Epistemolojik kopuş: Tate Modern Müzesi

Bölgede yıkım yaşanırken, oradaki yıkımın eylemselliğinin insanlar tarafından görülmemesi, sonrasında ise yıkımın enkazını sergi salonunda görüp yıkımın farkına varılması, dahası serginin üzerine sadece sanatsal değerlendirilmelerde bulunulması ciddi bir ’’epistemolojik kopuş”tur. Postmodern dil, salt sanatla interaktif ise salt sanat içinde karşıt bir tez olarak sürekli öğretide ortaya çıkıyorsa, yani modernizmin yıkımı sonrası Zehra Doğan sergisi üzerinde beliriyorsa ve eleştirilerde bu doğrultuda gelişiyorsa bu olgunun kendisi postmodern dili manipüle etmektedir.

Google Haberlere Abone ol

Fatih Tan

Zehra Doğan’ın Tate Modern Müzesi'nde gerçekleşen “Ê Li Dû Man” “Geride Kalanlar” sergisi beraberinde getirdiği tartışmalar da geride bıraktı. Doğan’ın işleri üzerine ve genel anlamda sergisi üzerine yazılanları okuma şansım fazlasıyla oldu. Genel kanı işlerin ve serginin içeriğinden ziyade (her ne kadar öyle görünmese de) serginin Tate Modern'de sergilenmesi, tartışmalarını beraberinde getirdi.

Tartışmalara esas sebebiyet veren de Tate Modern'de sergilenmesidir. Aksine bu sergi Diyarbakır’da, İstanbul’da açılmış olsaydı neredeyse hiç konuşulmayacaktı. Asıl ideolojik karşıtlık bu noktada tezahür ediyor. 'Yaşanılanlar' ile 'gösterilenler' bir çelişkiyi resmediyor bizlere. Esasında bu sergiyi sanatçının, yaşanılanları realize etmesinin bununla ilgili bir bellek oluşturmasının kuşkusuz önemli olduğunu düşünüyorum. Ancak gösterilenlerin, güncel sanat algısından uzak bir durumun içinde olması, sanatçının kendisi için uzun vadede sıkıntılar doğuracağı kanısındayım. Ancak şu durumu da es geçemeyiz. Bugün Türkiye’de, güncel sanat adı altında çok bilindik galerilerde açılan pek çok serginin güncel sanatta bir karşılığının olduğunu düşünmüyorum. Yıl genelinde yüzlerce sergi açılıyor, çoğu bir yere denk gelmiyor. Üstüne konuşulmuyor, yazılıp, çizilmiyor bile. Ve çoğu kayıtlara dahi düşecek öneme sahip görülmüyor.

Zehra Doğan'ın sergisine tekrar gelirsek; öncelikle kullandığı imgelere değinmek istiyorum. “Trajik olan gündelik olmayandır, gündelik-karşıtıdır. Öyle ki, gündelik hayatın içinde trajik olanın belirişi bu hayatı altüst eder”(1) Lefebvre’nin işaret ettiği nokta, iktidarın, zaman ve mekân mefhumunu ortadan kaldırıp, trajik olanı gündelik hayatın parçası değil, bir adım ötesi bizzat hayatın kendisi yapması barbarlığıdır. Esas barbarlığa dönüşen gündelik hayatın imgesini, Doğan, gündeliğin içinde ısrarla araması gerekiyordu. Çünkü sergilenen imgeler gündeliğe dair metadan uzaklaşan cisimlere evrilirmiş, bunları gündelik yaşamın parçası olarak görmek ve enkaz sonrası salt haliyle sergilemek barbarlığı estetize etmektir. Çünkü o imgelerin hiçbirisi gündelik hayata dair değildir, barbarlığın birer parçasıdır artık. Dolayısıyla bu durum, gündelik olanın kayboluşudur. Gündeliğin kayboluşu ise trajikliğin ve barbarlığın hegomonik başarısıdır bir anlamda.

YIKIMDAN SONRA DEĞİŞEN MODERNİZM ANLAYIŞI

Güneydoğu'da yaşanılan yıkımdan sonra, modernizm algımız değişti. İktidar tanımlamalarına ideolojik barbarlık tartışmaları eklenmeye başlandı. Barbarlığın dolduramadığı yerleri ideolojik olan işgal etti. Althusser’in, John Lewis’e verdiği cevapta olduğu gibi: “İdeolojiler, son kertede pratiktirler ve teoriye ait değildirler.’’(2) Dolayısıyla yapılan her pratik, ideolojik bir izlektir bizler için. Bu izlek çoğu kez barbarlığı beraberinde getirecektir. Bu bağlamda yaşanılan bu tarihi barbarlığın, insanlar tarafından duyulmaması, görülmemesi, konuşulmaması, yazılıp, çizilmemesi kuşkusuz ideolojik epistemelojidir. Çünkü algı, barbarlığı bilinçli olarak sadece epistemoloji dâhilinde kavramak istedi. Epistemolojide, barbarlığın eylemselliğini ideolojik meşru bir dile dönüştürdü. İdeolojik dil ise barbarlığın meşruluğunu politize etti. Bu durumu ideolojik epistemelojiden çıkaran ve yerine tekrar barbarlığı koyan Tate Modern kendisi oldu. Mekânın eylemselliğe şerh koymasıdır bir anlamda.

Daha da açarsak; bölgede yıkım yaşanırken, oradaki yıkımın eylemselliği insanlar tarafından görülmemesi, sonrasında ise yıkımın enkazını sergi salonunda görüp yıkımın farkına varılması, dahası serginin üzerine sadece sanatsal değerlendirilmelerde bulunulması ciddi bir 'epistemolojik kopuş'tur. Tate Modern'in bu hamlesi, sanat dünyasının duyarlılığını harekete geçirdi. Bu noktadan sonra sanatsal duyarlılık, gerçeklik olgusunun önüne geçti. Zeynep Sayın’ın 'İmgenin Pornografisi' kitabı bir hayalet gibi sanat dünyasının içinde yine dolanmaya başladı. Gerçeklik, sanatsal dilin tanımlamalarına ve kavramlarına indirgendi.

Dolayısıyla Doğan’ın sergisi üzerine yapılan sözlü ve yazılı eleştirilerin neredeyse tamamı duyarlılıktan çıkıp birer 'öğretiye' dönüştürüldü. Bu bağlamda eleştiriler dilin, genel okumalarının sıkıntılı olduğunu da düşünüyorum. Açıkçası bu noktaya değinmek istiyorum. Çünkü sanat gündeminde ne zaman ki “öteki öğretisine’’ denk gelindiğinde, salt postmodern bir karşıtlık tezahür ediliyor. Karşıtlık, öğreti karşıtlığı değil, aksine duyarlılık karşıtlığı olması gerekir. Çünkü sanat uzamının tüm alanlarında -bilhassa güncel sanatta-, referans ve dil konusunda postyapısalcı ve postmodernist düşüncenin hâkim olduğunu biliyoruz. Ancak şöyle bir çelişki söz konusu, ötekiye yapılan tanımla, kullanılan dil, savunulan olgu vs. genel okumada modernizm argümanı oluyor sürekli. Bu noktada hiçbir bir karşıtlık oluşmuyor. Çünkü bunların hepsi duyarlılık oluyor.

Dolayısıyla; gündeliğin içinde Kürde sağlanan duyarlılık ‘evrensel değerler’ üzerinden yapılıyor. Oysaki evrensel değerler modernizmin en yüce argümanlarıdır. Son tahlilde postmodern ve postyapısalcı referanslar ise salt öğretide ortaya çıkıyor.

Peki, o halde şu soruyu sormamız gerekiyor: Gündeliğin içinde duyarlılığın postmodern dili nedir? Postmodern dil, gündelik duyarlılığın neresinden duruyor?

Esasen evrensel değerler, duyarlılığın yıkımıdır. Bir Kürdü ya da ötekiyi, evrensel değerler üzerinde anlamanın dili sorunludur. Dolayısıyla, insan hakları, özgürlük, adalet, eşitlik, demokrasi vs. gibi kavramlarla duyarlılık oluşmaz. Çünkü insanları salt kendi kavramlarıyla ancak duyarlılık bağı kurabilir. Duyarlılık ötekinin kavramlarını içselleştirmek ile oluşur. Bunun içinde önce ötekinin kavramlarını bilmek gerekir. Bu kavramlar evrensel değerler değildir, dahası modern argümanlar hiç değildir. Postmodern dil, salt sanatla interaktif ise, salt sanat içinde karşıt bir tez olarak sürekli öğretide ortaya çıkıyorsa, yani modernizmin yıkımı sonrası Zehra Doğan sergisi üzerinde beliriyorsa ve eleştirilerde bu doğrultuda gelişiyorsa bu olgunun kendisi postmodern dili manipüle etmektedir.

Bauman’ın dediği gibi: Modernite ve Holocaust yazmak benim için entelektüel bir zorunluluk ve ahlaksal bir görev haline gelmişti: "Zalimliğin en zalim yanı, kurbanlarını yok etmeden önce insanlıktan çıkarmasıdır. Ve en zor mücadele, insanlık dışı koşullarda insan kalabilmektir." (3) Doğan’ın tavrı, Bauman’ın ötesinde bir tavır değildir.

KAYNAK

  1. Gündelik Hayatın Eleştirisi III s.178 Henri Lefebvre Sel Yay. Çev. Işık Ergüden
  2. John Lewis’e Cevap s.45 Louis Althusser Verso Yay. Çev. Müntekim Ökmen
  3. Modernite ve Holocaust s.262 Zygmunt Bauman Sarmal Yay. Çev. Süha Sertabiboğlu