, duyduğumuz neredeyse tüm örneklerde olduğu ve ne yazık ki olacağı gibi...

Bizce oyun, hikâyesi bir yana, bakmak ve görmek arasındaki ince çizgiyi hem metin hem de reji hususunda tartışmaya açıyor. Meryem’e bakıyoruz, tıpkı diğer karakterlerin yaptığı gibi, ama görmüyoruz. Tiyatro, bu toplumun acı çekenlerini görmemizi sağlayabilir mi?

Şamil Yılmaz: Ben kimseye birinin çektiği acıyı göstermekten yana değilim. Hele ki sınıfsal olarak ayrıcalıklı bir gruba mağdur bir grubun acısını ifşa etmekten yana hiç değilim. Benim anlattığım bir isyan hikâyesi. Meryem’in elinden, sahip olduğu en değerli şeyi, dansını alıyorlar. O da uzun bir koridoru bir bıçakla kana bulayıp, büyük bir katliamdan özel bir son dans yaratıyor. Ondan zorla alınanı geri almak için, son ve en şiddetli dansını icra ediyor yani. Bütün gördüğünüz bu. Bunun bir adım ötesi ise bir bakış cehennemi. Onun nasıl bir şey olduğunu da bütün kadınlar biliyor zaten. Meryem’in yaşadığı bakış endişesi, Meryem’e özel, sadece onun bildiği bir endişe değil. Kadın bir CEO da, Meryem de aynı talepkâr, arsız, saldırgan bakışları biliyor. Belirli bir sınıfa özgü acıyı seyirlik hale getirmiyorum. Bundan özellikle kaçıyorum aslında. Meryem pavyonda çalışıyor. Haliyle onun yaşadığı bakış kapanı, çok daha sert ve yırtıcı. Ama ona özel değil. Öyle geri çekilip kendi hikâyenizden koparak takip edeceğiniz bir acı yok ortada. Hem niye olsun…

Metinlerinizde Ankara vurgusu özellikle öne çıkıyor. Neden Ankara?

Şamil Yılmaz: Yıllar önce okumak için İstanbul’dan Ankara’ya geçerken, “Bu şehre bir daha dönmeyeceğim,” demiştim. Haliyle daha Ankara’ya gitmeden, Ankara’yı evim olarak seçmiş olmanın sahiplenme duygusu vardı içimde. Ankara’da çok uzun süre ve severek yaşadım, orada âşık oldum, en iyi arkadaşlarım hala orada yaşıyor. Bu yüzden hala Ankara… Ama yol üstünde ne olur bilmiyorum tabii…

Nerede, hangi günlerde oynuyorsunuz?

23 ve 26 Ocak’ta Kadıköy Theatron Yeldeğirmeni Sahnesi’ndeyiz. 22 Ocak Çarşamba ise Bomontiada Performans Odası’nda. Bunlar İstanbul tarihleri. Ankara’da ise 29-31 Ocak’ta Farabi Sahnesi’ndeyiz. İzmir’deki arkadaşlar da Sahne Terminal’in hesaplarını takip edebilirler.