Gülriz Sururi: Tatlı bitsin oyunumuz!

Son nefesine kadar üreten, fikrini her dem korkusuzca söyleyen, aklındakini tane tane ve son derece temiz bir Türkçeyle anlatan çok önemli bir sanatçıydı Gülriz Sururi. Gidişiyle hayatımıza büyük bir boşluk bıraktı. Hayatı seven, şarkılarını şevkle söyleyen, sahnede devleşen bir isimden söz ediyorum; öğrenmekten zevk alan, bildiklerini insanlara anlatan, gerektiğinde çatır çatır tartışan bir isim… Bunun için hepimizin hayatında iz bıraktı.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye tiyatrosunun önemli sanatçılarından Gülriz Sururi, hayatını kaybetti. Vefat haberi vasiyeti gerekçesiyle defin işlemlerinden sonra duyuruldu. Müzik yazarı Murat Meriç, Musikimani portalında Gülriz Sururi ile ilgili, "Gülriz Sururi'nin ardından" başlıklı bir yazı kaleme aldı:

"Bir elinde çok marifet olan insanlardan: Tiyatrocu, şarkıcı, yazar, düşünür, televizyon programcısı… Yaptıklarıyla sürekli göz önünde ama iş dışında tam bir kapalı kutu. Her an sokakta karşılaşabileceğiniz, konuşabileceğiniz bir insan ama çizdiği sınırın içine girmek mümkün değil. Gülriz Sururi, tam da böyleydi. 2019, kötü başladı ve ilk gününde bu büyük sanatçının aramızdan ayrıldığı haberini önümüze koydu. Üstelik bir önceki yıldan kalma eski bir habermiş bu: Gülriz Sururi, sessiz sedasız aramızdan ayrılmış, toprağa verilmiş ve hadise (kendi isteği bu doğrultuda olduğu için) sonra duyurulmuş. Haberi aldıktan sonra bir süre düşündüm, arşivimdeki eski program dergilerine elimi attım, fotoğraflarına baktım ve anılarını yazdığı kitapları karıştırdım. Sonrasında bu yazıyı yazmaya karar verdim… Sizlere Gülriz Sururi’nin hikâyesini anlatacağım. Kimi duraklarda biraz oyalanacağım ama hızlı ilerlemeye çalışacağım. Elbette eksiği çok olacak ama en azından tiyatro dünyasında attığı adımları kayıt altına almak isterim.

Gülriz Sururi, memleketin ilk primadonnası Suzan Lütfullah’ın kızı. Babası, ilk operet kurucularından tenor Lütfullah Sururi. Onları buluşturan, Muhlis Sabahattin’in bir oyunu: “Ayşe”. Suzan Lütfullah’ın en yakın arkadaşlarından biri, Muhlis Sabahattin’in kızı Melek Kobra. Yan yana gelemeyişlerine üzülüyor, onları babasıyla tanıştırıyor ve yeni yazdığı operetin baş rollerini almalarını sağlıyor. Oyunun turnelerinde gelişen aşk, İstanbul’da evlilikle sonuçlanıyor ve Gülriz, bu evliliğin ilk ve tek çocuğu olarak dünyaya geliyor. İsim konusunda aile çapında çıkan küçük anlaşmazlık, Abdülhak Hamit Tarhan tarafından çözülüyor: Anne Özhan isminde ısrar ederken büyükbaba Manzume diyor, Tarhan ise Farsça “gül dağıtan” anlamında Gülriz’i öneriyor. Dedesi Nazif Bey, isminden müsemma onu Gül Hanım diye çağırıyor.

Küçük Gülriz, yedi yaşına kadar dedesinin Kalamış’taki köşkünde yaşıyor. Annesi bir yandan plak doldururken diğer yandan Muhlis Sabahattin’in kumpanyasında sahneye çıkmayı sürdürüyor. Kumpanya, ilerleyen yıllarda Kadıköy’de yerleşik düzene geçiyor ve adı Süreyya Opereti oluyor. Suzan Lütfullah, operetin baş aktristi –ki anısına yaptırılan büst, hâlâ Süreyya Operası’nda… Yazık ki amansız bir hastalık onu 23 yaşında bu dünyadan alıyor. Gülriz Sururi, hayatının kalanını hayran olduğu annesine hasretle geçiriyor.

Sonrası, babasının dizinin dibinde, büyük ailesiyle geçen yıllar. Önce Beyoğlu’na, Şükrü Paşa Apartmanı’na taşınıyorlar. Küçük Gülriz için Kadıköy’den İstanbul’a gitmek bir hayalken, göbeğine yerleşiyorlar. Sonrası rüya gibi… O günleri anılarında şöyle anlatıyor: “O zamanlar Beyoğlu evimizin bahçesi gibi neredeyse. Evden tiyatroya giderken ya da dönerken, hemen her gün rastladığım insanlar arasında kimler yok ki?.. Şevkiye Hanım, Melahat İçli Hanım, her gün aynı saatte Orman Birahanesi’ne girerken karşılaşıp konuştuğum Sait Faik, acele acele Galatasaray Lisesi’ne derse giderken yanağımdan makas alan Esat Mahmut Karakurt, Çiçek Pasajı’ndan çıkan Fikret Adil Bey, Beyoğlu mağazasına her gün uğrayan, her görüşte elini öptüğüm Hacı Bekir Ali Muhiddin Bey ki, bana annemin bütün plaklarını hediye etmişti. Ayrıca Tokatlıyan Oteli’nin vitrinlerinin ardında oturan Ali Naci Karacan, bazen Sedat Simavi, Yahya Kemal, Celalettin Ezine, kapı komşumuz Celal Sılay, sinemalarına giden Osman ve İhsan İpekçi Beyler, Cemali kardeşler, Sümer Sineması’nın şişman müdürü Fevzi Bey, Dişçi Siret Bey… Bunların çoğu amcalarımın, babamın tanışı, dostu, benim de selamlaştığım kişiler.”

Gülriz Sururi, yukarıdaki satırlarda onlu yaşlarının ilk yarısını anlatıyor. Tiyatro dediği, kadrosuna girdiği Şehir Tiyatroları Çocuk Bölümü. Babaannesinin sert muhalefetine rağmen bizzat babası tarafından Muhsin Ertuğrul’a emanet ediliyor. Sahneye çıktığı ilk piyes, “Şeytan”. Sonrası geliyor. Üç yıl kadar çocuk oyunlarında başrol oynadıktan sonra Reşat Nuri Güntekin’in ‘Yaprak Dökümü’ adlı oyununda ilk önemli rolüne çıkıyor. Bu arada İstanbul Konservatuvarı’na devam ediyor, Muhsin Ertuğrul, Galip Arcan, Behzat Butak gibi hocalardan tiyatro eğitimi görüyor, şan ve bale dersleri alıyor.

Yazları babası ve amcalarıyla çıktığı turnelerde geçiriyor, kışın İstanbul’a dönüyor. Arada yaptığı başarısız bir evliliği saymazsak hep ailesiyle yaşıyor. Sonrasında Muammer Karaca Tiyatrosu’na giriyor, orada bir kısım bulvar komedilerinde ve “Ednan Bey Duymasın” gibi güncel siyaseti makaraya alan oyunlarda oynuyor. Oradan Haldun Dormen’in Küçük Sahne’sine geçiyor ve onunla çalışıyor. Hayatının en eğlenceli, kariyerinin başarılı dönemlerinden biri bu.

Küçük Sahne yılları, Gülriz Sururi’nin hayatında bir kırılma noktası: Hamlet rolüyle büyük başarı kazanan Engin Cezzar’la tanıştığı dönem bu. Doludizgin geçen bir flört döneminin ardından 1961 yılında evleniyorlar ve ertesi yıl kendi tiyatrolarını kuruyorlar. Evlendikleri yıl, Gülriz Sururi, Haldun Dormen’in sahneye koyduğu “Sokak Kızı İrma” ile sahnede devleşiyor –ki operetlerden sonra müzikal dönemini yeniden başlatacak oyun bu. Sonraki büyük adım Haldun Taner’in “Keşanlı Ali Destanı”. Türkiye’de yazılmış ilk epik müzikal bu; hâlâ yeri doldurulamadı.

“Keşanlı Ali Destanı”na geçmeden önce Sururi-Cezzar çiftinin evlilikten hemen sonra kendi adlarını taşıyan tiyatro kumpanyasını kurdukları bilgisini bir kere daha tekrarlayayım. 1962-63 sezonunda Erskine Caldwell’in “Tütün Yolu”yla başlayan hikâye “Çikolata Sevgilim”, “Tatlı Kaçıklar’, “Alkol” gibi oyunlarla sürüyor. Bir sonraki sezona “Othello” ile başlıyorlar ve çok fazla başarı kazanan bu oyunun ardından bahar aylarında “Keşanlı Ali Destanı”nı izleyiciyle buluşturuyorlar. Müzikal, 452 temsille o dönem için bir rekora imza atıyor.

2003 yılından itibaren TRT için Alper Fidaner’le birlikte hazırladığımız Kırkbeşlik adlı programın 16. bölümünde Gülriz Sururi ve Engin Cezzar’ı konuk etmiş, onlardan oyunlarının hikâyelerini dinlemiştik. Sohbete “Keşanlı Ali Destanı” ile başlamıştık. Gülriz Sururi, şunları anlatmıştı: “Haldun Taner’le eski bir dostluğumuz vardı, hikâyeciliğinden ötürü büyük hayranlığım vardı. İkide bir ‘Bize göre bir oyununuz yok mu?’ diye soruyordum. O da bana diyordu ki, ‘Var ama çok kalabalık, sizin tiyatronuz böyle bir şey yapamaz.’ Biz o sırada Küçük Sahne’de on kişilik bir kadroyla oyunlarımızı oynamaktayız, çok da büyük bir çıkış yapmışız, Türk tiyatrosuna yeni bir soluk, ses getirmişiz. Küçücük Küçük Sahne’de ‘Otello’yu oynuyoruz, ‘Tütün Yolu’yla perdemizi açmışız, Güngör Dilmen’in ‘Midasın Kulakları’ ve ‘Canlı Maymun Lokantası’ gibi oyunlarıyla avangard işler yapıyoruz. Çok da büyük ses getiriyor bunlar ama benim için fıkfık ediyor, ‘Sokak Kızı İrma’yla büyük bir başarıya ulaştıktan sonra izleyici benden müzikal oynamamı istiyor. Haldun Taner’e bir gün yine aynı soruyu sorarken, İstiklal Caddesi’ndeydik, hiç unutmuyorum, ‘getirin, ne olacak, en azından bir kere okuyalım, bakalım’ dedim… ‘Peki’ dedi ‘ama vermem, ben gelip okuyacağım’ Küçük Sahne’de buluşmak üzere sözleştik, Genco Erkal’ı da çağırdık. Haldun Bey geldi, oyunu okumaya başladı. Sayfaları bize göstermiyor, kaç kişi olduğunu görmüyoruz, zaten onu görsek ‘teşekkürler’ dileceğiz çünkü kırk kişilik kadrosu varmış meğer! Eline aldı teksti, bize göstermeden okumaya başladı. Her rolün taklidini yaparak okuyordu. Biz hakikatten çok heyecanlandık…”

1964 yılının Nisan ayının ilk günleri Genco Erkal’ın rejisiyle başlayan “Keşanlı Ali Destanı” için Selmi Andak 9 Nisan tarihli Cumhuriyet gazetesinde şu satırları yazmış: “Alkış alkış alkış! ‘Keşanlı Ali Destanı’na ve gerçek Türk müzikli oyununa… Önemi küçümsenmeyecek bir hamle… ‘Keşanlı Ali Destanı’ yıllarca hasretle beklediğimiz gerçek Türk müzikalini gözlerimize ve kulaklarımıza seriyor. Yeni bir hamle, yeni bir tür, yeni bir ses olarak, epik halk tiyatrosunu yurdumuza getirerek…”

“Keşanlı Ali Destanı”nın başarısı yeni müzikallerin önünü açıyor. Ekip, ertesi sezona Refik Erduran’ın yazdığı “Direkler Arasında” ile giriyor. Sonrasında yine Haldun Taner’in “Zilli Zarife”si ve “Sokak Kızı İrma”nın ikinci temsili var: 1967 yılında 105 temsil yapan müzikal, Gülriz Sururi-Engin Cezzar tiyatrosunun en başarılı işlerinden biri oluyor. Tiyatronun repertuvarı müzikallerle sınırlı değil: Nâzım Hikmet’in “Ferhat ile Şirin”inden Gogol’un “Palto”suna, Yaşar Kemal’in “Teneke”sinden Vincento Gazzo’nun “Morfin”ine uzanan başarılı işler yapıyorlar. Bir de tartışmalı oyun var repertuvarda: 1971-72 sezonunda oynadıkları “Saç” ya da dünyada bilinen adıyla, “Hair”. Henüz ortalığı karıştıran film bile çekilmemişken bu büyük prodüksiyonu sahnelerine taşıyan Gülriz Sururi-Engin Cezzar Tiyatrosu, bilmeden büyük bir tartışmanın fitilini ateşliyor. Oyunun içeriğinin seks olduğunu ileri süren bir kısım yazarlar, ilerleyen günlerde bu oyunu sahnede çırılçıplak oynayacaklarını söyleyip halkı bu rezilliğe dur demeye çağırıyor… Şule Yüksel Şenler gibi yazısında oyunu ihbar edenler bile var: “Gazetelerde dehşetli bir haber okuduk. Haber Türkiye’de tahakkuk ettiği taktirde, Müslüman Türk milletinin ve gençliğinin ahlâkı mevzuunda bütün ümitlerimizi kaybedeceğimizi bildiğimden, bütün savcılarımızı vazifeye davet ediyor, bunu ihbar kabul etmeleri dileğiyle harekete geçmelerini temenni ediyorum.” Oyunun talihsizliği sadece tartışmalardan ibaret değil. Prömiyer tarihi de talisiz: 11 Mart 1971. Oyun ilk gecesinde perde açıyor, çok beğeniliyor ancak ikinci gece perde kapanmak zorunda kalıyor çünkü ordu, hükümete muhtıra veriyor! Sonrası, sansür: Oyunculardan birinin elinde görünen “Deniz nerede?” pankartına takılıyor asker ve bu pankartın kaldırılması koşuluyla oyunu sahnelemelerine izin veriyor. Pankart kaldırılıyor, temsiller yeniden başlıyor ve büyük başarı kazanıyor. Oyunun finalinde söylenen şarkı, meşhur “Letthe Sunshinein”in Türkçe versiyonu, tam da o günlere denk düşen sözleriyle çok seviliyor ve “Hair” bir anda direnişin sembolü oluyor: “Sessiz sedasız bakarız yüz yüze / Üstümüzde kürkler boncuklar / Uygarlık yolunda / Uyuşmuş kalmış bir milletle / Bakışırız yüz yüze / Her gün yeni bir yalan / Yalan üstüne hep türküler // Uzay türkülerimiz sazlarımızda / İçim çevrem hayat dolu / Bu da işte cevabım sizlere // Gölge etme, doğsun güneş / Aydınlatsın…”

Aslında, odağında oldukları ilk tartışma değil bu… 1965-66 sezonunda 69 kez sahneye konulan Nâzım Hikmet oyunu “Ferhat ile Şirin”, başka bir tartışmayı gündeme getiriyor. Nâzım Hikmet’in yasak olduğu yıllar bunlar ve onun bir oyununu sahnelemek, oldukça cesur bir adım: Şairin 35 yıl sonra seyirci karşısına çıkan ilk oyunu bu. Derhal dedikodular üretiliyor ve bunlar basında yer alıyor: Kimi bu oyun için Moskova’dan para aldıklarını yazıyor, kimi halkı “Türk milletine kötü tuzaklar hazırlayan bu insanları” protestoya çağırıyor… Bu kadar da değil: İstanbul Radyosu, düzenli olarak yayımladıkları reklamlarını iptal ediyor, gazeteler oyunun ilanını basmayı reddediyor. Bütün bu engellemelere rağmen, oyun, 1965 yılının 4 Ekim günü Ruhi Su’nun sazından yükselen ezgilerle perdesini açıyor. Sonrası, büyük bir başarı…

Bu arada, Gülriz Sururi’nin hayatında yeni bir sayfa açılıyor ve hemen kapanıyor. ‘60’lı yılların sonunda büyük sükse yapan Playboy adlı kulübün sahibi Edvart Saatçi, sanatçıdan program yapmasını istiyor. Şarkıcılık müzikalde güzel, Gülriz Sururi şarkı söylemeyi seviyor ama bunu gazino sahnesine taşımak zor. Düşünüyor ve “bir kere denemekten bir şey çıkmaz” diyerek adımını atıyor. Başta kendince bir repertuvar hazırlıyor ama Saatçi’nin diretmesiyle dümeni piyasa şarkılarına kırıyor. Yine de çizgisinden uzaklaşmıyor: “Ayşe” operetinden şarkılar, kimi kantolar, Haldun Dormen’in seçtiği “aranjman”lar ve popüler türküler… İlk gecesini anılarında şöyle anlatıyor: “Kanat Gür Orkestrası’nın giriş müziğini çaldığını duyuyorum. Ve salonun arkasından doğru başlıyorum yürümeye. Flaşlar patlamaya başlıyor hemen. Birden bayım döndü yerlere oturmuş, bana yol vermeye çalışan kalabalığı görünce. Bitmek bilmeyen bir alkış arasında orkestranın önündeki yerime ulaşıyorum. (…) Yoğun sigara dumanlarının ardından seçiyorum müşterilerin yüzlerini. Piste çıktığımda saat ikiydi; on birden, on ikiden beri şov izleyen, dans eden müşteriler sarhoş. Hemen hepsini tanıyorum, gece kulüplerinin malum ünlü simaları. Çok sarhoş hepsi. Kimi bağıra bağıra garsonu çağırıp içki tazeletiyor, öteki yanındaki hatuna sarılıyor, beriki benimle şarkı söylemeye çalışıyor. Yükses sesle elbisemi, makyajımı, saçımı konuşup duruyorlar. (…) İçime girecekler neredeyse, damağımı seyrediyorlar şarkımı söylerken. Sahne ile pistin farkını anlayıveriyorum birden. Kendimi tahtından indirilmiş bir kraliçe gibi hissettim o anda. Ne işim vardı burada benim?” İlk günkü panik sonraki günlerde de sürüyor ama mukavele gereği otuz gece sahneye çıkıyor Gülriz Sururi. Müşteri günden güne artıyor, yoğun istek üzerine program on gün uzatılıyor ama sanatçı sonunda restini çekiyor ve şarkıcılık kariyerini sonlandırıyor.

Yazının burasında hikâyeyi anlatmaya küçük bir ara vereyim ve Sururi-Cezzar ikilisinin James Baldwin’den Don Cherry’ye uzanan “çevre”sinden söz edeyim… Nasıl böyle güçlü olduklarını gösteren bir çevre bu. Haldun Taner’den Yaşar Kemal’e uzanan isimleri ve tiyatro camiasındaki insanları saymıyorum bile. Hep yan yana oldukları isimler, onları güçlendirmiş, dünyaya bambaşka bir yerden bakmalarını sağlamış. Onca baskıya rağmen oyunlarını inatla sahnelemelerinde bunun da payı var. Altı çizilmesi gereken bir başka husus, gençlikleri. Bilhassa Gülriz Sururi, her dem genç. Zamansız bir kadın: 1961 yılında oynadığı “Sokak Kızı İrma”yı 1992’de yeniden sahneye taşımıştı ve onu bu rolde bizzat izlerken gördüklerime inanamamıştım. Ne zaman karşı karşıya geldiysem hep aynı şeyi hissettim: Gençti ve hiçbir zaman yaşlanmayacaktı. Tuhaf ama bana ölümsüz gibi gelirdi. Değilmiş.

Gülriz Sururi’nin hikâyesini anlatmaya devam edeyim… ‘70’li yılları art arda gelen başarılarla kapatan sanatçı, yol arkadaşı, yoldaşı Engin Cezzar’la birlikte ‘80’li yıllarda büyük sükse yapan prodüksiyonlara imza atıyor. Bunların ilki, Edith Piaf’ın hayatından uyarlanan “Kaldırım Serçesi”. 1981 yılında Zeynep Oral’ın teklifiyle yola koyuluyor, Ali Poyrazoğlu’nun katkısıyla işi hızlandırıyorlar. Başar Sabuncu’nun yönetiminde ortaya çıkan, muazzam bir oyun. Şarkı sözlerini çevirmek üzere projeye dahil olan Can Yücel kısa süre sonra ayrılınca sözleri Sabuncu ve Cezzar Türkçeye uyarlıyor. Birine de Gülriz Sururi el atıyor: “Ne gariptir, en sevdiğim şarkı olan ‘Non, Je Na Regrette Rien’in çevirisinde Başar da, Engin de zorlanınca, Türkçe sözleri ben yazdım. ‘Hiç, hiç mi hiç, ben pişman olmadım hiç…’ O gün ruh halime yakındı bu şarkı. O nedenle başarılı oldu galiba.”

Gülriz Sururi

Erdal Özyağcılar, NefrinTokyay, Mustafa Alabora, Sevil Üstekin, Yılmaz Zafer gibi oyuncular birden fazla rol sırtlanırken, müzik Esin Engin’e emanet edilir. Şarkılar, dönemin en büyük stüdyolarından İstanbul Gelişim’de, Doruk Onatkut tarafından kaydedilir. Levent Kırca’nın Zincirlikuyu’daki Hodri Meydan Sahnesi’nde başlayan provaların sonucunda, 5 Kasım 1982’de perde açılır ve “Kaldırım Serçesi” büyük ilgi görür. Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet’te, “Gülriz Sururi bir tansık gibiydi sahnede” diye yazar. Refik Erduran, Güneş’te bunu güçlendirir: “Gülriz Sururi insan kalbini gözler önüne seren bir sahne mucizesi yaratıyor.” Selim İleri, yine Cumhuriyet’te şu cümlelerle selamlar oyunu: “İnsan olmanın onurunu duyuyoruz.”

“Kaldırım Serçesi”nden sonra “Kabare” sahneye konur. 12 Eylül yönetiminin karanlığını aydınlatan hamlelerdir bunlar. Umutsuz insanlar, tıpkı 12 Mart sonrasında direnişe dönüşen “Hair” gibi, kendilerini buldukları bu oyunlarla güçlenir. Tam da bu dönemde Gülriz Sururi’nin önüne bir dilekçe gelir: Kamuoyunda Aydınlar Dilekçesi olarak bilinen dilekçeyi tereddütsüz imzalar sanatçı.

Sonrasında kitapları ve televizyon programları var. Son nefesine kadar üreten, fikrini her dem korkusuzca söyleyen, aklındakini tane tane ve son derece temiz bir Türkçeyle anlatan çok önemli bir sanatçıydı Gülriz Sururi. Gidişiyle hayatımıza büyük bir boşluk bıraktı. Hayatı seven, şarkılarını şevkle söyleyen, sahnede devleşen bir isimden söz ediyorum; öğrenmekten zevk alan, bildiklerini insanlara anlatan, gerektiğinde çatır çatır tartışan bir isim… Bunun için hepimizin hayatında iz bıraktı.

Gülriz Sururi, 90 yaşındaydı ama hepimizin kardeşi gibiydi. Her yaşımızda bizden sadece iki yaş büyük gibi gelirdi. Bu da zamansızlığını gösteriyor. Geride bıraktıkları, sahnede fırtına gibi estiği oyunlar, anılarını anlattığı kitaplar, hikâyeler, televizyon programları, şarkılar ve onu hatırladığımızda yüzümüze yerleşecek kocaman bir gülümseme. Sessiz gidişinin ardından sosyal medyada yazılanlara bakınca ne kadar çok insana değdiğini anlıyorsunuz. Şüphesiz ardından nefret kusanlar da var ama zaten onları “insan” kategorisinde değerlendirmek yanlış: Kendi nefretlerinde boğulacak zavallı kör yaratıklar.

Haberi önüme düştüğünde Twitter’da şu satırları yazdım: “Ah! Bir yanda Piaf, diğer yanda Brecht. Keşanlı Ali Destanı’ndan söz etmiyorum bile… 2019’a kötü haberle başladık.” Piaf macerasını anlattım, Brecht alıntısıyla yazıyı noktalayayım. Gülriz Sururi, “Kaldırım Serçesi” ve “Kabare”de söylediği şarkıları o dönem kasetlere kaydetmiş, oyunlara gelenler bu kasetleri arşivlerine katmıştı. Sonradan iki albüm daha çıkardı: İlki, 1992 yılında dinleyiciyle buluşan “Şarkılarım” adlı kaset. O güne dek oynadığı oyunlarda söylediği şarkılardan müteşekkildi. Albüm, küçük bir düzenleme ve yeni eklerle 2003 yılında “Müzik-hallerim” adıyla yeniden piyasaya verildi. Şimdi ikisini de bulmak zor ama aramaya değer. İlk albümde olmayan, ikincisinde kendine yer bulan “Tatlı Bitsin Oyunumuz”, Brecht’in “Üç Kuruşluk Opera”sında karşımıza çıkan ve ünü çoktan oyunun ötesine geçen meşhur “MacktheKnife”tan başkası değil. Tuncay Çavdar’ın uyarladığı sözler, yazının son sözü olsun: "Tatlı bitsin oyunumuz / Gelin dostça birleşin / Ceplerin doluysa eğer / Tatlı sonu her işin // Bulanık sularda avda / Ne kavgalar edilir / Sonra dostça hep birlikte / Yoksulun hakkı yenir // Işık altında görünür / Sıyrılanlar gölgeden / Ya karanlıkta kalanlar / Onları var mı gören?"

Bu yazı ilk olarak Musikimani'de yayınlanmıştır.