'Sanatı baskıyla bitiremezsiniz, ancak satın alabilirsiniz!'

Kapatılan Özgür Gündem gazetesinin 1 günlük 'nöbetçi genel yayın yönetmenliği'ni yaptığı için hâkim karşısına çıkan Julide Kural'la sahnelediği Çehov'un Martı'sından günümüze uzanan sanatı ve hayatı konuştuk. Barış ve demokrasi diyenlerin, Kürt diyenlerin 'terörist' olarak damgalandığını söyleyen Kural, "Mesele şu; her zaman yöntemler aynı oluyor, aktörler değişiyor. Şiddet sadece şiddeti üretiyor. Bir arada yaşama kurallarını birlikte oluşturmalıyız" çağrısında bulunuyor.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - Türkiye zor bir süreçten geçiyor. Kaos, sıkışmışlık, kaygı, endişe, korku... Nefes alınacak yerler bile kuşatıldı adeta. Yüksek siyasetin dili topluma sirayet etti! Yazarlar, gazeteciler, vekiller hapishanede... Ama yine de hayatın bir yerinden tutunmak gerek. Tüm bu kaygının ortasında sanat kendi gücünü göstermeye devam ediyor. Müzisyenler şarkılarını söylüyor, dışarıda kalan yazarlar yazmaya devam ediyor ve en önemlisi tiyatro salonları dolup taşıyor. Umut yok diyenlere ‘Martı’yı öneriyoruz.

Şehir Tiyatrolarının yeni oyunu Anton Cehov’un Martı’sı Ümraniye ve Harbiye’de sahnelenmeye devam ediyor. Her iki sahnesi de dolu dolu geçiyor. Anton Çehov’un yazdığı Behçet Necatigil’in çevirisini yaptığı Yıldırım Fikret Urağ’nın yönettiği ‘’Martı’’nın oyuncuları ise, Ersin Sanver, Hakan Arlı, Jülide Kural, Kamer Karabektaş, Mert Asutay, Mert Aykul, Mert Tanık, Nazif Uğur Tan, Pelin Abay, Rozet Hubeş, Yeşim Koçak, Z. Bahar Çebi rol alıyor.

Oyun, Moskova'dan uzak bir çiftlikte bir araya gelen Aristokrat ailenin, çöküş içinde olan ve yeni değişimlere ayak uyduramayan bireylerinin taşrada geçen dramatik öyküsünü konu alıyor. Dünden bugüne uzanan hikayesiyle dikkat çeken Martı oyununun sonunda seyirci beklenmedik bir sonla karşılaşıyor!

8-17 Aralık 2016 tarihleri arasında Ümraniye Sahnesi’nde seyircinin karşısında olacak olan oyunda Arkadina’yı canlandıran Jülide Kural’la bir araya geldik. Çehov’un Martı’sından bugüne uzanan hayatı ve sanatı konuştuk.

Anton Cehov’un Martı oyununda oynayan Jülide Kural, “Tamamen iyiler ve tamamen kötüler yoktur, karakterler vardır Cehov’un oyunlarında. Bütün derdi de gerçeği aramaktır...” diyor.

MARTI, DEVRİMDEN HEMEN ÖNCE

‘Martı’ oyunuyla seyirci karşısına çıktınız... Çok eskiye dayalı bir Anton Cehov oyunu değil mi?

19.yy tam devrim öncesi... Ekim devrimi başlıyor. 1905 devrimine doğru gidiyor süreç...

Şehir Tiyatrolarında ilk kez mi oynuyor peki?

Şehir Tiyatrosunda İlk kez oynuyor. Bundan 20 yıl önce Kenterler oynadı bir ekiple.. Bu çok sık oynanan bir oyun değil. 30 -35 yılda 3. Oyun.

Cehov oyunları genelde zordur, Martı oyunu da zor oyunlarından, sık oynanmamasının nedeni bu zorluğu mu dersiniz?

Cehov’da durman lazım, duygulanman lazım... Cehov, hayatta dengeyi arayan, edebiyat lezzeti olan bir yazar. Bizim Ortadoğu toplumundan gelen yanımız var, duygu çok, acı çok, öfke çok. Cehov tam tersi, dengededir. Dolayısıyla Şehir tiyatrosu bugüne kadar bunu oynamadıysa nedeni Cehov’un en zor oyunu olmasıdır.

Yüzyıl öncesinin oyunu ama bugünü de anlatan bir yanı var...

Oyunun ritminde bugüne taşıyan pek çok şey var. Ben bugündeki bir kadını oynuyorum aslında. Bugüne dair sözü var oyunun elbette, ki yönetmenle de bugüne nasıl taşırız diye tartıştık, bu durumda oyunun daha gerçek kılınmasına katkı sağladı... Bugün baktığımızda insanlık geçiş döneminde bu da oyunda var; kim kaybediyor, neyi kaybediyor, kaybeden kim? Kaybederken farkında mıyız? O yüzden hiç kimse iyi ya da kötü değildir, tamamen iyiler ve tamamen kötüler yoktur karakterler vardır Cehov’un oyunlarında. Bütün derdi de gerçeği aramaktır. İnsanlar gerçeği görüyor mu? Her şey değişirken o gerçeği görüyor muyuz yoksa kapatıyor muyuz? Unutuyor muyuz? Sırtımızı mı dönüyoruz? Aslında oyunun derdi bu... Dolayısıyla tüm iyi edebiyat eserlerinde, tüm büyük yazarlarda olan evrensel bir yön var,; her dönemde kendini vareden insana özgü temel yapılar var, onu istersen yüzyıl sonra da anlatabilirsin... Çünkü özünde insan dediğin şey değişmiyor...

BASKI TEPKİYİ DOĞURUYOR

Her oyun da oldukça doluyor sahneler değil mi?

Bir tane müzikal oynarsınız dolar, ama Çehov’da bu kadar seyirci almak şu günlerde sanıyorum başıma gelebilecek en güzel şey. Tatmin, duygu, çok iyi gelen şeyler...

Demek ki tiyatro seyircisi azımsanmayacak durumda... Ne dersiniz?

Sanat en fazla saldırının olduğu, çelişkinin yoğunlaştığı, baskı dönemlerinin en yoğun olduğu dönemlerde kendini gösterir. Bir taraftan ağır darbeler alırken sanat, bir taraftan da tam tersini yaşar. Bizim oyun sanatsal değer taşıyan, seyirciye de iş düşüren bir oyun. Şöyle bir yan var; ne kadar baskı varsa, büyük etki yarattığınız zaman buna karşı tepki gelişiyor. Kimi zaman küçülüyor, kimi zaman bir noktada kendini gösteriyor.

julidekural3 Julide Kural, sansürün dizi sektörüne de yansımaları olduğu ve orada da belli isimlerle yol alındığı görüşünde.

Bütün hücreler kapatılmaya başlandığında başka bir yerde hepsinin toplu enerjisinin patlaması oluyor... Şehir tiyatrosunun seyirci karakteri var, eğlenmek isteyen de var fakat bir de başka türlü bakan, sanata, sanatçıya karşı varolan, bu basınca da direnç gösteren,yalnız bırakmayan bir kesim var. Bu çok heyecan verici bir şey. Biz oyunumuzda bunu görüyoruz.

Sanat bir yandan özgürleştiriyor mu diyorsunuz? Yani sanat kişi üzerinde nasıl bir etki yaratıyor?

İzleyici endişeyle geliyor olsa bile o sanatsal yaratı karşısında çok daha güçlü ayrılıyor oradan. Rahatlamış, başka bir yerde içine atıldığımız kafeslerin içinde çırpınan kuşlar gibi değil, martı gibi uçabilen özgür bireyler oluyorlar. Kendini iyi hissediyor. Sanatın en temel şeyi de karşılaştığında güç veriyor olması. Heyecan veriyor olması. Sanatın en temel işlevi kendi çizdiğimiz sınırlarımızın dışına çıkmasını sağlıyor olması... Bize dayatıldığı sınırların çok daha dışında.

Sanat günümüzde korkulan bir kavrama dönüşse de bir yandan da sermayenin eline geçmiş durumda, bunu nasıl yorumlarsınız?

Elbette... Tüm devletler, sistemler sanatı kontrol etmek isterler. Kapitalizm burada her zaman baskılama yoluyla bunu yapmaya çalışırken, sonrasında akıllıca bir yöntemle satın almaya başladı. Mesela Berliner Ensemble tarafından oynanan Bertolt Brecht oyunu ‘Üç Kuruşluk Opera’yı Eczacıbaşı getirdi; oyunun tüm amacı kapitalizmi yıkmaktı... Sistem neye dönüştüreceğini biliyor, devlet korkar özgürlüklerden ama denetim altına alabildiği her şey onun kontrolünde olduğu sürece iyidir... Bunu da en iyi yolla yapabilir. Çünkü sanatı baskıyla hiçbir zaman bitiremez. Baskı dönemleri sanatsal üretimin en fazla olduğu dönemdir. Bu nedenle en iyi yol satın almaktır!

‘Üç Kuruşluk Opera’ bir sınıf mücadelesini anlatıyor ama...

Orada başka bir sınıf var! Bu Brecht değil, güzel resimler var sadece, Üç Kuruşluk Opera değil... Bu bir milyon dolarlık opera... Dolayısıyla satın alındığı zaman onu üreten de yeniden biçimlendiriyor. Ama mutlaka onun karşıtı kendini üretir. Sanatsal yaratımın altında yatan şey insan içinde, vicdanında çeşitli biçimlerde varedebilir, seslerle, bedeniyle, sözleriyle... Gördüğü çelişkiden, o çelişkiyi anlatma ihtiyacından, rahatsızlıktan doğar sanat. O çelişki karşısında susamamaktan doğar. Susamadığı zaman yaratma ihtiyacı duyar... Kimi yazarak, kimi şarkılarla, biz de oynayarak anlatıyoruz.

HEP BİR YARIN VARDIR!

Tiyatro dışında çok bir yerde görmüyoruz sizi, dizi sinema vs... Bir nedeni var mı?

Bunu istemediğim için değil, yapı değişti. Orada da sansür var. O sansürün bize yansımaları oluyor. Belli isimlerle yol alınıyor. Toplumda biat edenleri istiyorlar, çok tehlikeli bence, geleceğimiz adına çok tehlikeli bir süreç başladı. Aman onu dersem, bunu dersem gibi kendi mesleğimize ihanet etme noktasına gelen arkadaşlarımız var.

Bu dönemde de maalesef bir araya gelemiyoruz, ama şunu yapabiliriz; insanın kendini koruması, onurunu koruması önemli. Sağlam durabilmek önemli, eninde sonunda geçecek bu günler, hep bir yarın vardır. Bedeli olsa da o bedeli göze almak gerekir. Sanat dediğimiz şey elle tutulur, gözle görülür değildir, duygu ile kalple yaparsın, kalbini kaybedersen artık sanat üretemezsin, kalbini satmışsındır.

Brecht’in bir sözü vardır “Açlık insan ahlakını yedirir” diye... Böyle bir süreçten mi geçiyoruz?

Öyle... Haksızlıkta yapmak istemiyorum herkesi aynı potaya koyarak. Üretim içinde olan arkadaşlardan biliyorum, kimisi şaşkın, örgütlü mücadeleyi tanımıyor, yalnız ve kimsesiz hissediyor; gelecekte yaptığı şeylerden çok pişman olacağını bildiğim insanlarda gözlemliyorum. Evine kendini hapsederek yaşamaya çalışıyor. İçinde çelişkiler yokmuş gibi davranarak, ben bu konuları konuşmuyorum diyerek... Bir süre sonra verilecek karar şudur; ya bendensin ya da teröristsin, bu kavram böyle bir hal aldı. Toplumda ilk büyük darbeyi kavramlara yaptılar.

Nasıl?

Barış dediğimiz zaman artık teröristsin, demokrasi dendiğinde, müzakere dendiğinde vs... Her muhalefet yaptığın zaman teröristsin. Toplum her bir farklı söylemde, her bir muhalif duruşta, bir tek insanın fikrinin dışında bir şey söylendiğinde terörle eşdeğer haline geldi ve ben bunu çok tehlikeli görüyorum!

Bu kavramlara zaman içinde alıştırıldık öyle değil mi?

Belli kavramları öyle bir hale getirdiler ki, normalleştirdiler. Yüzümüze karşı, hiç utanmayarak, yalan söyleyerek, yalan söylemenin kendisi de normal hale geldi. Değerler sistemi sarsıldı, eskiden de çok kötü dönemler yaşadık ama kişi yalan söylediği zaman, hırsızlık yaptığında, yolsuzluk yaptığında utanılacak bir şeydi... Artık konuşmanın bile anlamı yok... Tek bir şey var; tek adam var, ya bu adama biat edeceksin ya da teröristsin...

KÜRT DEDİĞİN ZAMAN TERÖRİSTSİN!

En büyük korkunuz ne?

En büyük korkum, insanların benim gözümde alçalması. Bizim ülkemizde sanat üreten insanlar Kemalist ideolojinin etkisiyle toplumdan koparıldılar. Bunların dışında tabii ki başka arkadaşlarımız da var ama azınlıkta. Sanatçı görünür olduğu için bu görünürlükte net tavır alan çok az insan var. Şunu da ifade etmek isterim: Bu ülkeyi çok seven biriyim. Yurtdışında yaşamak için çok fazla olanaklarım da oldu ama ben bu ülkenin dilini konuşuyorum, ben bu ülkeyi seviyorum. Bu kadar hızla düşmanlaşan, bir birini yok etmeye çalışan faşist bütün uygulamaları görüyorum ve çok üzülüyorum. Bu ülkede yaşayan bir kadınım, ömrüm boyunca insanları anlamaya, dönüştürmeye çalışmış biriyim. Gerçekten üzgünüm...

Siz tavrınızı her yerde belli eden sanatçılardan oldunuz...

Ben sosyalist olarak tanımlıyorum kendimi. ‘Martı’ oyununa gelen aynı fikirde değildir ama beni izliyor, seyircinin bana karşı yargısı oluyor... O yüzden de sanatçılar ideolojik olarak nerede durduğunu tarif etmez.

Bu durum anlaşılır değil mi sizce? İş kaybetme korkusu, tutunamama vs...

Devletin sunduğu ideolojik yapılanma içinde büyümüş kuşaklarda Kürt dediğin zaman terörist algısı ortaya çıkıyor. Bu dönemde de toprağın üzerinde sulanarak bu algının iyice çıkmasını sağlıyorlar. Görünür olanların üzerinde de tehdit var. Şu günlerde her şey olabilir... Bir parça Kürt sorununu anlamak, kavramak isteyen sanatçı arkadaşlar da tehdit ediliyor... Benim açımdan ne kadar tehdit edilirsem edileyim, inancım konusunda doğru bir yerde durmaya çalışırım, çok zor bir zemin şuanda biliyorum. Bu ülke bizimse sorunlar da bizim!

Bu sorunlarla baş etme yöntemi nasıl olacak peki?

Mesele şu; her zaman yöntemler aynı oluyor, aktörler değişiyor. Şiddet sadece şiddeti üretiyor, şiddet başka bir şeye dönüşmüyor. O yüzden biz de hep birlikte ortak yaşamayı becerebilmek için aynı olmak zorunda değiliz, hepimiz aynı düşünmek zorunda da değiliz. Hepimiz bir başımıza tekiz ama bir bütünüz. Bir arada yaşama kurallarını birlikte oluşturmalıyız. Bunu da birbirimizin farklılığına saygı duyarak yapabiliriz. Demokrasi de bundan farklı bir şey değil. Ama bunun için de önce basın özgürlüğünün olması lazım, kanallar kapatılıyor, gazeteler kapatılıyor...

Yurttaş olarak haber alma hakkımı savunuyorum, benim haber alma hakkım var ve tek bir insanın sözüyle bütün yapıların belirlendiği ülkede yaşamayı, böyle bir hayatı reddediyorum. Benim gibi düşünmeyen çok arkadaşım var, aynı fikirde değiliz ama sahnede birlikte üretebiliyoruz...

Sanatın böyle bir gücü var ama toplumlara baktığınızda ne düşünüyorsunuz?

Halk yoruldu, sosyolojik olarak bu yorgunluk birikir birikir önce bir yılgınlığa, umutsuzluğa dönerken insanlar aç kalmaya başladığında o zaman gör... Yılgınlığın bir noktası teslimiyettir. Ama bir basınç oluşur ve bir yerde patlar. Sosyolojik olarak başka karşılığı yok. Biz burada bu toplum hastalanmadan ne yapabiliriz, bütün tarihi süreç içinde iyi şeyleri toprağı atıp onun yeşermesine nasıl izin veririz? Sanatçı olarak yapabileceğim şey şu, dünyanın neresinde olursam olayım, mutlaka üretecek bir alan bulacağım. Ben bulurum! En büyük gücüm umudum...

Yeni bir oyununuz var mı?

Üzerinde çalıştığım oyun var ama Martı sezon boyunca oynayacak ki zor bir oyun zaten, o yüzden başka bir yere kanalize olamam. Martı’nın ağır sorumluluğu var. Belki burada seyirciye bir mesaj iletmek gerekiyor; Seyirci bizi ne kadar yalnız bırakmazsa biz de üretime devam ederiz... Onlar bizi yalnız bırakırsa biz de yalnız kalırız...