Müslüm Gürses ve Freddie Mercury

Tarihe gerçeği miras bırakmak lazım; senaryo ayrıdır, gerçek ise apayrı. Eğer gerçekler anlatılırsa hem Müslüm Gürses gibi bir değerimizin hem de Freddie Mercury gibi dünya çapında bir efsanenin sevenlerinin var olan beğenisini daha da arttırır hatta onları tanımayanların bile beğenisini kazandırır.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Geçtiğimiz haftalarda vizyona giren ve konusu müzik olan iki filmi birden seyrettim. İki film de benim için önemliydi. Birisi “Müslüm” diğeri ise “Bohemian Rhapsody” yani Queen grubunun solisti Freddie Mercury’nin hayat hikayesi. Biyografi filmler için düşüncem her zaman gerçeğin bire bir anlatılmasıdır. Hem Müslüm Gürses’in hem de Freddie Mercury’nin hayatını büyük oranda bildiğim için filmleri seyretmeye giderken beklentilerim herkesten belki de biraz daha farklıydı.

Müslüm Gürses filminden başlayayım; Müslüm Gürses ve müziği için peşinen şunları söyleyebilirim; 1980’li ve 1990’lı yıllarda bir kesimin asla dinlemediği, hatta o müziği dinlemeyenlerin dinleyenleri “kıro” olarak nitelendirdiği bir durum söz konusuydu. 2000’li yılların ilk yarısında bu algı değişti çünkü Müslüm Gürses kısmen “rock” ve “pop” şarkıları söylemeye başladı. Dolayısıyla “sosyete” takımı Müslüm Gürses’e ilgi göstermeye başladı. Zaten hep böyle olmadı mı? Önce “tu ka ka” sonra “badem gözlü”. Müslüm Gürses’in asla bir böyle beğenilme amacının olmadığından adım gibi eminim. Çünkü kendisi inandığı bir müziği yapmayı seviyordu ve yıllardır da o müziği yapıyordu. 2000’li yıllarda kendisine teklif edilen tarzı dışındaki projelere aklı yattı ve farklı şarkılar da söylemeye başladı, böylece daha önce Müslüm Gürses’i hiç dinlememiş hatta burun kıvıran bir hayran kitlesi edinmiş oldu. Benim bir müzik yazarı olarak fikrim, Müslüm Gürses’in eski arabesk şarkılarının daha anlamlı olduğu ve müzikalitesinin daha iyi olduğu yönünde. Fakat rock ve pop şarkıları söylemesine de herhangi bir itirazım yok. Müzikte beğeniler çeşitlilik ve farklılık gösterebilir.

Gelelim “Müslüm” filmine ve filmin anlattıklarına...

Soner Yalçın filmin vizyona girişinden sonra filmle ilgili bir yazı yazdı. Yazdıkları şöyle:

“Müslüm" filmine gittim... Güzel film; emeği geçen herkese teşekkür ederim. Fakat: Dünyada da böyle; filmi, kurgu değil gerçek sanıyor insanlar! "Müslüm" filmi, Müslüm Gürses'in gerçek hayat hikâyesi mi? Seyirci öyle sanabilir. Peki... Bizim meslektaşlara ne oluyor? Filmde anlatılanlar "gerçek" diye haber yapıyorlar!”.

Soner Yalçın yazdıklarında haklı ama filmin başında, daha yazılar akarken “bu film gerçek hayat hikayesinden uyarlanmıştır” yazısını belki görmedi. Çünkü film bu iddia ile başlıyordu. Gazetecilerin anlatılanlar gerçektir diye haber yapmalarının nedeni filmin başındaki o yazı. Tabii ki o yazı var diye filmde tüm anlatılanlar gerçek gibi kesin bir hükme varmak doğru değil. Gazetecilik araştırmayı gerektirir, yazılan her şeyin sonuna kadar doğru olduğunu kabul etmeyi değil.

MÜSLÜM GÜRSES’İN BABASI KATİL MİYDİ?

Soner Yalçın’ın yazısında değindiği bir diğer detay ise filmin en can alıcı sahnelerinden biriydi. Müslüm Gürses’in babası, karısını yani Müslüm Gürses’in annesini ve kızını yani Müslüm Gürses’in kız kardeşini öldürdüğü sahneydi. Soner Yalçın bu sahnenin gerçeği yansıtmadığını yazmıştı. Yazısının o kısmı ise şöyle;

“Kızını öldürdüğünü hiç duymadık. (Keşke Adana’da bir gazeteci şu cinayet dosyasını bulup açıklığa kavuştursa!). Tarihe hakikat mirası bırakmak lazım; senaryo ayrıdır, gerçek apayrı!”

Dosya Adana’da değil ama Erzurum’da bulundu ve Odatv yayınladı.

Erzurumpost’tan Macit Gürbüz’ün 48 yıl sonra ulaştığı cinayet dosyası çok ilginç detaylar içeriyor. Karar Adana 1. Ağır Ceza Mahkemesi’ne ait. Merhum Müslüm Güres’in babası, eşi Emine’yi 29 Mayıs 1969’da öldürmüş. Ağır Ceza Mahkemesi’nin mahkumiyet karar tarihi ise, 3 Kasım 1970. Mahkeme Başkanı Hakim A. Rıza Turcan, üyeler Mürüvet Talu ve Ali Kilisli. Dosyanın savcısı da İhsan Güleray. Karar, 4 sayfadan oluşuyor. Mahkemenin mahkumiyet kararında baba Mehmet Akbaş, Süleyman oğlu Ayşe’den doğma, Adana Hürriyet Mahallesi 364. Sokak 62 numarada ikamet ediyor görünüyor, 2 çocuklu, okur-yazar ve sabıkalı. Kasten adam öldürmekten yargılanıyor. Cinayet dosyasında bir bilinmeyene daha ulaşıldı. Mehmet Akbaş, işlediği cinayetten bir süre önce öldürdüğü eşinden boşanmış. Yani boşadığı eşini katletmiş. Yani filmde anlatıldığı gibi olay olduğu sırada evli değiller. Olay günü öldürdüğü Emine Akbaş; resmi eşi değil, Emine hanımın soyadı da Demirdöven. Mehmet Akbaş, eşinden boşandıktan sonra Adana’dan İskenderun’a göç kararı almış. Çocuklarını görmek için eşinin yaşadığı evin sokağına gelmiş. Amacı oğlu Ahmet ve Müslüm Akbaş’ı görmek. Olaydan çok kısa süre önce Müslüm kardeşi Ahmet’i jilet alması için mahalle bakkalına göndermiş. Baba Mehmet Akbaş, sokakta beklerken, 8 yaşındaki Ahmet’i görünce yanına çağırmış, amacı onu da alarak İskenderun’a götürmekmiş. Ahmet, babasının ellerini açarak kucaklama isteğine olumsuz yanıt vermiş ve babasına sarılmamış. Baba onu iknaya çalışırken anne Emine Demirdöven, Ahmet’in arkasından evden çıkmış. Ahmet, babasına sarılmak ve onunla İskenderun’a gitmek istemediğini söylemiş. Baba, oğlu Ahmet’i kolundan tutarak zorla götürmek isteyince Ahmet ağlamaya başlamış, oğlunun ağlayıp feryat ettiğini duyan anne oraya gitmiş ve oğlunun elinden tutarak eve doğru yönelmiş. Ahmet ve annesi eve doğru giderken, oldukça öfkelenen baba Mehmet Akbaş, sokaktaki seyyar bir kebapçının tezgahından aldığı ekmek bıçağı ile eski eşi Emine’ye arkadan saldırarak sırtından ve kalçasından defalarca bıçaklamış. Kanlar içinde kalan Emine hastaneye kaldırılmış ve orada hayatını kaybetmiş. Mehmet Akbaş kaçmış, ancak yakalanmış. Mahkemede, “İskenderun’a gitmeden önce çocuklarımı görmek üzere eski eşimin evinin sokağına gittim. O sırada 8 yaşındaki oğlum Ahmet’i gördüm, yanıma çağırdım. Konuşurken, eski eşim Emine geldi yanımıza. Ahmet’in elinden tutarak götürürken, bana ağır küfürler etti, hakaretlerde bulundu, elinde kalın bir sopa vardı, defalarca bana vurdu, kendimi korumak istedim, o sırada kendimi kaybetmişim, hatırlamıyorum bıçakladığımı” diye ifade veren Akbaş, görgü tanıklarının bu iddiayı yalanlaması üzerine mahkûmiyet almış. Tanıklar, küfürleşme ve hakaretin söz konusu olmadığını, hatta ikisi arasında karşılıklı konuşmanın dahi geçmediğini, sadece Emine Demirdöven’in çığlıklarını duyduklarını söylemiş. Mahkeme, tanık ifadeleri ve otopsi raporunu göz önünde bulundurarak Mehmet Akbaş’a önce eylemine uyan TCK’nın 448. Maddesi gereğince 24 yıl ağır hapisle cezalandırmış. Ardından da pişmanlık duyması ve mahkemedeki hal ve tavırları nedeniyle cezasında 1/6 oranında (4 yıl) indirime gitmiş ve Akbaş’a 20 yıl ağır hapis cezası vermiş.

KIZ KARDEŞİNİ BABASI ÖLDÜRMEMİŞ

Filmde Müslüm Gürses’in babası eşini evde bıçaklayarak, kundaktaki kızı Ezo’yu da kundağıyla birlikte duvara vurarak öldürse de, mahkeme tutanaklarında böyle bir kayıt ve detay yok. Bu durum, ya filmin kurgusu ya da fahiş bir hata. Filmde bıçaklanarak öldürüldüğü iddia edilen Müslüm Baba’nın kız kardeşi Ezo’ya ait mahkeme kararında tek bir satır dahi geçmiyor. Yani baba Mehmet Akbaş, eşini öldürmekten yargılanıyor ve ceza alıyor. Filmde; Emine Demirdöven, evde bıçaklanarak öldürülürken, gerçekte sokakta katlediliyor.

FİLMDE NİYE MÜZİK DÜNYASI ÇOK AZ VAR

“Müslüm” filmi gördüğüm kadarıyla Müslüm Gürses’in hayatının zorluklarını ve yaşadığı trajedileri anlatması açısından çok önemli. Film, Müslüm Gürses’in özel yaşamını bizlere eksik ya da fazla, bir şekilde anlatıyor. Elbette filmde bazı konuların köşeleri sivriltilmiş, biraz daha dram katılmış ve biraz da abartılarla dolu bir şekilde anlatmış. Kendi adıma beklentim biraz da o dönemki müzik dünyasının filme aktarılmasıydı. Müslüm Gürses’in rakipleri kimlerdi? O dönem arabesk piyasasının durumu nasıldı? Orhan Gencebay, İbrahim Tatlıses ve Ferdi Tayfur’a göre Müslüm Gürses’in konumu neydi bir nebze olsun bilmek seyircinin hakkıydı.

KÜÇÜK BİR 12 EYLÜL DÖNEMİ MÜZİK SAHNESİ

12 Eylül 1980 darbesinden sonra müzik nasıl bir hal aldı? Benim hatırladığım bir tablo vardır. O döneme ait bir konser. Tarih 25 Temmuz 1985 , yer Maslak Harp Akademileri, tüm ihtişamıyla Kenan Evren ve Milli Güvenlik Konseyi üyeleri bir masada oturmuşlar. Yanlarında ise yeni başbakan olmuş Turgut Özal ve eşi Semra Özal. Sahnede Ersen ve Dadaşlar var. Nedense 1970’li yıllarda “rock” gruplarının isimleri otobüs şirketlerinin isimlerine benziyordu. Bazıları da kendi aralarında da amip gibi bölünüyorlardı, Kardaşlar ve Dadaşlar gibi. Ersen ve Dadaşlar o günlerin çok tutulan şarkısı “Vatan Bizim Ülke Bizim” i söylüyorlar. Söz ve müzik Aşık Veysel’e ait. Şarkının sonunda ise Ersen ve Dadaşlar grubu tek tek gidip Kenan Evren’in elini öpüp masadaki diğer siyasi ve askeri yetkililerin elini sıkıyorlardı.

Elbette 12 Eylül müziği ve müzisyenleri olumsuz yönde etkilemişti. Öncelikle gece belirli bir saatten sonra her yer kapanıyordu. Bu bile tek başına müziğin sahne kısmını etkileyen bir durum.

Geçtiğimiz günlerde filmin senaryosunun gerçek mi değil mi konusu Muhterem Nur’a soruldu. Muhterem Hanım, filmde anlatılanların Müslüm Gürses’in kendisine söyledikleri olduğunu belirtti. Bunun üzerine Muhterem Nur’a söylenecek fazla bir şey yok çünkü olayların sadece o kadarını biliyor olabilir. Kendisinin üzerine bu konuyla ilgili gidilmesine de karşıyım. Bir kesim basın bu konuyu çok fazla kaşıyor, Muhterem Nur bir anlatıcı, kendisini bu konuda sıkıştırmak nazikçe bir davranış değil.

BOHEMIAN RHAPSODY

Bir diğer film ise Bohemian Rhapsody idi. Yıllardır beklenen ve merak edilen bir filmdi. Ben de kendi adıma bu filmi çok merak ediyordum. Özel olarak filmi beğendim, filmdeki star şarkıcı ve grup anlaşmazlığı ülkemizde de sıklıkla görülen bir durumdur. Filmde bu konu çok güzel işlenmiş. Freddie Mercury’nin özel hayatı da çok güzel anlatılmış. Başrol oyuncusu Rami Malek ise tam bir Freddie Mercury olmuş. Queen grubunun elemanları ise neredeyse bire bir benzerleri tarafından canlandırılmışlar. 1960’lı ve 1970’li yıllarda Türk filmlerinde bir sanatçı bir enstrüman çalıyorsa gerçeklikten uzak bir şekilde çaldırılırdı ve özellikle Zeki Müren piyanoyu çalarken adeta piyanoyu okşar gibi bir görüntü ortaya çıkardı. Fakat bu filmde oyuncular neredeyse bire bir enstrümanlarını çalıyorlar. Harika bir Queen oyunculuğu seyrettik. Gelmiş geçmiş en güzel müzik filmlerinden biri olmaya aday bir film olmuş. Konular güzel işlenmiş, oyuncular da aynı şekilde çok gerçekçi. Tam bir Freddie Mercury izledik. Müzik ilişkileri ve müzik piyasasının nasıl döndüğünü izleyiciye aktaran bir film olmuş. Umarım bizim şarkıcılarımız için de böyle filmler çekilir ve beğenimizi kazanır.

Tüm olumlu yanlara rağmen Müslüm Gürses filmindeki gibi senaryonun gerçek olup olmadığı sorunu bu filmde de karşımıza çıktı. Bir çok zaman ve bilgi hatası vardı. Hayatın gerçeği filmde tam olarak yoktu. Özellikle kritik bazı hatalar gözümüze çarpmadı değil. Basitçe sıralamak gerekirse; Queen’den önceki grup olan Smile grubunun konserinin sonunda solist Tim Staffel gruptan ayrılıyor ve Brian May ile Roger Taylor ne yapacaklarını konuşurken Freddie Mercury yanlarına yanlarına geliyor ve kendilerinin grubun yeni şarkıcısı olabileceğini söylüyor. Gerçekte ise Freddie Mercury ve Tim Staffel zaten arkadaştılar ve Freddie Mercury’i Smile'ın provalarına da Tim Staffel getirmiştir. Tim Staffel gruptan ayrılınca yeni grup kurma fikriyle diğer müzisyenlerin karşısına çıkar.

Filmin bir sahnesinde Queen ilk albümünü kaydederken “Seven Seas Of Rhye” adlı şarkının kayıtları duyuluyor. “Seven Seas Of Rhye” ilk albümde sadece enstrümental olarak kaydedilmiştir ve ikinci albümde ise sözleri yazılıp Queen'in ilk hitlerinden biri olmuştur.

Yine bir sahnede Bohemian Rhapsody'den hemen önce Queen'in çıktığı Amerika turnesinde “Fat Bottomed Girls” çaldıklarını görüyoruz. bohemian Rhapsody 1975'te, Fat Bottomed Girls 1978'te kaydedildi. Bir zaman hatası söz konusu.

“We Will Rock You” bestelenirken Freddie Mercury stüdyoya giriyor. Burada saçları kısa ve bıyıklı. Fakat şarkı 1977 yılında bestelendi. Freddie Mercury'nin kısa saçlı ve bıyıklı halini 1980'den itibaren görmeye başladık.

Freddie Mercury, menajer John Reid'i arabasından kovuyor ve bunu kendisine getirilen solo albüm tekline bağlıyor. Çünkü bunu grupla arasında problem çıkarmak için yaptıklarını düşünüyor. İşin aslı böyle değil, Freddie Mercury henüz Queen’den ayrılmadan önce Brian May ve Roger Taylor solo albümlerini yapmışlardı.

Freddie Mercury, filmde Mary Austin’e “Love Of My Life” şarkısının seyirciler tarafından söylendiği bir konseri izletiyor. Aslında filmde gösterilen konser 1985'te Rock in Rio'da gerçekleşti. O zaman Freddie ve Mary Austin çoktan ayrılmışlardı.

Filmde Live Aid öncesi Freddie Mercury'nin gruba tekrar geri dönme şartı olarak John Deacon bundan sonra yapılacak tüm şarkıların yazarının Freddie Mercury değil Queen olarak yazılmasını şart koşuyor. Böyle bir şey söz konusu değil çünkü Live Aid'den sonra çıkan 1986 tarihli “A Kind Of Magic” albümünde grubun birlikte bestelediği “One Vision” şarkısı hariç tüm şarkılar yine kim bestelediyse onun adıyla albüm kartonetlerine yazıldı. Deacon ve Mercury’nin birlikte besteledikleri “Friends Will Be Friends” şarkısı bu albümdedir. Grubun son iki albümü 1989 tarihli “The Miracle” ve 1991 tarihli Innuendo” da tüm şarkıların besteci kısmına Queen yazılmıştır. Çünkü Freddie Mercury hastalığı nedeniyle 1986 senesinden sonra konser yapamaz. Şarkılar yapılırken işin içinde değildir. Fakat grup Freddie Mercury hakkında çıkan söylentilerin önüne geçmek için şarkıların ortak yazıldığı algısını yaratmak istemiştir.

Filmde Live Aid konserinde Queen sahne alana kadar para toplanamamış gibi gösteriliyor ama Queen sahneye çıkınca 1 milyon pound toplanıyor. Gerçekte Queen çıkana kadar hiç para toplanmamış olması gerçekçi değil.

Yine filmde Smile ile birlikte sahneye ilk çıktıklarında Brian May "yeni bas gitaritimiz John Deacon ve yeni solistimiz Freddie Bulsara" diye grubu tanıtıyor ve grubun adı henüz Queen olmamıştır. Gerçek tabii bundan farklı; çünkü Freddie Mercury, Tim Staffel'den sonra Queen müzisyenleriyle beraber çalmaya başlar. grubun adı da Queen olur. Hatta Queen olarak sahneye çıkarlarken 1971'de John Deacon bas gitarist olarak gruba katılır.

Filmde Mary Austin Live Aid öncesinde Münih'te Freddie Mercury'yi ziyaret eder ve hamile olduğunu söyler. Fakat gerçekte Mary Austin Live Aid'den birkaç yıl sonra hamile kalmıştır.

Sanki Queen önce Amerika'da ünlü olup sonra diğer ülkelerde şöhretini arttırmış gibi bir hava var. Queen zaten İngiltere'de tanınıyordu. 1974'te Japonya'da ilgi görünce grup Amerika turnesini yaptılar.

John Reid ile ayrılmaları 1985 yılında Freddie Mercury'nin solo albüm teklifi üzerine kavga ile gerçekleşmiş gibi anlatılmış. Aslında Queen artık menajerliği kendisi üzerine almak istemektedir. John Reid ile 1978'de biten kontratla ilgili Jim Beach, John Reid’la menajerliği sonlandırır.

Filmde Ray Foster, “A Night At The Opera” albümünün yapımcısı olarak gözükmektedir. Fakat gerçekte o albümün yapımcısı Ray Foster değildir. Albümün prodüktörü Decca’nın eski prodüktörlerinde Roy Thomas Baker’dır. The Who, The Rolling Stones, David Bowie, Foreigner, Journey, Ozzy Osbourne, Mötley Crüe, T.Rex, Devo, The Stranglers, Dusty Springfield, Yes, Cheap Trick, Gasolin', The Darkness and The Smashing Pumpkins gibi gruplarla da çalışmıştır. Hale de prodüktörlük yapan efsane bir isimdir. Önemli bir prodüktördür.

Hem Müslüm Gürses hem de Bohemian Rhapsody için bunları niye yazdım, filmler çok güzel filmer ama gerçeklikle ilgili bazı sorunlar var. Konuya uzak insanlar bu fimlere gittiklerinde bire bir gerçek hayat hikayeleri seyrediyoruz sanmasınlar ve yanlış bilgilendirilmesinler istediğim için bunları yazıyorum. Fimleri kötülemek gibi bir amacım yok. Müzikle ilgili ne yapılırsa seyrediyorum ve çok değerli buluyorum. Sadece biraz daha gerçeği anlatmamız gerekiyor çübkü gerçeklik bu tür hayat hikayelerinde çok önemli. Gerçeği anlatırsak herkes daha çok sevecek ve kendinden bir şeyler bulacaktır. Bunun asla unutmamamız gerekiyor. Olmayan şeyleri olmuş gibi anlatmak belki size gişede başarı getirebilir ama bir gün gerçekler ortaya çıktığında söyleyecek pek sözünüz kalmayabilir. Bizim halkımız TV’de ya da sinemada ne görse hemen inanıyor ve gerçekmiş gibi algılıyor. Tekrar söylüyorum; Müslüm Gürses filminde müzik dünyası ya da piyasası adına çok az sahne gördük. Müslüm Gürses’in rakipleri kimlerdi? O dönemde Türkiye’nin sosyo-ekonomik durumu nasıldı? Politik durum ne haldeydi? Müslüm Gürses müzik tarzını nasıl değiştirdi? Aranjörleri kimlerdi? Hangi saz ekipleriyle çalışıyordu? Bunun gibi bir çok soru cevapsız kaldı. Sadece Müslüm Gürses’in acı dolu hayatını seyrettik. Çok da beğendik, umarım gişe rekorları kıracaktır. Benim filmin çekilmemesi gibi ya da kötü film gibi bir eleştirim asla yok. Ama eksiklikler olduğunu her iki film için de söylüyorum.

Henüz bu iki filmi seyretmeyenler varsa mutlaka seyretsinler. İki filmden de hayata dair çıkarılacak çok güzel dersler var. Çünkü iki filmde de hayattan ders alma konusu çok güzel işlenmiş. Müslüm Gürses çok özel bir insandı. İnandığı müziği, onu çok seven bir kitleye yıllarca söyledi. Hayranları yüz binlerle belki de milyonlarla ifade ediliyor. Önemli bir fenomen ve önemli bir insan.

Freddie Mercury ve Queen ise benim henüz lise yıllarında babamın dinlediği kasetlerden duyduğum ilk rock şarkılarının mimarı. Lise hayatım boyunca Queen kasetleri elimden düşmedi, walkman ve Queen kasetleri. Müziğin efsanelerinden birisi. Filmde de bunu hissediyorsunuz, star ne demek grup ne demek, müzikal egolar ne demek, gruplardaki ayrışmalar nasıl oluyor hepsine cevap veren bir film.

Ben tüm bunları niye anlattım derseniz; konu müzik olunca gerçeğin dışındaki tüm her şeye göz yummamak gerekir. Tarihe gerçeği miras bırakmak lazım; senaryo ayrıdır, gerçek ise apayrı.

Eğer gerçekler anlatılırsa hem Müslüm Gürses gibi bir değerimizin hem de Freddie Mercury gibi dünya çapında bir efsanenin sevenlerinin var olan beğenisini daha da arttırır hatta onları tanımayanların bile beğenisini kazandırır.