Ege'nin öte yakasından gelen kemençe sesi: Nikos Michailidis

Nikos Michailidis ile kemençe, Yunanistan ve Türkiye arasındaki kültürel benzerlikler ve İBB seçimlerinde gündem olan 'Pontusluk' üzerine konuştuk. Michailidis, "Kültürel travmalar dışında, maddi sonuçları da var zorunlu göçün. Düşünün, bunca yıl çalışıp yarattığın zenginlikleri bir anda kaybediyorsun. Sıfırdan başlamak zorundasın ve hiç kolay değil" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Nikos Michailidis, Selanik'te doğdu, bir aile geleneği olarak kemençe ile tanıştı. Doktora araştırması için Trabzon'a gittiğinde atalarının terk ettiği toprakları gördü. İstanbul'da yaşadığı dönemde bir de albüm çıkardı, en çok olumsuz tepkisi ise bazı fanatik Kemalist çevrelerden ve aşırı sağcılardan aldığını anlatıyor. Yerel seçimler döneminde başlayan 'Pontus' kimliği ile ilgili tartışmaları Michailidis'e de sorduk.

'Rumca bilen bazı Trabzonlu MHP'liler bile kasetimi arabalarında ve evlerinde dinliyorlardı'

Merhaba, öncelikle bize kendinizi tanıtır mısınız?

Selanik'te doğup büyüdüm. Atina’da Panteion Üniversitesi'nde Siyaset Bilimi diplomamı aldım. Sonra İstanbul'a gelip Boğaziçi Üniversitesi'nde yüksek lisans yaptım. Amerika'da Princeton Üniversitesinde antropoloji bilim dalında doktoramı bitirdim, sonra Princeton ve Rutgers üniversitelerinde ders verdim. Bu sene Missouri Üniversitesi'nde ders vereceğim. Doktora araştırmamı Trabzon’da yaptım. Trabzon kemençe müziği ve Karadeniz’de etnik kimlikler ile ilgiliydi tez konum. Kemençe müziği çağdaş Trabzonlular ve diğer Karadenizliler tarafından nasıl anlamlandırılıyor, onlar için ne anlamı var ve sosyal ve kültürel hayatlarında ne gibi rol oynuyor kemençeyle yapılan müzikler? Aslında müziğin sosyopolitik etkilerini anlayabilmek için, Trabzon kemençe müziğine bir örnek olay incelemesi olarak yaklaştım. Çok verimli ve öğreticiydi, bütün Trabzonlulara selamlarımı ve sevgimi iletmek istiyorum. Onlardan çok şey öğrendim, ufkum açıldı. Trabzon aslında sadece ana akım televizyonlarda gösterildiği gibi değil bence. Daha kozmopolit, gerçekten demokrat bir Trabzon da var, azınlıkta da olsa. Bu ülkeniz için, uzun vade’de umut verici.

Su anda doktora tezimi kitaba çevirmeye çalışıyorum. Amerika’da yayınladıktan sonra, Yunanca ve Türkçe yayınlamak isterim. Bir diyalog köprüsü oluşturmak istiyorum. Bunu önce kemençe ile yaptım biliyorsunuz, şimdi kitap ve fikirlerle yapmak isterim. Yunanistan ve Türkiye vatandaşları, demokrat, özgür bir platform’da buluştukları zaman, çok güzel şeyler ortaya çıkaracaklarını düşünüyorum. Birbirimizi daha iyi tanımamız lazım, güzelliklerimiz ve eksiklerimizle. Tarihi de konuşmamız gerektiğini düşünüyorum.

Devlet klişeleriyle, propagandayla değil, bilim ve araştırmayla konuşalım. Mesela İslamlaşma süreci. Biliyorsunuz, özelikle 17'nci yüzyıldan beri, Karadeniz de yasayan Hellen etnik grubun bir kısmı müslümanlaştırıldı. Osmanlı'nın son döneminde neler yaşandı, Helen toplulukları neler yaşadı vs... Bu kolonyal Osmanlı geçmişini, tabusuz, etraflıca tartışmamız lazım. Gerçek tarih bilgisi hepimizi özgürleştirip yeni ufuklar açacağından eminim. Ve tabi ki Türk, Kürt ve diğer arkadaşlarımızın yaşadığı zorlukları da öğrenip anlamaya çalışıyorum. Dediğim gibi, birbirimizi tanıma ihtiyacımız var.

Bildiğim kadarıyla aileniz mübadele döneminde Karadeniz’den Yunanistan'a göç etmek zorunda kalmış. Bu zorunlu göçün sizde bıraktığı izler oldu mu?

1923’den sonra aile büyüklerim, dedelerim ve dedelerimin anne babaları, Gümüşhane, Sivas ve Bafra’dan Yunanistan’a yerleştiler. Ben eskilerimizin “eski memleket” hikayeleriyle büyümüş biriyim. Çocukluğumda bütün bu anlatılanların sadece romantik hikayeler olduğunu sanıyordum. Kemençe ve zurna sesiyle büyüdüm. Binlerce yıl yaşadığın topraklardan zorla koparılmak, çok derin duygusal ve entelektüel izler bırakan, acı bir deneyimdir. “Kültür envanterinin” büyük bir kısmını kaybediyorsun, yeni anlamlar, yeni ilişkiler üretmek zorundasın. Zorunlu göç, insanlara büyük bir travma yaratıyor. Çünkü insanları insan eden şey, diğer insanlar ve doğayla ilişkiler ve bu ilişkilere yüklediğimiz anlamlar. Bu ilişkiler ağı çöktüğü zaman, toplumsal ve kişisel hayatı var eden her şey  çöküyor demek. Bir nevi sosyokültürel durumdur zorunlu göç.

Mesela bazen ait hissedemiyorsun bir yere. Ben de, binlerce genç gibi böyle bir süreçten de geçtim. Ait hissedememek, ya da bir şey sürekli eksik hissetmek. Bu travma nesilden nesle günümüze kadar geldi. Biraz da melankolik insanız bütün bunlardan dolayı. Sürekli Karadeniz'i-Pontus’u hayal edip ama orada bırak yaşamayı, ziyaretçi olarak bile gitmemiş binlerce kendini Pontuslu olarak tarif eden genç insanlar var Yunanistan’da. Hayali bir coğrafya’da yaşıyorlar sanki, Benedict Anderson’un ifade ettiği gibi, tam bir hayali cemaat bizimkiler. Bir hayat tarzı nostaljisi diyebilirim buna.

Bunun dışında başka bir travma daha var. Bizim eskilerimizin yaşadığı trajik deneyimler ve acılar, onlara buyuk bir haksızlık yapıldığını bilmek ve hissetmek. O acıları ve haksızlıkları dünyayla paylaşmayı çabalıyoruz ve bu paylaşım, duygusal yükü hafifletiyor biraz. Ama asıl muhatabımız Türkiye'nin yeni, demokrat nesiler olduğunu düşünüyorum. Hep beraber yaralarımızı iyileştirip el ele geleceğe ümitle bakabiliriz. Osmanlı kolonyalizmi ve İttihat ve Terakki’nin, hepimize yarattığı kültürel ve maddi tahribatı yeniden ele almamız lazım hep beraber.

Kültürel travmalar dışında, maddi sonuçları da var zorunlu göçün. Düşünün, bunca yıl çalışıp yarattığın zenginlikleri, bir anda kaybediyorsun. Yeniden sıfır’dan başlamak zorundasın ve hiç kolay değil. Mesela bizim dedelerimiz Karadeniz’de birinci dünya savaşını yaşadı, mülteci durumuna düştüler. Sonra ikinci dünya ve iç savaşını yaşadılar Yunanistan’da. Ve sonra bati Avrupa’ya ve dünyanın dört bir yanına göç ettiler. Yunanistan'ın işçi sınıfının büyük bir kısmı, Pontus ve Küçük Asya’dan gelenlerden oluşur. Mesela sınıf deneyimi bir sürü Pontus şarkılarında görebilirsiniz, çiftçilerin ve işçilerin yasadığı zorluklarını anlatan şarkılar yaptık. Benim ailem de çiftçi ve işçi bir aile. Son olarak, bütün bunlardan bana iz olarak kalan başka da bir şey var, o da Türkiye'nin çağdaş toplumunu iyi tanıyıp ve anlamaya yönelik güçlü bir isteğim olması. Yeni köprüler kurup, geçmişin travmalarını bir şekilde kapatmak ya da kapatmaya yönelik adım atmak. Onun için Türkçe öğrenmeye karar verdim ve Türkiye’deki vatandaşlarla iletişim kurmaya başladım Artık Türkiye’de çok sevdiğim dostlarım var. Hatta Bafra’da kalmış uzak bir akrabam da olabilir, onu halen araştırıyorum.

Kemençeye olan ilginiz aileden gelen bir gelenek mi? Yoksa sonra mı tanıştınız?

Bizim aile de bir kemençeci amcam vardı. İlk kemençe deneyimlerim onunla oldu, onu dinledim önce, bir de annemin köyünde yaşayan yaşlı bir kemençeci amca. Dedem Nikos da çok severdi kemençe dinlemeyi ve iyi horon yapardı. Benim kemençe öğrenmem onun isteğiydi aslında. Kendi babasına olan bir borcuymuş. Bunları annem anlattı çünkü ben o zaman küçüktüm. Ben doğduğum zaman dedemin babası çok hastaydı. Vefat etmeden bir kaç gün önce, dedem beni alıp babasına götürdü. Babası da beni ellerine alıp ağladı ve dedi ki, Niko'ya kemençe öğreteceksiniz. Ve böylece dedem benim kemençe öğrenmemi istedi, anneme de bu isteğini illetti. çocukluğumdan beri kemençe kasetleri dinleyip iki odun parçasıyla kemençe çaldığımı hayal ediyordum. Son aylarda Karadeniz'den viral olmuş bir video dolaşıyor Youtube'da. Bir çocuk iki odun parçayla kemençe çalmaya çalışıyor. Onu görünce çok duygulandım, sanki kendimi gördüm orada. 13 yaşıma geldiğim zaman Selanik'te ders almaya başladım. Bir sene sürdü bu, sonra tek başıma devam ettim. Günde en az 5 saat kemençe çalardım evimde, ilk başladığımda. Apartman komşularımız Pontuslu olmadığı için, çok rahatsız oluyordu, çünkü biliyorsunuz kemençenin sesi epey güçlü. Ve tabi, ait olduğum Pontus Derneği'nde de kemençe çalmaya devam ettim, horonu da orada öğreniyorduk zaten. Bir sürü kültürel faaliyetlerimiz oluyordu, tiyatro, kitap, müzik, horon, seyahatler. Bu dernekler gerçekten kültürümüzün bir parçasını koruyabildiler. Kemençe benim için, ve tabii ki binlerce Pontuslu Helen genç için, bir kimlik simgesi oldu. Bu gayet normal, ve mültecilik sürecini yaşamış bütün halklar, müzikleriyle mutlu oluyorlar. Biz de öyleyiz aslında, müzik kültürel hayatımızın merkezindedir. Şu anda yüzlerce genç kemençe çalıyor, aslında bir kemençe rönesansı var Yunanistan’da ve tabii ki aynı sosyal olguyu Karadeniz’de de görüyorum.

Çok iyi hatırlıyorum, orta okul öğrencisiyken, benim okul arkadaşlarım benle dalga geçiyorlardı kemençe çalıyorum diye. Onlara göre kemençe ikinci sınıf bir enstrümandı, çünkü onlar kendilerini “modern” olarak tarif ediyorlardı. İngiliz, Amerikan pop ya da rock müzik dinliyorlardı. Ben o zaman sadece Pontus müziği dinlerdim, sadece kemence ve zurna. Sorunlu modernleşme süreci sadece Türkiye'yi değil, bazı yönlerden, Yunanistan’a da olumsuz etkiler yarattı. Bazı insanlar yerli kültürleriyle utanç duyuyorlardı. Okul arkadaşlarım bana “yaşlı amca” deyip dalga geçiyorlardı, kemençe çalıyorum diye. Çünkü onların düşüncesine göre bu müzik sadece yaşlıların dinlediği müziktir. Bu bana farklı bir travma yarattı tabi ki. Düşünün, kız arkadaş bulmak da zorlanıyordum orta okul yıllarımda, uzun saçlarım, küpem olmadığı için ve İngiliz pop şarkılarını dinlemediğim için. Bir şekilde marjinal oldum. Ama bir kaç yıl sonra müzikle ilgili sorunlu algılar, bütün her şey değişti. Şu anda Yunanistan’da bir okul öğrencisinin kemençe çalması çok değerli bir şey. Aslında kemençeciler çok seviliyor, popüler oluyorlar artık. Bu ciddi bir sosyokültürel değişimin sinyalidir Yunanistan’da.

Türkiye'de bir de albüm çıkardığınızı biliyorum. Nasıl karşılandı?

Türkiye’de Karadeniz Rumcası şarkılarla ilk albümü çıkardım. Adı da Horon Tragodiaydı. Bu kasetimin yaratacağı olumlu ve olumsuz tepkileri, açıkça söylüyorum size, tahmin etmemiştim. En çok olumsuz tepkiyi bazı fanatik Kemalist çevrelerden ve aşırı sağcılardan aldım. Şok olmuştum. MHP eğilimli bazı yayın organları ve siteler çok saldırgan bir dille bu albümü yerden yere savurdu. Bir “bölücü propaganda” olarak lanse ettiler. Bu tepkilere bir anlam veremiyordum o zaman çünkü Türkiye Cumhuriyeti'nin sosyokültürel tarihini ve deneyimlerini pek iyi bilmiyordum. Türkçem de yeterli değildi o zaman. Bu albüm deneyimim gözlerimi açtığını diyebilirim. Kemençe müziği üzerine Türkiye’nin kültürel ve etnik tarihini daha iyi anlamaya başladım. Artık Princeton’daki öğrencilerime hep söylerim bunu, eğer farklı bir toplumu anlamak istiyorsanız, istatistikleri ve ekonomisini değil, müziğini ve sanatını öğrenin ve analiz edin ilk önce. Müzik gerçekten bir topluma bakabilmek için büyük bir pencere. Mesela Türkiye’deki bir sürü hapis şarkıları bende merak uyandırdı. Acaba bu insanlar, bu toplum, neden hapisle ilgili bu kadar şarkılar yazıp söylüyor? Ne anlamamız lazım bundan?

Albüme olumlu tepkilere gelince. Trabzon’dan özellikle Rumca konuşan ya da Rumca anlayan bölgelerinden çok olumlu tepkiler geldi, insanlar çok sevindi çünkü ilk kez kendi dillerinde bir kasette şarkılar duydular. Yasaklı bir dilde, hem de bir Yunan’dan! Onların şok yaşamaması mümkün değildi anlayabildiğiniz gibi. Arkadaşlarım anlatıyordu. Köydeki evlerinde toplanıyorlardı, grup halinde kasetimi dinleyip sözlerini analiz etmeye çalışıyorlardı, gülümseyerek ve ağlayarak aynı zamanda. Bu dinleme deneyimi, o insanların düşüncelerinde farklı bir tarih bilinci tetiklediğini gördüm. Bir sürü insan bu albüm’de kendilerini yeniden keşfedip ve kendilerini yeniden anlamlandırdılar. Karadeniz'de biriktirmiş bir kimlik özlemi ve kültürel nostalji var. Bunları açıkça kamusal alanda konuşulması, toplumun rahatlaması için çok önemli rol oynayacak. Trabzon sadece Trabzon spordan ibaret değil tabii ki, bu bölgenin çok kozmopolit, çok yönlü bir tarihsel ve kültürel kimliği var. Mesela Trabzon'da konuşulan Rumca antik Yunanca’ya en yakın olduğu bir Hellen diyalektiğidir. Bu olgu kendinden Trabzon’u bir dünya kültürel merkezi haline getirme potansiyelini taşıyor. Yeter ki yöneticiler de Helenofobilerinden kurtulsunlar.

Müzik ve kimlik meselesine gelince. Twitter’de Trabzon ve Bafra’dan arkadaşlarla konuşuyoruz, bu albümün onlar için, kimlikleri için, özgür hissetmek için, ne denli önemli olduğunu anlatıyorlar. Kasetim yeni bir dinleyici kitlesi yarattı ve tabi ki Karadeniz Rumcası'nın yeniden ortaya çıkmasına, bir rönesans yaşamasına çok yardımcı oldu, hatta merkezi bir rol oynadığını söyleyebilirim. Bir ilkti.

Rumca bilen bazı Trabzonlu MHP'liler bile kasetimi arabalarında ve evlerinde dinliyorlardı.

Ekrem İmamoğlu'nun belediye başkanı seçilmesi sonrasında Trabzonluluk ve Rumluk üzerine bir tartışma yaşandı. Takip edebildiniz mi? Nasıl değerlendiriyorsunuz?

Evet biraz takip ettim. Şaşırmadım açıkçası. Bir kere, bir insanin kimliği neyse, utanç duyulacak bir şey olmaması lazım. Helen/Rum ya da başka bir etnik kimliği simgeleyen terimlerinin bir küfür olarak kullanılması, ve özellikle ana akım medya ve kamusal alanda, çok üzücü ve onur kırıcı. Kabul edilemez ırkçı ve şovenist bir yaklaşımdır. Hepimiz reddetmeliyiz. Ne mutlu insanim diyene demeliyiz ilk önce. Bazı yöneticiler kendilerine ve ülkenize hayali düşman yaratmadan siyasal hayatlarına devam edemezler. Aslında öyle bir izlenim edindim ki, sanki Türkiye Cumhuriyeti rejimi, Kemalist ya da İslamcı olsun, dış ya da iç düşman yaratmadan meşruluğunu ve hayatini devam ettiremiyor. Türkiye Cumhuriyeti'nin devlet mekanizmaları sayın İmamoğlu üzerine bir Trabzonluluk ve Rumluk tartışması başlayarak, ya algı operasyonu yapıyorlar ya da gerçekten bizim uzaktan göremediğimiz bir şey görüyorlar. Buna tam bir cevap bulamıyorum. Sonuç olarak, böyle tartışmalar Trabzon toplumunun önemli bir kısmını daha şovenist ve ırkçı bir yöne çekiyorlar. Sayın İmamoğlu bile Topal Osman’dan bahsetti bir konuşmasında. Şok oldum ve korktum. AKP ve CHP'nin bir kanaati, sanki şovenizme ve ırkçılıkla yarışıyorlar. Gerçekten çok endişe verici hem Türkiye’nin demokrasi gelişimi ve insan hakları için hem de bölgesel barış için. Türkiye Cumhuriyeti'nin artık ana meselelerini, yani etnik kimliklerini, açık açık konuşma zamanı geldi. Kürtler, Lazlar, Hemşinliler, Türkler, Trabzon Helenleri, Çerkezler ve niceleri Anadolu bahçesinin birer çiçeğidir. Şimdilik devlet bu çiçekleri ya koparmaya ya da ezmeye çalışıyor. Betonlaşmış bir sosyal doku yaratılmaya çalışılıyor. Bu felakete giden bir yoldur.

Türkiye’nin demokratikleşmemesi ve bu kötü duruma düşmesi, bazı büyük Batılı devletlerinin de kabahatidir diye düşünüyorum. Çünkü yıllarca Türkiye’de gerçek demokratik güçlerini desteklemediler, askeri rejimlerini desteklediler. Türkiyeli gençliğini ya ucuz işçi olarak ya da jandarma olarak kullanmak istediler. Bu yanlı ve etik değil. Batı'nın, Türkiye'nin gerçek demokrasiye, özgürlüğe ve insan haklarına inanan vatandaşlara ve siyasal akımlara, bir özür borçludur.

Son olarak, umarım sayın Demirtaş ve diğerleri hapisten yakında çıkar. En kısa zamanda ülkenizi gerçek bir demokrasiye, bir hukuk devletine dönüştürebileceğinizi ümit ediyorum. Kolay değil biliyorum. Bir taraftan klasik Kemalizm, bir taraftan siyasal İslam. Fakat hepimiz güvenebileceğimiz, beraber çalışabileceğimiz, gönül bağıyla yakın hissedebileceğimiz bir komşumuz olsun istiyorum artık.