‘Mizaha çok büyük bir darbe vuruldu'

Sinema ve televizyon dünyasında önemli çalışmalara imza atan Gani Müjde, Duvar’a konuştu. Müjde, "Artık gazetelerde, televizyonlarda, mizah dergilerinde radikal bir mizah çıkmaz. Çıksa bile patron yayınlamaz" diyor.

Google Haberlere Abone ol

Aristoteles ‘Poetika’ adlı eserinde komediyi şöyle tanımlar: ‘’Komedi, ortalamadan daha aşağı, kötü olan karakterlerin taklididir. Bununla birlikte komediler her kötü olanı taklit etmez; tersine, gülünç olanı taklit eder. Bu ise soylu olmayanın bir bölümüdür. Çünkü gülünç olanın özü, soylu olmayışı ve kusura dayanır.’’ Aristoteles’in komedi anlayışının bugün de geçerliliğini koruduğunu düşünüyor musunuz?

Hayır, tabii ki! Tam tersini düşünüyorum. İnsanlar zayıflıklarla dalga geçerler ama güçlülükle de dalga geçilebilir. Aristoteles’in söylediği belki kendi dönemi için daha uygun veya kendi döneminin soyluları için ki Aristoteles’in birçok oyununda soylular da hicvedilir. Çünkü sadece zayıfın zayıflıkları üzerine kurulmaz mizah. Güçlünün de zayıflıkları üzerine kurulabilir.

Antik Yunan Tiyatrosu’nda trajedi yüksek tabakanın eğlencesi olarak kabul görürken, komedi alçak tabakanın eğlencesi olarak kabul görür. Bugün seyircinin komedi filmlerine olan ilgisi ortadayken bu durumun güncelliğini koruduğunu düşünüyor musunuz?

Tam tersini düşünüyorum. Yüzde yüz tersini düşünüyorum. (gülüyor) Daha iyi gelir grubu olan kişiler arasında komediye meyil artarken, özellikle yoksul tabakanın şiddet ve drama kaydığını düşünüyorum. Her ne kadar Recep İvedik’i seyrediyorlar gibi görünse de Recep İvedik’in asıl müşterisi de A-B Grubu diye tabir ettiğimiz gruptur. Nispeten eğitim ve ekonomik durumu daha iyi olan seyirci grubu o filmleri tercih eder. Bir toplumu anlamak için sinemaya bakmak yeterli değil. Sinema toplumun iki milyonluk kesimi içinde dönüyor. Ama televizyon öyle değil. Televizyon, toplumun tamamını kapsıyor. Televizyonda C-D Grubu’nun izlediği her şey dramdır. Hem de ağır dramdır. ‘Anne kaçırılır, babaya tecavüz edilir, çocukların hepsi aynı anda ölür tesadüf ki baba da o gün işten atılır, eve geldiğinde karısı onu terk etmiş olur filan…'

Komedi anlayışınızı kategorize eder misiniz?

Ben en çok durum komedilerini seviyorum ama herhangi bir duruma bakıp ‘ya öyle olsaydı!’ diye düşünüp oradan başka bir durum yaratmayı da seviyorum. ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ bu anlamda iyi bir örnek… Yani Türkiye Cumhuriyeti kurulmamış olsaydı da, daha küçük bir coğrafyada, Sevr’i de kabul ederek yaşasaydık… Şu anda ne olurdu? Onu çektim mesela. ‘Kahpe Bizans’ da öyle bir şeydir. Olmayan bir hikâyeyi anlatırım orada da. Türklerin Anadolu’ya gelişlerine Anadolu boylarına takla attırarak, biraz da Türk filmlerine gönderme yaptırarak anlatıyorum.

kahpe bizans filmi ile ilgili görsel sonucu Kahpe Bizans

Siz aynı zamanda kült bir olarak tarif edebileceğimiz ‘Arabesk’ filminin de senaristisiniz. Bugünden yazarlığını ve yönetmenliğini yaptığınız filmlerinize baktığınızda düşünceleriniz nedir?

‘Arabesk’ ve ‘Kahpe Bizans’ı yazdığım zaman dünyada şöyle bir akım vardı. Çok popüler olan filmlere, çok popüler olan öykülere göndermeler… ‘Arabesk’ Türk Sineması’nın aşk filmlerine bir göndermeydi. O çok başarılı olunca, dedim ki ‘elimde gönderme yapabileceğim ne tür bir malzeme var?’ Birden aklıma geldi: Tarihi filmler! Bunun en bilenen söylemi de  ‘Kahpe Bizans’ın Tohumu, Bizans Oyunları’ filan denilerek yapılan komedi, aksiyon ve hamasetin birbirine harmanlandığı Yeşilçam tarihi filmleri. ‘Kahpe Bizans’ da çok başarılı oldu ama sonra gönderme yapılan filmlerin devri geçti. O sırada ‘Osmanlı Cumhuriyeti’ fikri geldi aklıma. Orada artık kimseye gönderme yapamıyorduk. Belki bugüne bir gönderme… ‘Amerikalılardan aldığı güçle Osmanlı İmparatoru’na darbe yapan güçlerin hikâyesi...’ Ne kadar öngörülü olduğumu anlayın işte buradan. (gülüyor) Sonra dedim ki son bir gönderme sineması daha yapsam nasıl olur? Yeşilçam Sineması’na değil de kendi filmime bir göndermesi olsun. Yine Bizans’ta geçen bir hikâye olsun. Bir yerden bir yere gidenler var, zulüm görüyorlar filan. ‘Bizans Oyunları’ da benim en komik filmim oldu.

arabesk filmi ile ilgili görsel sonucu Arabesk

Yönetmenliğini yaptığınız üç film de komedi anlayışını ‘erk’ sahibi tarihi kahramanlar üzerinden şekillendiriyor. Gani Müjde’nin ‘erk’le bir sorunu mu var?

Kesinlikle var! (gülüyor) Ben gücü de sevmem, güçlü olanı da sevmem. Eşitliği seviyorum. Niye biri beni yönetiyor, onu bile kavramış değilim. Mizahçı gücü sevmez zaten, mizahçı güçlü olanı da sevmez. Şarlo’dan beri böyledir bu. Komedinin en büyük temel taşıdır Charlie Chaplin. Zenginlerle uğraşır, yoksullara yardım eder, polislerle uğraşır, ama her zaman yoksulu korur, zenginlerin arasına girdiğinde onlarla dalga geçer. Mizahın felsefesidir bu.

Yönetmenliğini yaptığınız her film, dönem filmi… Bunun özel bir sebebi var mı?

Görsel sanatların, özellikle de sinemanın hayal sattığını düşünüyorum. E.T. mesela… Uzaydan bir yaratık geliyor eve. Kaç kişinin evine uzaydan bir yaratık gelir ki? Spielberg hayal satıyor… Mesela bugün hayatta göremeyeceğin bir şey var. Nedir o? Tarih. Osmanlı İmparatorluğu’nu görebiliyor musunuz mesela? Kim sokağa çıkınca padişahı görebilir ki? Ama Muhteşem Yüzyıl’da, orada burada izlersin Kanuni’yi. Sokağa çıktığında birbirini seven iki kişinin ayrıldığını, acı çektiğini görebilirsin ama Kanuni’yi göremezsin. Mesela Bizans’ı görme ihtimalin var mı? Yok. Ben de onu gösteriyorum işte. Git bak surlara, tinerciler var orada. Ama filme çekildiğinde o surlarda Bizans İmparatoru’nu görüyorsun.

Sizdeki hayal satma arzusu karikatürist kimliğinizle de ilgili olabilir mi?

Karikatürist kimliğimin bana kattığı şey şu: sınırsızlık! Çizgi, sınırsızlıktır. Çizmek çok kolay ama aynı şeyi çekmeye çalışsanız tam olarak çekemezsiniz, gerçi dijital teknolojiyle kolaylaştı ama geçmiş dönemlerde bunu yapmak zordu. Tabi ki ‘Gırgır’ın olduğu dönemde mizah ortamı, bugüne göre çok daha demokratik ve özgürdü. Şuan da o kadar demokratik ve özgür değiliz ve çok şaşırıyorum. Kırk sene önce biz daha özgürdük mizah yaparken, bugün değiliz. Hatta on beş sene önce de öyle. On beş sene önce ‘Plastip Show’ vardı televizyonda. ‘Plastik Show’da başbakanlar, cumhurbaşkanları ve eşleri alaya alınırdı. Hiç kimse de televizyonun sahibini arayarak ‘bana bak, kaldır ulan onu, bak beş tane maliyecimi, altı tane hukukçumu, yedi tane savcımı gönderip seni derdest ederim’ demiyordu. Şu anda diyorlar ve bu mizaha çok büyük bir darbe vurmuş durumda. Mizahı çok geriletti bu durum ve kimsenin işine yaramadı. Ne var yani? İnternet üzerinden mizah patladı şimdi. Yasaklıyorsun başka bir yerden pırtlıyor. Kaç gün kesebilirsin ki interneti? İki gün sonra Amerika gelir ‘ne yapıyorsun lan, ben burada Iphone satıyorum, nereyi kesiyorsun’ diyerek tepene biner. Ekonomiyi çökertirsin… Artık gazetelerde, televizyonlarda, mizah dergilerinde böyle radikal bir mizah yok. Bu tür mizah çıkmaz artık televizyondan. Çıksa bile patron yayınlamaz. ‘Ya şimdi papaz mı olacağız baştakilerle’ der. Nerden geldik biz buraya ya…

Karikatür ve hayalden bahsediyorduk…

Hah, işte! Karikatür ve hayalden bahsediyorsak eninde sonunda gelip siyasete dayanıyorsun. (gülüyor)

Yeşilçam komedi anlayışı ki siz Ertem Eğilmez ile de çalıştınız, bugünün sinema ve dizi komedi anlayışı arasında ne tür farklar var?

O dönemin sineması daha özgürdü. Bugün Hababam Sınıfı’nı dizi olarak çekemezsiniz. Milli Eğitim’in hiçbir okuluna giremezsiniz. Ben bir tane dizi çektim. Üsküdar’da bir tane okulda, kadının adını da unuttum, unutmak istiyorum herhalde, satır satır üstünü çizerdi senaryonun. Müdürün hayalarına top geliyor, bu sahneyi çekemezsiniz filan diye… Sana ne kardeşim! ‘Olmaz böyle şey, yapamazsınız’ diyordu. İşte neymiş, müdürler rüşvet yemezmiş filan diye engelliyordu. Oysa Hababam sınıfında müthiş bir anlatı özgürlüğü varmış. Üçkağıtçı bir öğretmen de var, gözü görmeyen bir öğretmen de var, İnek Şaban da var… Dolayısıyla ben komedinin daha özgür olduğu yıllar olarak görüyorum o yılları.

150 dakikalık bir dizi ‘komik’ olabilir mi?

Olamaz! Kim ‘ben 150 dakikalık dizi yapıyorum, her bölüm çok komik’ diyorsa yalan söylüyordur. Zaten o yüzden de zaman zaman drama, zaman zaman da trajediye bulayarak yeni bir şekil veriyoruz yaptıklarımıza. Komedi kısa ve vurucu olmalı. Hele ki şimdi… İnsanlar youtube’tan, vine’dan kısa kısa komediler seyrediyorken, insanlara 150 dakikalık komedi seyrettirmenin hem anlamı yok hem de demode bir şey olduğunu düşünüyorum. Dijital çağ başlayınca bitecek bu ızdırap inşallah…

Sinema- edebiyat ilişkisinin güçlü bir bağa sahip olduğunu düşünüyor musunuz? Sizce yönetmen ya da senarist olmak isteyen biri kimleri okumalı?

Sinemacının edebiyatı bilmesi gerekiyor tabi ki. Roman ve öykü uyarlaması meselesi sıkıntı ama... Lütfi Akad okulda hep derdi: ‘Roman uyarlamalarından kaçının, çünkü insanların onu okurken hayal ettiklerini yakalayamazsınız.’ Ben mesela romanlardan uzak durumum. Hep elim gider, ah bu romandan ne güzel film olur derim ama o anda milyonlarca kişi onu okumuş olur.gani2

Hitchcock bir roman okuyup filme çekebileceğini düşündüğünde, o kitabı tüm eyalette toplattırıyormuş.

Niye?

‘Kimse okumasın da filmini yapayım’ diye.

(gülüyor) Akıllıcaymış.

Siz aynı zamanda Mimar Sinan Üniversitesi Sinema- TV Bölümü mezunusunuz. Sinema okullarında verilen sinema eğitimini yeterli buluyor musunuz?

Ben çok şanslıydım. Metin Erksan, Lütfi Akad, Halit Refiğ, Atıf Yılmaz, Duygu Sağıroğlu, İlhan Arakon gibi hocalardan eğitim aldım.

Barcelona gibi kadroymuş…

Tabi canım, bir Messi eksikti. (gülüyor) Dolayısıyla böyle insanlardan eğitim alınca insan bir farklı oluyor. Çok değerli şeyler öğrendim. Ama o değerli bilgiler hiçbir üniversitede yok bugün. Mimarlıkta veya mühendislikte var mı o kadrolar bugün? Cumhuriyet, çok güzel kadrolar yetiştirmişti bir dönem. Onlar gitti işte. Şimdi şeyler geldi işte, neyse konuşturma beni!... Üniversite kadroları kötü ve bundan sonra daha da kötü olacak. Türkiye’nin tek kurtuluşu, yurtdışına çıkan beyin göçünün bir gün tersine dönmesidir. Çünkü bu inşaat müteahhit ekonomisiyle uygarlık da bir yere kadar.  

Sinema toplumsal duyarlılıkları gündeme getirme açısından işlevsellik taşır mı? Bir yönetmen için siyasi koşullanma ve vicdan, bir sinema filminin tam olarak neresinde yer alır?

Taşımalı. Eğlence sinemasında olmama rağmen söylüyorum bunu. Her şey için vicdan şart! Yumurta satıyorsan da vicdan şart! Aralara kötüleri kakalamadan satman lazım mesela… Gazeteci için de şart, siyasetçi için de. Vicdansız insanların Türkiye’yi ne hale getirdiklerini görüyoruz. Sinemacı vicdan taşımalı… Objektifini mağdurlara, güçsüzlere çevirmeli…

Bir yönetmenin gözünden yapımcı kime nedir? Yapımcı, set öncesinde, sette, set sonrasında ne iş yapar? Yönetmene karşı sorumluluğu nedir? İyi bir yönetmen- yapımcı ilişkisi nasıl olmalı?

Yapımcı, parayı veren, projeye inandıktan sonra da yönetmeni hayalleriyle baş başa bırakan insan olmalı. Yapımcı, pazarlama aşamasında çokça yer almalı. Çünkü bir filmi çekmek yetmiyor. Filmi duyurmanız lazım. Duyurdunuz, nasıl salon alacaksınız? Salon aldınız diyelim, sinema sahiplerini çift salona nasıl ikna edeceksiniz? Bütün bu problemleri çözecek yapımcı iradesi gerekiyor. Yapımcı şu değil yani; filmi yaptım, bu film nasılsa seyredilir. Yok artık böyle bir şey!

Etkilendiğiniz yönetmenler var mıdır, varsa kimlerdir? En beğendiğiniz yönetmen kimdir? En beğendiğiniz film nedir? Bir filmin tek bir sahnesi çekmek isteseydiniz bu sahne hangi filmin hangi sahnesi olurdu?

Woody Allen’ı, Giuseppe Tornatore’yi, Almodovar’ı çok seviyorum. Türkiye’de Yavuz abinin (Yavuz Turgul’un) sinemasını beğeniyorum. Türkiye’de usta olarak görebileceğim o vardır. Keşke Nesli Çölgeçen de daha çok film çekseydi… Zeki Demirkubuz’un sinemasını severim. Eğlenceli sinema olarak baktığımda, kendi sinemamı seviyorum. (gülüyor) Artık zaten yönetmen sineması yapıyor diyebileceğimiz çok isim sayamam. Belki Burak Aksak deniyor… Mesela ‘Düğün Dernek’ten emin değilim, bir yönetmen sineması mıdır, yoksa oyuncu sineması mıdır? Onu zaman içinde göreceğiz. Ama benim bir numaramda Giuseppe Tornatore vardır. ‘Cennet Sineması’nı ya da ‘Herkesin Keyfi Yerinde’yi keşke ben çekseydim diyebilirim.

Bir Fenerbahçeli olarak soruyorum. Son zamanlarda nasıl görüyorsunuz Fenerbahçe’nin durumunu?

Fenerbahçe yönetiminin yıprandığını düşünüyorum. Aziz Yıldırım’a çok saygı duyuyorum. Duruşunu da seviyorum. Fenerbahçe için çok iyi işler yaptı. 3 Temmuz sürecinde Fenerbahçe’yi çok güzel yönetti. Fenerbahçelilik duygusunun çok güzel bir duygu olduğunu hissettirdi bize. Ama artık yıprandı. Çok şerefli bir köşeye çekilmesini öneriyorum. Tabi ki Ali Koç’un Fenerbahçe’nin başına gelerek, büyük hamleler yaparak, Manchester United gibi, Barcelona gibi büyük bir kulüp yapabileceğini düşünüyorum Fenerbahçe’yi. Büyümeye meyilli bir kulüptür Fenerbahçe. Fenerbahçe, şampiyon da olabilir, hiç değerli değil bu bizim için. Fenerbahçelilik ruhu daha önemli… Şampiyon olmayalım ama elli bin kişi o stada gidelim. Şampiyon olmak önemli değil. Başta da söylediğim gibi: Ben kaybedenin yanındayım.