Cohen'in hakkı yendi!

Nobel Edebiyat Ödülü'ne itiraz Türkiye'den geldi! Murat Meriç ödüle yönelik itiraz gerekçelerini ve tartışılacak taraflarını anlattı...

Google Haberlere Abone ol

Murat Meriç  [email protected]

Haber, önümüze öğleden sonra düştü: Nobel Edebiyat Ödülü’nü Bob Dylan aldı. Alır mı alır… Dylan bu, Tanrı da denilen. Pink Floyd’un davulcusu Nick Mason, bir söyleşide şunu söylemişti, Nobel’in ardından Çağlayan Çevik hatırlattı: “Tanrıya inanmıyorum ama bir tanrıya inanmam gerekseydi o Bob Dylan olurdu.” Nick amca, hislerimize tercüman! Dylan, sevdiğimiz. Ne yapsa kabulümüz. İyi bir şarkıcı değil belki ama çok iyi ve etkileyici bir anlatıcı. Her şeyden önce, şair. Nobel’i, hem de edebiyat alanında hak edenlerden.

Haber sonrası, tartışmalar başladı: Bir “şarkıcı”ya edebiyat ödülü verilir miymiş? Verilir elbet. Sınır ihlalinden söz edenler oldu ama her şeyin birbirine girdiği, sınırların ortadan kalktığı şu dünyada “sınır”dan söz etmek anlamsız değil mi? Bir edebiyatçı, Buket Uzuner, tartışmalara farklı bir yerden katıldı ve twitter üzerinden şunu sordu: “Bakalım kabul edecek mi?” Reddedebilir, en doğal hakkıdır. Bize eyvallah demek düşer. Dedim ya, Dylan bu: Hikmetinden sual olunmaz!

BAŞKASINA GİTSE ÜZÜLÜRDÜM

Aslında bu ödülün tartışılabilecek tek tarafı var: Cohen’in hakkı yendi! Şairse şair. Üstelik daha Morrissey var, Tom Waits var… Lou Reed’den falan söz etmiyorum bakın. Aklımız bir sürüsünde kaldı ama bence Cohen’in hakkı yendi. Ödülün Bob Dylan’a gitmesi güzel elbette. Başkasına gitse üzülürdüm. Cohen sevindirirdi anca. O zaman da “Dylan’ın hakkı yendi” derdim ama. Böyle bir şey.

Enteresan bakış açıları da var elbette: Dylan’ın Kağızmanlılığı üzerinden ilerleyen ve “Anadolu’ya üçüncü Nobel” başlığıyla haber yapan siteleri unutmamak gerek. Ödülün açıklanmasını müteakip düştü bunlar önümüze. Bununla övünmek güzel elbette ama ödülü memlekete mal etmek (en az Orhan Pamuk’un aldığı Nobel ödülünü reddetmek kadar) abes.

Dylan’ın şansından da söz etmekte fayda var elbette: Alameti farikası “Blowin’ in the Wind”, Türkçeye iki kere çevrildi. İlkini, Sabahattin Eyüboğlu dokunuşuyla Ruhi Su seslendirdi. Ölümünden sonra yayımlanan “Beydağı’nın Başı” albümünde karşımıza çıkan yorum, şaşırtıcı: “Ne kadar yol aldı bu insan, kim bilir / Daha ne kadar yolu var / Bu beyaz güvercin kıyıya varmadan /Ne dağlar, denizler aşacak / Bu toplar, ne zaman susacak, kim bilir / Bunları kime sormalı // Esen yel bilir, esen yel bunu / Esen yellere sor bunu.” Ruhi Su, sazına vura vura ve şevkle söylüyor şarkıyı! Hele bir yerde “dost” deyişi var ki, tadından yenmiyor…

ÖNCE RUHİ SU SONRA BİLGESU ERENENUS

İkinci çeviri, “Bir İrlanda Türküsü” adıyla, Can Yücel’in “Her Boydan / Dünya Şiirinden Çeviriler” adlı kitabında yayımlandı. Can Yücel, “çevirmen” değil de “Türkçe söyleyen” demeyi tercih etmiş… Joan Baez konserlerinin vazgeçilmez şarkısı, bu “çeviri”yle Bilgesu Erenus tarafından seslendirildi: “Daha kaç köyden sürülsün insan / Adam oluncaya dek? / Daha kaç derya dolaşsın martı / Bulsam diye bir tünek? / Daha kaç toptan atılsın gülle / Harp toptan kalkıncaya dek? / Cevabı, dostum, rüzgârda bunun / Cevabı esen rüzgârda…” Bu aralar, uzun zamandır aslında, barışa özlem duyuyoruz. Şu günlerde, gülleli soru, aklımızı alıyor. Sorular bitmiyor üstelik: “Daha kaç yıl kök salsın ağaç / Bahar açıncaya dek? / Daha kaç yıl kök söksün bu halk / Yerin bulsun diye hak? / Daha kaç aydın ışığı görüp / Görmezlikten gelecek? // Daha kaç can canından geçecek / Cana yetinceye dek? / Daha kaç el boş açılsın göğe / Göğermedikçe yürek? / Daha kaç teller kopsun sazlardan / Bu ses duyuluncaya dek?” Can Yücel’in muazzam Türkçesiyle sorduğu bu soruların hepsinin cevabı, “esen rüzgârda”. Bir bilgi daha vereyim: Can Yücel, “Shakespeare’den Brecht’e / Dünya Şiirinden Seçmeler” adlı kasetinde, “Blowin in the Wind”i okudu. Üstelik müzikli bir “okuma” bu ve sonu İngilizceye bağlanıyor! Buradan dinletmek zor, meraklısı bulsun dinlesin.

Şarkının, Bilgesu Erenus’un “Şarkılarımız” adlı albümünde kendine yer bulduğunu söylemiştim. Başında Nâzım Hikmet’in bir dizesi var: “Şarkılarımız varoşlarda sokaklara çıkmalıdır bizim…” Ne kadar da yakışıyor!

Gelelim, memleketteki şahane Dylan kitabına: Türkçedeki en kapsamlı Bob Dylan kitabı, Gökalp Baykal’ınki. Dylan’ın hayatını ince görmüş, ilmek ilmek örmüş, tatlı tatlı anlatmış Baykal. Kitap, “Bir Şarkı Irmağı” adıyla, 1985 yılında İmge Yayıncılık tarafından basılmıştı. Baykal, orada durmadı ve beş yıl sonra “Sonsuza Kadar Genç” (E Yayınları, 1990) adlı ikinci Dylan kitabını yazdı. 2003’te bu iki kitabı “bir”leştirdi ve “Bob Dylan” adıyla ve bu kez Everest Yayınları vasıtasıyla okura sundu. Dylan hakkında aklınıza gelebilecek her şeyi bulabileceğiniz bir Türkçe kaynak bu.

BİR DYLAN KLASİĞİ: SEYİRCİYİ GERMEK!

Hazır Baykal’ın kitabından söz etmişken, oradan bir anekdot aktarayım… 51 yıl öncesine gidiyoruz: Tarih, 25 Temmuz 1965. Newport Rock Festivali sahnesinde, Paul Butterfield Blues Band ile çalan genç Bob Dylan, konserin başlamasından kısa süre sonra seyircilerin ıslıkları ve yuhalamaları eşliğinde sahneden indirilir. “Başka türlü bir şey” denemektedir. Sözü Baykal’a bırakayım: “Genizden gelen sesi gibi sızlayan elektrik gitarı, siyah deri ceketi ve pantolonu, süslü gömleği ve postaları ile artık bir folk şarkıcısı görünümünde değildir. Ayaküstü bir grup toplanır ve hemen hemen hiç provasız sahneye çıkarlar. Doğru dürüst bir sound check bile yapılmamıştır. ‘Maggie’s Farm’ı rock and roll olarak çalarken, seyircinin büyük kızgınlığı ve tepkisi başlar. Neredeyse tamamı doğaçlama çalınan müzik berbattır, hatta kulakları tırmalamaktadır. Islıklar, yuhalamalar başlar. Zor bela ‘Like A Rolling Stone’ ve ‘It Takes A Lot to Lough, It Takes A Train to Cry’ çalınır. Sonuçta Dylan sahneyi uçarcasına terk eder ve kulise kaçar. Aslında grup olarak çalacak başka parçaları da yoktur işin garibi. Rezalet bir durumdur, ortalık fena halde negatif enerjiyle yüklenmiştir. Seyirciyi germek, bir Dylan klasiği olarak daha uzun yıllar devam edecektir.”

Yakın dönemde basılan bir başka kitap, sanatçının 1965 tarihli efsane albümü “Highway 61 Revisited” üzerine. Tam da festival zamanı yaptıklarını anlatıyor… Taze kanımız Kara Plak Yayınları tarafından basılan ve Burcu Uguz tarafından çevrilen kitabın müellifi, Mark Polizzotti. Bir albüm kitabı bu ama o yılların müzik ortamına yelken açabileceğiniz bir yolculuk aslında. Kara Plak, Dylan’ın otobiyografisi “Chronicles” için de adım attı. Umarım, en kısa zamanda raflarda görür, okur, hasret gideririz.

‘TEK KELİME ETMEDEN GİTTİ’

Kitap hâlâ yayımlanmadı ama Bob Dylan konusunda şanslıyız aslında: İstanbul’da üç kere izledik efsaneyi! İlk konserin tarihi, 24 Haziran 1989. Açıkhava Tiyatrosu sahnesinde, “Most Likely You Go Your Way (And ‘ll Go Mine)” ile başladığı konserini 21. şarkı olan “Maggie’s Farm”la bitirdiğinde dinleyicinin bir kısmı memnuniyetsiz: “Tek kelime etmedi, ‘merhaba’ bile demedi, geldi, şarkılarını çaldı ve gitti.” Memlekete ilk seferiydi ve henüz bir Dylan konseri tecrübe etmediğimizden kimilerinin sızlanması doğaldı. Sonrakilerde konuşmamasına, teşekkür etmemesine takılmadık, bilakis ikinci konserinde neredeyse geveze olmasına şaşırdık. Gerginlik her iki konserde de bakiydi. Bu kez cayırtılı bir gitar sesi ve ‘kötü müzik’ yoktu sahnede ama ‘huysuz’ Dylan yetiyordu. İlk konserde onu asık suratlı olmakla suçlayanlar ikincide ‘aceleci’ buldular. Şunu da duyduk: “Keşke gelirken biraz çalışsaydı, geldiği ülkede hangi şarkısının sevildiğini bilseydi ve repertuarı ona göre yapsaydı…” “Dünya bizim etrafımızda dönsün”ün bir başka tezahürü, “One More Cup of Coffee”yi sevenlerin aklı. Türkiye’de çok sevilen bu şarkının –ki Sertab Erener ‘cover’ı da vardır ve bir Dylan filminde kullanılmıştır– ustanın en sevmediği şarkılardan biri olması onların talihsizliği. Merak edip baktım, Never Ending Tour kapsamında verdiği 2500’ü aşkın konserde (sonuncusu 2009’da olmak üzere) sadece on kere söylemiş bu şarkıyı. ‘Bitmeyen’ turneden söz etmişken, ilk İstanbul konserinin bu turnenin ilk ayaklarından olduğu bilgisini vereyim.

İkinci Dylan seferinin tarihi mucize gibi: 31 Mayıs 2010. Konserden çıkışta, Gezi Parkı’na doğru yürürken, bundan tam üç yıl sonra aynı gece, oraya başka güzergâhlardan yürüyeceğimizi henüz bilmiyorduk. Dylan, şahane bir sürprizle çok yerde söylemediği “Rainy Day Women #12 & 35”le başladığı konserinde (yine uzun zaman sonra repertuvarına kattığı) “Masters of War”u söylediğinde tüylerimiz diken diken olmuştu o gece. Üç yıl sonra aklımızda yine o şarkı vardı ve 31 Mayıs sonrasında, Gezi direnişi günlerinde başucu şarkılarımızdan biriydi bu. Ara vermeden bitirdiği konserinde toplam 16 şarkı söyledi, repertuvarı dengeliydi.

NOBELLİ BİR ‘TÜRKÜCÜ’

Son konserin tarihi, 20 Haziran 2014. Repertuvar, yine farklı: İki yıl önce yayımlanmış “Tempest”in yarısından çoğu, önceki ‘yeni’lerden seçmeler ve kıyıda köşede kalmış güzeller… Sahnede, bildiğimiz, artık öğrendiğimiz Dylan vardı: Çatlamış sesi, şapkası ve bütün nemrutluğuyla… Aradan hemen önce teşekkür etmesi şaşırttı, eskileri yok sayması kimi dinleyicileri üzdü, ikinci yarıda enerjisinin düşmesi salonu da etkiledi ama ‘bis’te gönülleri almayı bildi usta: “All Along the Watctower”, konserin bomba şarkısıydı. Ayı zamanda İstanbul’da üç kere söylediği tek şarkıydı bu: İlk konserde başlarda söylemişti, ikinciyi bununla bitirmişti, üçüncüde bütün salonu ayağa kaldırdı.

Dylan, turnenin 25. yılında şehrimize üçüncü kez ayak bastı: Yaşadığımız sürede üç Bob Dylan konserine şahit olmak bir mucize gibi! Kim bilir, belki yine gelir, bu ke Nobelli bir “türkücü” izleriz. Onun Nobel’ine bıdı bıdı edenlere inat “şarkıcı” değil, evet!

Bob Dylan devrimci tavrını göstermeli!Bob Dylan devrimci tavrını göstermeli!