Mozaik: Hatırlamak insana ve çevresine kuvvet veriyor

Mozaik, 35 yıl sonra, 4 Ekim 2018’te tekrar aynı kadroyla, Moda Kayıkhane’de gerçekleşen BurAda Müzik Var etkinliğinde sahneye çıktı. 1983-1995 yılları arasında çıkardıkları dört albüm ve verdikleri sayısız konserle o dönemin kült gruplarından olan Mozaik ile bugünleri ve müziklerini konuştuk.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Mozaik, 1983’te ilk konserini vermişti. Grup, 35 yıl sonra, 4 Ekim 2018’te tekrar aynı kadroyla, Moda Kayıkhane’de gerçekleşen BurAda Müzik Var etkinliğinde sahneye çıktı. Her ne kadar konserin üzerinden bir aya yakın bir zaman geçse de, bu röportaj, gecikmiş bir röportaj sayılmaz. Çünkü Mozaik zamansız bir topluluk. Konserde, Ayşe Tütüncü, Mehmet Taygun, Saruhan Erim, Timuçin Gürer, Serdar Ateşer, Sumru Ağıryürüyen, Mehmet Tütüncü, Ezel Akay, Yağız Üresin, Levon Balıkçıoğlu, Gökçe Gürçay sahne aldı ve büyük bir dinleyici kitlesinin özlemle şarkılara eşlik ettiği bir gece yaşattılar bize. Aslında bu, bir konserden çok daha fazlasıydı. Bir kuşağın kendi ortak geçmişlerine, anılarına, birikimlerine kucak açması, yıllar sonra hepimizin, “biz”in yeniden buluşmasıydı. Mozaik’in adı da tavrı da bu duyguya, çok sesliliğe tekabül ediyor. 1983-1995 yılları arasında çıkardıkları dört albüm ve verdikleri sayısız konserle o dönemin kült gruplarından olan Mozaik, 2014’te bu çalışmalarını dijital ortama aktarmış, yayınlanmamış bestelerini de içine katarak Ada Müzik’ten 6 CD’lik bir set olan Külliyat’ı çıkarmıştı. Bu toplam hem Mozaik’in müzikal yolculuğunu anlamamızda hem de o dönemin ruhuna, karakterine bakmamızda önemli bir arşiv niteliğinde. Dünya eskisi gibi değil artık, ama bu külliyatta “biz” de varız.

1983’teki ilk konserinizden 35 yıl sonra tekrar sahneye çıktınız. İlk sahne performansınızla bu son performansınız arasında nasıl bir farklılık vardı? Nasıl bir duyguydu? Neler hissettiniz?

Ayşe Tütüncü: 1983'te, o zamanın yoğun sessizliğine öyle canlı ve coşkulu bir sesle tepki vermekten ve bunun seyirciye aynen geçtiğini görmekten çok mutlu olmuştuk. Bunun yanı sıra o sahnemizin benim için en yoğun duygulanımı "şeytanın bacağını kırabilmek"ti, "evet işte yapabildik!" duygusuydu. Hem konserimizi, üç kere engellendikten sonra nihayet verebildiğimiz için, hem de güvenli okulumuzdan hayata açılıp, şehirdeki, "dışarıda"ki bir salonda ilk kez bir konser verip seyirciyle böyle yoğun bir iletişim kurabildiğimiz için mutlu olmuştuk

4 Ekim'de verdiğimiz konserde ise, yine "ölümden önce bir hayat olduğunu" hatırlama ve başkalarına hissettirme isteği vardı. Evet, bunca başka işimizin arasında yıllar sonra ne yapıp edip topluca bir araya geldik, çalışırken yine çok eğlendik ve bu konseri verebildik! Tabi iki konser arasında bir de şu önemli fark var: 1983'te sahneye çıktığımızda, şimdi gözlerimizi yaşartan bu "1983'ü hatırlama duygulanımımız" yoktu haliyle.

Timuçin Gürer: Ayşe'nin de dediği gibi, her şeyden önce kendimiz hatırlamak ve başkalarına hissettirmek istedik, her şeye rağmen ölümden önce hâlâ bir hayat olduğunu… (Ölüm idraki de var tabi bu cümlede, o ayrı konu.) Daha önce de söylemiştim ama tekrar etmek istedim; Michael Hardt, Radikal’de Pınar Öğünç’le söyleşisinde demiş ya, “Umut bazen sadece geçmişte neler becerebildiğimizi hatırlamaktır”. Bazen sadece durmak, durabiliyor olmak ve hatırlamak insana ve çevresine kuvvet veriyor. Biz neyi yapabiliyorduk, nasıl yapabiliyorduk, bir hatırlayalım dedik. Hatırlayalım ve bugünümüzü yadırgayalım. Balzac da yıllar önce demiş ki, umut, arzulayan bir hafızadır. Yani yeniden yapmayı, yeniden söylemeyi arzulayan...

Bu iki performans arasında geçen zamanda neler değişti, neler oldu? Türkiye’deki müzikal ortam üzerine neler söylemek istersiniz?

Timuçin: 1983'te henüz CD yoktu, biz 1995'e kadar tüm albümleri kaset olarak çıkarmıştık biliyorsunuz. Sonra sağ olsun Ada Müzik, Bülent Forta'nın ısrarlı ve dostane çabaları ve desteğiyle 2014'te o dört kaseti kendi orijinal master kayıt ortamlarından dijitale aktarıp, remaster edip, ilaveten iki CD daha ekleyip (Yayınlanmamış besteler ve yorumlar), altı CD'lik bir "box" çıkardık piyasaya. 1983'te bandrol, cep telefonu, Spotify, iTunes, YouTube vb. de hayatımıza girmemişti. Geçen gün Bülent Forta ile sohbet ediyorduk, şöyle demez mi: "Albüm ekonomisinin en çok %10'u artık kayıt ekonomisi. Dijital planlama ve bunun idaresi, idamesi -maintenance- çok önemli!" Anladım ki epey bir şey değişmiş müzikal ortamda. Genel ortamı soruyorsanız, orada da ne biz eski biziz, ne seyirci ve mekânlar eskisi gibi, ne de ülke, dünya vb.

Üç kişinin yan yana durmasının sıkıntılı olduğu bir dönemde siz kalabalık bir ekiple sahneye çıktınız, kolektif bilinci sürdürdünüz. Ki o bilincin sekteye uğratıldığı zamanlardı. “Biz” kavramından, “hep beraber” olmaktan ve o bilinçten söz edelim mi? Benim gözlemlediğim kadarıyla, konser sonrası dinleyicide o ortak geçmişten kaynaklanan bir mutluluk vardı.

Ayşe: Vardı doğru. "Biz" demenin en tepe noktası bana kalırsa "birimiz hepimiz için - hepimiz birimiz için" deyişinde kastedilendir. Bu ifade hayatta tabii ki neredeyse hiçbir zaman yüzde yüz doğrulanamaz, bir sürü zamanda da ihlal edilir, ama "biz" olunduğunda bu ifadede kastedilene yaklaşma arzusu ve niyeti vardır. Bu niyeti karşılıklı hissetmenin yaşattığı o sahici güvenme ve desteklenme duygusu bayağı mutlu ediyor insanı.

Saruhan Erim: Bizler 1980 sonrasında beyinlerinin "kolektif bilinç lobu" muhtelif "ameliyatlarla" alınmaya çalışılmış bir kuşağız. 1983'teki ilk konserimiz buna bir başkaldırı niteliğindeydi, adeta bir panayır şöleni gibiydi. Kaderin cilvesine bakın ki, onlarca yıl sonra bu günlerdeki konserimiz de seyircinin aynı duygularına tercüman oldu. Çok da hoş oldu. Lakin bugün gene aynı süreci yaşamak zorunda olmak epey düşündürücü.

Timuçin: “Biz"in çok dikkatli kullanmamız gereken bir kavram olduğunu düşünüyorum. Hep diken üstünde olmak gerekiyor bence. Ama öte yandan “Biz”i arzulamanın, pratikte yaratmaya, oldurmaya çalışmanın, tüm farklılıklarıyla bir “Biz”i düşünebilmenin önemini de yabana atmamak gerek elbette. Müzik topluluğu da aslında bu şekilde bir “Biz”in deneyimlenebileceği önemli bir alan değil mi? Bir stara eşlik eden topluluktan farklı olarak yani.

İlk albümünüzün adı Ölümden Önce Bir Hayat Vardır. Bir şarkıda geçen “Biz Ölmeden Önce de Bir Hayat Var mı” ifadesine bir cevap sizin albümünüze koyduğunuz bu ad. Bu doğrudan varoluş meselesiyle ilgili. 1983 yılını düşündüğümüzde, bu önemli bir sorunsal, gündemde olan bir meseleydi. Bugün aynı sorunsal, daha da derinleşerek sürüyor aslında. Ne dersiniz?

Ayşe: Katılıyorum.

Saruhan: Belli bir hayat tarzının egemen kılınmaya çalışıldığı ve bunun da giderek daha acımasızca yapıldığı bir çevrede yaşamaya çalışıyoruz. Çözümümüz, kimliğimizi, hayatı kavrayış biçim ve tercihlerimizi topluca ortaya koymak, bu konuda umutlu olmak, umut aşılamak olmalı. Kendi "habitatımızı" var kılmak, korumak, geliştirmek, çekici, cezbedici olmasını sağlamak, genişletmek zorundayız. Aksi halde neler olacağını düşünmek istemiyorum.

Timuçin: Derinleşerek mi sürüyor, bilemiyorum. Bana daha ziyade süregiden bir mücadele var gibi geliyor, "zenginlerle yoksullar, kadınlarla erkekler, siyahlarla beyazlar vb." arasında (bkz. Leonard Cohen'in "There is a War" şarkısı).

Çook Alametler Belirdi albümü sizin en çok konuşulan albümünüz oldu. Sözleri şair- yazar Meltem Ahıska’ya ait olan “Sappho ile Konuşma” adlı bir parça da var albümde. Sappho’nun sizin için özel bir anlamı var mı?

Saruhan: Sappho, M.Ö. 600'lü yıllarda yaşamış antik Yunan şairi bir kadın. Eserleri ve hayatı hakkındaki bilgilerimiz birbirinden kopuk parçalar halinde. Bunların arasında benim için en anlamlı olanı, yerleşik ataerkil düzenin hoyrat gücü ve zorbalığına karşı durması...

Timuçin: Benim için özel anlamı, Meltem'in "Sappho ile Konuşma"ya karar vermesi, Bülent'in de (Somay) bu konuşmadan yola çıkarak, farkında olmadan Nikris makamında bir beste yapması. Gruba en başından beri çok yakın olan, birçok şarkımıza söz yazan Meltem'e sordum: "Neden konuştun Sappho ile?” Meğer bir süre önce İzmir'deki Caz Kedisi dergisi de sormuş bunu ve onlara şöyle bir yanıt yollamış: "80’li yıllarda bol bol şiir çevirisi okuyordum, çeviri meselesi kafamı çok meşgul ediyordu. Bir yandan sevdiğim çeşitli şiirleri yayımlama gayesi olmadan Türkçe’ye çevirmeye çalışıyordum, bir yandan da kendim bir şeyler yazıyordum. Bu arada karşıma Cevat Çapan’ın Sappho çevirisi çıktı, çok uzak bir dünyanın sesi gibiydi, ilişkilenmek kolay değildi ama çok etkileyiciydi. Askeri darbenin getirdiği o derinlemesine tahribat ortamında, seslerimizin bizden zorla kopartıldığı korkunç bir dünyada yaşamaya mahkum edilmişken, Sappho’nun yüzyıllar öncesinden gelen şiirlerinde, doğayla kurulan bambaşka bir ilişkililik hali, var olan tanımlarımızın ötesinde vücud bulan bir aşk vardı. Bu dünyanın lirik imgeleri uzak da olsa bugüne bir ses gönderiyordu. Bu sese kendi dünyamdan bir karşılık verme isteğinin sonucuydu herhalde “Sappho ile Konuşma.” Çapan’ın çeviri kitabından bazı satırları alıp onları kendi cümlelerimle yan yana getirmeye çalıştım. Bu konuşma benim için yaşadığımız baskıcı “zamanı aralamanın”, başka bir zaman yaratabilmenin umuduydu, diye düşünüyorum. Ama kaybolmuş lirik bir dünyanın ihtimallerinden beslendiği kadar, içinden kolayca sıyrılamadığım zamanın çığlıklarını da taşıyordu. Sonuçta çok güzel bir şekilde şarkılaştığında, dinginlik, umut ihtimali ve çığlık, geçmiş ile şimdiki zaman, benim yazarken düşünemediğim bir şekilde yepyeni bir sese kavuştu."

1990 yılında yayınlanan Plastik Aşk en son albümünüz. Darbenin izleri en yoğun olarak bu albümde hissediliyor. Polis, albay, asker, sokak sözcükleri çokça geçiyor şarkılarda. Sokağın tekinsizliği evin tedirginliğine yansıyor. Özellikle 1981 ve Bildiklerimiz şarkılarında geçmişteki baskının ağırlığı, yasaklar, kısacası dönemin tüm ruh hali verilmiş. 90’ların ruhu, gündelik meselesi de var şarkılarda. O gün bildiklerimiz bugün bildiklerimizden daha mı net?

Ayşe: Bir nevi… Daha doğrusu, o zaman hikâyenin daha azını biliyorduk, devamını öğrendikçe ortalık gittikçe karışmaya başladı. Herhalde tamamına yakınını öğrenmedikçe rahat edemeyeceğiz. Bildikçe aslında insan ne kadar bilmediğini de anlar ya, onun gibi. Tarihi anlamaya çalışırken önümüzde katmanlar beliriyor, üsttekini kazıdıkça hep altından başka bir şey daha çıkıyor. Mesela aile tarihimizi anlamaya çalışırız ya, "annem o zaman niye öyle davranmış ki?" derken nenemizin yaptığı şeyi öğreniriz, tam "aaa meğerse nenem yüzündenmiş" diyecekken bu sefer de büyük dayımızın nenemize olan tutumunu öğreniriz, hikaye gittikçe daha çok karışır. Tarih hakkında net kararlar verebilmek zor, tarih aceleyle anlaşılabilecek bir şey değil, hele ki Orta Doğu'daysak..

Saruhan: O gün "bildiklerimiz" en azından bize daha net geliyordu. Çünkü "bilgi" daha basitti. Sadece kısıtlı medyadan görüp duyduklarımız, biraz da eş-dost ve arkadaşlardan öğrenebildiklerimizden oluşuyordu bilgi. Daha kapsamlı bilgi kanalları o zamanlar henüz yoktu, olanlar da 80 sonrası ya yasaklanmış ya da şiddetle sansürlenmişti. Bu sığ bilgi havuzunda neyle mücadele edeceğimiz bize daha belirgin gözüküyordu. Bugün, bilginin çok daha kapsamlı olabildiği şu ortamda, aynı netliğe ulaşmak sanılanın aksine daha fazla çaba gerektiriyor. Üstelik artık her şeyin nicelikle, çokluk ve adetle, internette aldığı "like"larla ölçüldüğü şu "global" dünyada kendi yaşam alanlarımızı yaşatmak biraz daha zor sanki. Tedirginlikler biraz biçim değiştirmekle beraber hâlâ gündeliğimize hakimler...

Timuçin: Bir başka söyleşide de geçmişti bu konu (Express, Ekim 2018). Bu yılın başlarında, çalışacağımız parçaların seçimi sırasında Bildiklerimiz şarkısı da gündeme gelmişti, ama ona şimdi girişmeyelim demiştik. Belki yakında onu da çalışırız, henüz bilmiyorum. Ben de bunu sözlerin yazarı Meltem’e sormuştum o zaman. "Gerçekten de sözler ne kadar güncel; baskı, yasaklar, genel ruh hâli vb. Sırrı ne bunun?" demiştim. Şöyle değerlendirmişti Meltem: “Çarpıcı bir devamlılık var çünkü. 12 Eylül darbesi ve onunla birlikte gündeme gelen siyasi, ekonomik, kültürel ve hatta öznel alanlardaki tahribat bugün derinleşerek sürüyor; hasarın etkileri topluma daha derinden nüfuz etmiş durumda. Ama belki büyük bir fark da var, o dönem ‘bildiklerimiz’ bize dehşet veriyordu, yadırgatıcı bir etkiye sahipti. Bugünse bunlar o kadar normalleşti ve kanıksandı ki, biliyoruz ama bildiklerimizi söylediğimizde pek bir etki yaratmıyor. Leonard Cohen’i anarsak, herkes biliyor teknenin su aldığını, herkes biliyor kaptanın yalan söylemiş olduğunu… Yani biliyoruz da…”

Bülent Ortaçgil’in Oyuna Devam şarkısını da yorumladınız. Kendi kuşağınızın umudu, beklentileri, değerleri olarak da yorumlayabilir miyiz sizdeki duygusunu? Ya da ortak duyguyu taşıyanların mücadelesi olarak da değerlendirmek mümkün mü?

Ayşe: Şarkı, "Yorulduk da, yenildik de, kaybolduk da, kaybettik de, hatta sorduğumuz soruların cevabını da bulamadık, ama olsun oyuna devam!" diyor. Biraz hüzünlü bir direniş şarkısı gibi, "umutlu olmaktan daha başka ne yapabiliriz, kaybettiğimiz şeyler oldu, ama biz umudu kaybetmeyelim" der gibi. Bence de umut çelişkisiz, çatışmasız bir duygu değildir, bize hayatın hediyesi de değildir. Umut, hayatın sundukları, karşımıza çıkarttıkları üzerine büyük ölçüde bizim kendi gücümüzle eklediğimiz şeyler sonucu oluşur.

Saruhan: Güzel ve yerini bulmuş bir yorumlama için öncelikle o parçanın yorumcuya hitap etmesi gerekir. Ortaçgil'in "Oyuna Devam" şarkısı duygu olarak bana çok hitap eder. Öyle ki

hâlâ her dinlediğimde boğazım biraz düğümlenir. Sanki hayatımızdaki tüm çabaların, olabilenlerin, olamayanların bir muhasebesi gibi gelir bana. Gözleri biraz dolu bir umuttur bize telkin ettiği. Her şeye rağmen çabaya devam...

Şarkıda geçen oyun kavramının çocukluğa da göndermesi var. Çocukluktaki oyunlarla gündelik hayatın içindeki oyunlar aynı değil. Ama çocukken de oyunu bozanlar, kuralına değil, kralına göre oynayanlar vardı, değil mi?

Saruhan: Bu sorunuz bana "adam olacak çocuk" deyimini hatırlattı. Çocuklukta neredeyse her türlü davranış, büyükleri örnek alıp taklit ederek oluşur, biçim bulur. Yani, aslında çocuk bazen kaçınılmaz olarak çevresi neyse o olur. Bence bu genellemeye uymayıp kendi kişiliğini oluşturmayı becerebilen çocuklar bu dünyayı daha iyi bir yerlere taşıyabilecekler.

Mozaik bundan sonra tekrar bir albüm çalışması için bir araya gelecek mi? Ya da bir konser var mı tekrardan yakında?

Ayşe: İlk soruyu bilmiyoruz, ancak evet konserler vereceğiz, müsait olabildiğimiz aralıklarla.

Saruhan: Konser çalışması zaten gündemimizde. Eski parçalarımızın büyük kısmı el değmemiş şekilde yeniden seslendirilmeyi bekliyor. Yeni besteler, yeni albüm çalışması olabilir mi, bunu bize ancak zaman söyleyecek. Gelişmeleri biz de merakla izliyoruz...