Mathilde Melek An: Burası sanatçıları davet ettiğim bir laboratuvar

Mathilde Melek An, tarihi kendi kimliği üzerinden yorumlarken yarattığı personaları çeşitli kültür kodlarıyla besliyor. Bu kodları, kendi hazırladığı kostümler ve model olarak kullandığı bedeninin üzerinden performans, video ve fotoğraflarıyla izleyiciyle paylaşıyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Tarihin bugüne dair söylediklerini dinlediğimiz kadar anladık. Sınır çizen zihniyetin sınıflandırdığı kültürler üzerinden farklılık sandıklarımızı okumaya devam ediyoruz. Mathilde Melek An’ın ailesinden gelenlerle filizlenen geniş fotoğraf arşivini karıştırırken mekân ve zamanın ötesinde birbirine benzer kompozisyonlarla karşılaşıyoruz. An’a göre Cindy Sherman’ın, Marliyn Monroe’nun, annemizin mirasıyız. Pozun her köşeye sirayet ettiği bugün, o bakışı kimden aldığımızın cevabı sonsuz. Belki de o yüzden ilk selfieden bugüne değişen pek bir şey yok. Sanat ise bir yandan mirastan beslenirken bir yandan ona karşı mücadelesine devam ediyor.

Mathilde Melek An, tarihi kendi kimliği üzerinden yorumlarken yarattığı personaları çeşitli kültür kodlarıyla besliyor. Bu kodları, kendi hazırladığı kostümler ve model olarak kullandığı bedeninin üzerinden performans, video ve fotoğraflarıyla izleyiciyle paylaşıyor. Çekimlerini Kapadokya’da gerçekleştirdiği performans ve video çalışması “Golddess”, sanatçının bedenini model olarak aldığı ve çeşitli kültürlerden referans alarak kurguladığı yeni bir persona. “Golddess”ın yakın bir zaman önce Atina’nın sokaklarında dolaşmış olması üzerine, performansın detaylarını ve izleyiciyle buluştuğu noktaları konuşarak söyleşiye başlıyoruz.

fulya11

“Golddess”ın Atina’da video gösterimi ve gerçekleştirdiğin performans süreci nasıl geçti?

Videoyu Atina’da “Visions-V_Ideas, Performances” festivalinde Beton7’de gösterdim. Aynı zamanda aynı kıyafetle persona performansı yaptım. Performans boyunca oradaki bölgeyi gezdim, çevredeki insanlarla karşılaştım. Esas ilginç kısmı da oydu. Bir saat boyunca dışarıda bambaşka bir kimlik altında insanlarla iletişim kurdum. Önce festival alanında sanatçılarla karşılaştım. Videoyu gösterdiğim noktada seramik bir kap içerisinde pigmentler vardı, onları yere atmaya başladım. Ardından civarda bulunan epeyce kiç bir kuaföre makyaj yapmak üzere girdim. Tanrıça gibi girip makyajımı yaptım ve yola çıktım. Çocuklar önce ürkerek bakıyorlardı.

Sonra birkaç Türkçe kelime duydum, onlar da benim Türkçe bildiğimi anlayınca iletişime geçmeye başladılar. Küçük kızlar, babalarının omuzlarında, bana makyaj yapar mısınız diyerek etrafımı sardı. Ben de bütün çocuklara pigment sürdüm. Çok tatlı bir kız vardı, sürekli peşimde geliyordu. Tepkiler çok keyifliydi. Kahvede oturan amcalar, balkon yıkayan teyzeler, herkesin merakla izlediği bir performans oldu. Ben bütün bunları yaparken festivaldekilerden ayrıydım. Sadece bir arkadaşım kameraya alıyordu. Ayrıca gece de festival çevresi için performansa devam ettim. Karanlığın içinden sarı bir tanrıça gibi çıkmış olmam güzel bir merak uyandırdı.

“Golddess” nasıl oluştu?

Bu yıl Atina’ya gittim ve mitoloji çalıştım. Zaten küçüklüğümden beri mitolojiyi çok seviyorum. Tanrıçalar, tanrılar hep çok ilgimi çekti. Altın bir tanrıça oluşturma fikri de hep aklımdaydı fakat nasıl başlayacağımdan emin değildim. Her zaman Kapadokya’da bir şeyler yapmak istemişimdir. Kapadokya, bana göre bambaşka bir gezegen. Tarihe ve mitolojiye baktığımızda tanrıçalar hep var. Bugün de din çok konuşulan bir konu. Ben de geçmiş tüm tanrıları bir tarafa bırakıp yeni bir tane yaratmaya karar verdim. 1994 yapımı Priscilla, Queen of the Desert diye bir film vardır. Filmde çöl boyunca kabare yapan iki performans izliyoruz, oradaki karakterden de esinlendim. Ama bunu yaparken izleyiciye bu tanrıçanın kim olduğunu, neyi sevdiğini, ne amaçladığını ya da adını dikte etmek istemiyordum. Bir tanrı ya da tanrıça, insanların iyiliği için değil midir?

O nedenle amaçsız bir tanrıça olmasına karar verdim. Amaçsız ve isimsiz. Kim olmak istediğine izleyici karar verecekti. Ben tüm kişisel hafızamı ve referanslarımı bu tanrıçada birleştirecektim, hangisinin öne çıkacağını da insanlar tercih edecekti. O yüzden üzerinde bu tanrıça için alternatif isimlerin yazdığı kâğıtları hazırladım ve izleyicilere dağıttım. Mesela biri adını Phoenicia (Phoenix-Felicia: filmdeki karakterin adi) koymuştu. Kim olduğunu bilmiyorum ama 90’larda yapılmış Avustralyalı bir filmden Atina’ya taşınan referansı yakalamış. Bir Ermeni çocuk vardı, Şahmeran mı yapmaya çalıştığımı sordu. Bazıları kâğıda sadece imza atmış, karalamıştı.

Gelecek her yoruma açık mıydın?

Tabii açığım. Sanat adına bir şey ürettiğinde, o şey yüzde yüz senin olmuyor ki! Atölyede kalırsa sadece dekorasyon oluyor. Sanat öyle değil, başka gözler için, paylaşmak için yapılır. Dolayısıyla bu tamamen bana ait diyemem. Bu yüzden hiçbir isim vermedim. Sadece tür belirledim, goddess değil golddess! İnsanlar o kâğıtlara hiçbir şey yazmayabilirlerdi de, zorunda değiller çünkü.

Kapadokya’daki çekim süreci nasıl geçti?

İki gün serindi, iyi geldi. Çünkü üzerimdeki kostümün her yerinde metal vardı. Güneşli günlerde çok zorluyordu. Projeyi, tüm kostüm yapımı ve diğer hazırlıklarıyla birlikte iki ayda hazırladım. Bir gün Kapadokya’da çekim yaptık, montaj da dört gün sürdü. Normalde daha çok zaman alırdı fakat her şey tek seferde oturdu. Bir de ses sanatçısıyla çalıştım, Danish Institut’dan Anna Samsoe. Onun bir performansını görmüştüm. Aynı zamanda net ve spiritüel bir ses sanatçısı. İki defa görüştük, o da iki günde gayet güzel bir ses yaptı video için. Bazen böyle denk geliyor.

Burası çok güzel detaylara sahip konumuyla ve güneşli terasıyla da içerisinde zaman geçirmeyi özendiren bir atölye. Ne kadar zamandır buradasın? Mekânı nasıl değerlendiriyorsun?

Burayı Türkiye’ye geldiğimde ailemle tuttuk. Önce kuzenimle kullanıyorduk. Burası da hem atölyem, hem dükkanımızdı. Sonra kuzenim gitti, tamamını ben kullanmaya başladım. Fakat bu haline son altı aydır kavuştu. Şimdi burayı sadece stüdyo olarak kullanıyorum. Bu stüdyonun bir sanatçısı olarak başka sanatçıları birlikte çalışmak için davet ediyorum. Çünkü buranın bir laboratuvar gibi birlikte projelerin yapıldığı bir yer olmasını istiyorum. Mesela şu sıralar sanatçı bir arkadaşımı davet ettim. İki aydır burada seramik çalışıyor. Buraya sanatçılar gelsinler, ne varsa paylaşalım, üretelim.

Taşınma sürecin nasıl gelişti?

Paris’te doğdum, üç yaşındayken Türkiye’ye taşındık. Burada anaokuluna gittim, beş yaşında Fransa’ya dönerek Normandiya’da yaşamaya başladık. Annemin akrabaları oralı. Babam Zonguldak’lı fakat son kuşak Ankara ve İstanbul’da okumaya gitmiş. Babam da İstanbul’dan Paris’e gidip orada yaşamış.

Ben şimdilik İstanbul’da yaşamaya devam ediyorum. Bu stüdyoyu tutunca kendimi İstanbul’a bağlamış oldum. Mezun olalı beş yıl oluyor, ürettikçe biriken işler için yer arıyordum. Burayı çok uygun fiyata bulduk, babamla ve halamla (mimar) birlikte sıfırdan üç ayda komple içini yaptık.

Buraya sadece bilgisayarla da çalışsam her gün geliyorum. Evden çıkıp buraya gelmek çalışmaya motive ediyor çünkü. Aynı zamanda showroom gibi de düşünebiliriz.

Kostümlerin yapılma süreci nasıl gelişiyor?

Hepsi benim üretimim. Ne zaman bir persona üretirsem, bütün kıyafetlerini, fotoğraf ya da videodaki sahnelerin kurgusunu, her şeyi ben yapıyorum. Burada dikiyorum.

Karakterleri nasıl belirliyorsun?

Onlar, geçmişteki kadın figürler. Bir ikon olabilir, mitolojik bir karakter olabilir, annem olabilir… Benden önceki tüm kadınlar olabilir. Kültürel kodları, sinema, edebiyat ve resimle yeniden yorumlamaya çalışarak fotoğrafa resim estetiğiyle yaklaşıyorum. Bir yandan performans videoları hazırlıyorum. Bazen bir eylemin fotoğrafı da olabilir, hem video hem canlı performans da olabilir.

Fakat bu işlerin otoportreyle kesişen tarafları yok?

Yok. Ben sadece bedenimi kullanıyorum. Kişisel kimliğimi kaybediyorum. Benim yüzüm, kim olduğum önemli değil. Bir beden var, onun üzerinden aksesuarlar ve pek çok malzeme ve formla işlenmiş kültür kodları var. Önemli olan bunlar. Zaten izleyenler de bundan bahsediyorlar. Hamur gibi düşünebiliriz, hamuru şekillendiriyorum. Vücudumu malzeme olarak kullanıyorum.

Modellerin hep kendin mi?

Başta başka kişiler de kullandım fakat o durumda bazen anlatmak istediğim hikayeler arka planda kalıyordu. O yüzden sadece kendi vücudumu kullanmaya başladım. Çünkü ne istediğimi biliyorum ve süreci kontrol altına alabiliyorum. Tabi bunun da kendi içinde problemleri var. Modelim varken kamera arkasına müdahale etmek çok daha kolaydı. Kamera önünde ise fotoğrafı çeken kişi çok önem kazanıyor. Çalıştığım insanlarla güçlü bir iletişim kurmam önemli, yoksa kontrol etmek zorlaşıyor.

Önce bir mekân bulup tüm dekorasyonu kendim kuruyorum. Pozisyonumu belirliyorum. Aklımda bir tablo oluyor, bazen üretirken başka şeyler de deniyorum. İlginç şeyler çıkabiliyor. Sonunda tek kalan iş deklanşöre basmak oluyor.

Fotoğraf veya video hangi yönleriyle ayrışıyor?

Fotoğrafla başladım. Fotoğraf duran bir görsel, video ise hareketli. Başlarda video işlerde montaj yapmıyordum. Uzun ve hareketli bir fotoğraf gibi tek çekim görüntüler kullanıyordum. Bir tek bu “Golddess” için montaj yaptım. Çünkü videoyu bir performansın tanıtım filmi gibi hazırladım.

Hangi kültür kodlarını daha sık kullanıyorsun?

Ben hafıza üzerine çalışıyorum. Kişisel hafızamı toplumsal hafızaya nasıl yerleştirebilirim? Kolektif hafızada ortak çok şey bulabiliyoruz. Mesela bu şapkayı Atina’da kullandığımda herkese garip gelen bir tarafı vardı. Fakat örneğin Türkler, bir şekilde bağ kurabildiler. Çünkü altın renginin bazı tanıdık çağrışımları var. Şapkanın formu da Anadolu’ya özgü bağlar kurmaya yardımcı oluyor. Ama bu şapka, benim ürettiğim yepyeni bir şey.

Yani hafıza üzerinden yeni formlar oluşturuyorsun.

Evet, bunlarla yeni bir arşiv oluşturuyorum. Çok geniş bir arşivim var, bundan çok besleniyorum. Bana göre fotoğraf çektiğin zaman yeni bir arşiv oluşturuyorsun.

Oryantalist hava taşıyan fotoğraflar (Odalık, 2012) nasıl ortaya çıktı? Nelerden esinlendin?

O işleri 2012’de yapmıştım. Türkiye’ye altı aylığına geldiğim bir dönemdi. Herkes “Muhteşem Yüzyıl”ı izleyip ondan bahsediyordu. Hiç tarihini bilmeyen insanların da diziye hayranlık duyması çok ilginçti. Dizi ayrıca pek çok ülkede de ünlendi. Bu fotoğraflarda kullandığım elbiseyi gelinlikle bağlantılı performanslarım için yapmıştım. Buna ayrıca kaftan yaptım. Her yerde satılan üç liralık Hürrem yüzüklerinden aldım. İnsanların geçmişten bir kültürü neden bu kadar ilgiyle takip ettikleri de ilginçti. Neden diye soruyordum kendime. Bu fotoğraf bir yönüyle Hürrem bir yönüyle de Fransız kraliçesi Marie Antoinette. Odalık ve kadın figürünün, pek çok sanatçı tarafından kullanılması da dikkatimi çekiyordu.

Ben de bu mirası devam ettirmeye karar verdim ve o personayı oluşturdum. Ayrıca Marlene Dietrich’ten etkilenerek bununla bağlantılı mavi tonlarda bir iş daha yaptım. Çalışmanın “Mavi Melek” ismi, Dietrich’in aynı isimli ilk filminden geliyor. Benim de ikinci adım Melek. Tarihten bir kadın ikonla kendi aramda bir bağ kurmanın yollarını aradım. Burada giydiğim elbise de Dietrich’in giydiği elbiselerinden biri. Aynısını diktim.

Fotoğrafa çok müdahalede bulunuyor musun? Yoksa her şeyi fiziki kurguda mı oluşturuyorsun?

Her şeyi ben yapıyorum. Kumaşları aileden, arkadaşlarımdan, çeşitli yerlerden topluyorum. Bazen arkadaşlarımın salonuna kuruyorum stüdyoyu. Tamamının komik bir tarafı var. Çünkü hepsi sahte.

mathilde11

Post prodüksiyon aşaması ne kadar sürüyor?

Çekimi yaptıktan sonra heyecanla hemen çalışmaya geçiyorum. Unutmamam gereken, aklımdaki şeyleri uyguluyorum. Sonra işi bir süreliğine bırakıyorum. Yetiştirmem gereken bir duruma göre değişebiliyor bu süre. Üzerinde bir ay ya da senelerce düşündüğüm işler de olabiliyor. Görüntünün ihtiyaçlarını anlamak için aklımda olgunlaşması gerekiyor.

Üretimlerinin sanat tarihiyle güçlü bir bağ kurduğunu söyleyebilir miyiz?

Evet, çok güçlü. Bu aileden bir miras aslında. Herkes tarihe tutkuyla bağlı. Babam antika koleksiyoneri. Halam, Trabzon ve Elazığ’da tarihi yapı restorasyonlarında bulunan bir mimar. Bu anlamda taşla da güçlü bir bağımız var. Erkek kardeşim arkeolojiyle çok ilgili. Aynı zaman antropoloji okudu. Ailemde sanat ve tarihin yeri çok önemli ve geniş. İki kardeşin de biri sanatı, biri tarihi tercih etti. Tabi ikisi birbirine köprüyle bağlı. Tarihe ve sanatın tarihine baktığımızda nasıl bir gelecek inşa edebiliriz? Bu soru her iki alan için de geçerli. Sahip olduklarımızı nasıl muhafaza ederiz?

Görsel ve arşiv üzerinde bu kadar çok çalışmamın sebebi de bu. Ya da zamana daha çok direnecek materyaller için özel bir emek harcamamın... Hiçbir şeyin kaybolmaması için uğraşıyorum. Bu görsellerin yayınlanması gelecek için yeni bir arşiv demek. Tarihi incelerken çağdaş bir vizyonla geleceğe katkılarını tartışmak gerekiyor. Dolayısıyla benim için arşiv konusu, prodüksiyon kadar önemli.

Çalışmalarının kurgu üzerinden gitmesi bu arşivi nasıl bir konuma getiriyor sence? Çünkü bunların kurgu olması geleceğe gerçeklik taşımıyor.

Önemli olan işin şimdiye ait olması. Bir kere gerçekleştiğinde, bugüne ait bir gerçek oluyor. Burada mesele, tarihi tekrar yorumlamaya çalışmak. Örneğin iki sene önce, su elementi ve ikon fotoğrafları üzerine çalışıyordum. O sırada, Marilyn Monroe’nun bitiremediği son filmini keşfettim. Sadece 35 dakikalık kısmı çekebilmişler, dolayısıyla ortada hikaye yok. Filmdeki sahnelerinde Marilyn Monroe gerçek değil, her şey kurgu. Her zaman bildiğimiz çocuksu ve seksi tavrını sergiliyor yine. Öte yandan biliyoruz ki o gerçek Marilyn Monroe değil. Adı bile gerçek değil. Ben o filmdeki gece çekilen bir havuz sahnesinden esinlenerek “M.M” isimli fotoğraf serisi oluşturdum.

M.M bir açıdan da Mathilde Melek. Fotoğraftaki poz, Marilyn Monroe’nun pozuyla tamamen aynı fakat onun cazibesinin tersine sönük. Serinin devamında, suyun yüzeyinde ölü gibi süzüldüğüm kareler de var. O fotoğraflarda Monroe’yu havuzda öldürerek, onu ekrandan klasik haliyle tanıyan kuşak için yeni bir sahne yaratmaya çalıştım. Çünkü gerçekte de Monroe ölüyor. Demek istediğim tarihi istediğiniz kadar yeniden yorumlayabilirsiniz. Bu fotoğraflar aynı zamanda Cindy Sherman’ı da çok çağrıştırıyor. Çünkü hepimiz Marilyn Monroe’nun Cindy Sherman’ın annelerimizin miraslarıyız.

Bence önemli olan etrafımızdaki şeyleri yorumlamak. Çocukluğumuzdan ergenliğe, büyümüye devam ettiğimiz her an izlediğimiz filmlerden, televizyon showlarından, kitaplardan, etkileşime geçtiğimiz her şeyden etkileniyoruz. Bizi, onlar oluşturuyor. Yetenek de buna dahil.

Cinsiyetin özellikle altını çizdiğini söyleyebilir miyiz?

Her şey cinsiyete bağlı. Ben erkek değilim, kadınım. Dünyayla kendimden çıkarak iletişime geçiyorum. Dünyayı kendi cinsiyetim üzerinden algılıyorum. Her zaman bunun ötesinde düşünmeye de açığım. Evet, işlerim feminen. Fakat benim yaşlarımda tanıdığım pek çok kadın sanatçı, feminizmin yanlış yorumlanmasından çok usandı. Feminizmin erkek cinsine bir öfke olarak algılanması yanlış. Feminizm, komşunla aynı haklara sahip olmayı istemek demek. Erkek ve kadın olarak birbirimizden farklıyız. Nasıl kardeşimizden farklıysak. Fakat bu aynı haklara sahip olmayı istemekten bambaşka bir konu. Sanatçı, kendi kimliğinden konuşur. Kadınsan, işlerinin feminen olması kaçınılmaz.

Fotoğraf arşivlerin hangi kaynaklardan besleniyor?

Fotoğrafları sahaflardan, aileden, arkadaşlardan, gezilerimden topluyorum. Fotoğraf arşivlediğimi görünce insanlar zaten bana eski fotoğraflarını vermek istiyorlar. Apayrı yerlerde, tarihlerde çekilmiş olmalarına rağmen benzer kompozisyonlara sahip pek çok kadın portresi, düğün kareleri var. Tarih içerisinde insanların bu kadar benzer şeyler yapması hafızayla ilgili. Yaptığımız şeyler, hep geçmişin mirası üzerinden ilerliyor.

Bu kişi albümleri üzerinden kolektif hafızaya dair pek çok çıkarım yapabiliriz. Örneğin 60’larda nasıl giyiniyorlardı, nasıl eğleniyorlardı? Arşivim aileden gelenlerle oluşmaya başladı. Babam güzel sanatlar mezunu. 25 yaşındayken annesini kaybetmiş ve Fransa’ya gitmeye karar vermiş. Giderken de öfkeyle bütün eserlerini ateşe atmış. Benim en genç halam arkadan gelip yarısını kurtarmış ve 30 yıl boyunca saklamış onları. Güzel sanatlara girdiğim için, halam bu kurtardıklarını bana verdi. Madem şimdi güzel sanatlar okuyorsun kullan bunları dedi. Babamın 60’lardaki pozları çok karizmatik, çapkın. Bütün çevresinin, okul arkadaşlarının, doğduğu şehrin, İstanbul’un Zonguldak’ın fotoğraflarını çekmiş. O dönemde üniversite okuyor. Yaptığı fotoğraflarda hep senaryo var. Bugün bile kim oyunculuk yapmıyor ki Instagram için!