YAZARLAR

‘Kör Noktada’ kalmasın!

"Kör Noktada", yarışmada görebildiğim dokuz film içerisinde sineması en güçlü olanıydı kuşkusuz. Hem hikâye hem de görsel tasarımının oyuncaklı yapısı büyük bir risk içeriyor ama Ayşe Polat bunun altından ustaca kalkmayı başarmış. Üstelik filmin politik olarak da aldığı riskler var. Zor bir coğrafyaya, ağır bir tarihe ve riskli bir alana giriyor birçok bakımdan. Gözaltında kayıplara, Kürt sorununa ve 'derin devlete' uzanan bu riskli zeminin önemli bir kısmında sağlam yürümeyi başarıyor Polat.

42'nci İstanbul Film Festivali sona erdi ve sonuçları merakla beklenen ulusal yarışmanın yıldızı Ayşe Polat’ın yazıp yönettiği "Kör Noktada" adlı yapım oldu. Festival devam ederken, ulusal yarışmada yer alan filmleri mümkün olduğunca değerlendirmeye çalışacaktım ancak bazı kişisel nedenlerden dolayı ilk yazıdan sonra ara vermek zorunda kaldım. En azından bu haftaki köşeyi, "Kör Noktada" filmine dair düşüncelerimi ifade etmeye ayırayım.

Ayşe Polat, Almanya’da yaşayan ve ağırlıklı olarak orada sinema yapan bir isim, her ne kadar filmlerinin bir kısmı Türkiye’de geçse de… Dolayısıyla Türkiye’deki bir ulusal yarışmada filminin yer alması ve ödül alması tartışılacaktır. Tıpkı Netflix filmi olan "Boğa Boğa" gibi. Türkiyeli eleştirmenler, sinema gazetecileri olarak bu tartışmanın bir parçası olabiliriz tabii ama önce bu yeni durumlar karşısında festivallerin bakışının ne olduğunu açık etmesi, sektördeki meslek birliklerinin (yapımcılar, yönetmenler vb.) fikirlerini beyan etmesi yol gösterici olacaktır. 'Ulusal' bir festivalin nasıl olması, hangi filmlerin gösterilebileceği gibi sorunlar asıl olarak sinema bileşenlerinin önceliği çünkü. Bunların 'kör noktada' kalmaması önemli!

Filme gelirsek "Kör Noktada", yarışmada görebildiğim dokuz film içerisinde sineması en güçlü olanıydı kuşkusuz. Hem hikâye hem de görsel tasarımının oyuncaklı yapısı büyük bir risk içeriyor ama Ayşe Polat bunun altından ustaca kalkmayı başarmış. Üstelik filmin politik olarak da aldığı riskler var. Zor bir coğrafyaya, ağır bir tarihe ve riskli bir alana giriyor birçok bakımdan. Gözaltında kayıplara, Kürt sorununa ve 'derin devlete' uzanan bu riskli zeminin önemli bir kısmında sağlam yürümeyi başarıyor Polat. Özellikle de estetik olarak oldukça iyi.

Görsel ipuçlarından Kars olduğunu düşündüğümüz bir kentte Almanya’dan gelen belgeselciler çekim yapmaktadır. Gözaltında oğlunu kaybeden bir kadınla görüşürler. Ancak ekibin takip edildiğini daha ilk dakikadan anlarız. Alman ekibin çevirmeni Leyla, aynı apartmanda oturan bir ailenin küçük kızı Melek’e İngilizce dersleri verir. Melek’in babası Zafer ise 'JİTEM' mensubudur. Alman ekibe destek olan avukatın kaçırılması ve kızı Melek’in gördüğünü söylediği kimi şeyler Zafer’in ayarlarını bozar.

Film, farklı bölümlerle hikâyeyi başka açılardan anlatıyor. Ancak Polat’ın bu tercihinde Akira Kurosawa’nın "Raşomon"u gibi gerçeğin farklı yorumlanması gibi bir durum söz konusu değil. Gerçek burada tek. Sadece karakterlerin bu gerçeği nasıl yaşadığını farklı farklı estetik tercihlerle aktarıyor yönetmen. Alman ekibin bölümünde onların belgesel kamerası devreye girerken, Zafer’in hezeyanlarını kendi cep telefonundan görüyoruz çoğu zaman. Zafer’in eşi Sibel’i filmin gözünün yanı sıra eve yerleştirilen güvenlik kameralarıyla da takip ediyoruz arada sırada.

Ayşe Polat, yalnızca film için orada olan kamerayı değil, filmin konusu olan alanlardaki kameraları da işin içine katarak bu kadar çok göze rağmen olup bitenlerin 'kör noktası'nı sorgulatıyor izlerken. Bu oyuncaklı yapı, filmin kısıtlıymış gibi görünen hikâyesini de izlenilir kılmayı başarıyor. Bunda özellikle Zafer’i canlandıran Ahmet Varlı, Sibel’e hayat veren Nihan Okuyucu ve Melek’i oynayan çocuk oyuncu Çağla Yurga’nın payı büyük.

Ancak işçilikteki bu çarpıcılığa rağmen 'kör noktada' kalan bazı durumlar söz konusu benim açımdan. Öncelikle Zafer’in dönüşümüne ve bir anda 'nedamet' getirme hızına tam anlamıyla ikna olamıyoruz. Filmin kendi dinamiği içindeki süreçlerin böylesi bir dönüşümün bu kadar hızlı bir sürede olmasına dair yeterince ikna edici olamıyor. Ama buradan hiç ikna edici olmadığı sonucu çıkmamalı, 'yeterince olamıyor' yeterli bir ifade! İkincisi de bu ülkede benzer suçlara bulaşmış insanların 'pişmanlık' ya da 'nedamet' getirdiğine dair bir verinin elimizde bulunmamasından kaynaklanan tarihsel önyargımız tabii ki.

Ama benim açımdan 'kör noktada' kalan şey, film açısından da o noktada olanla aynı bir bakıma. Yani Melek’in gördüğü ya da gördüğünü sandığı şey. Çünkü bir süre sonra Melek’in kafasından bir şeyler uydurmadığını, geçmişte gerçekten yaşanmış bir şeyleri bildiğini anlıyoruz. Film bu durumu açıkta bıraktığı, izleyiciyi tatmin edecek bir yanıt vermediği için elimize iki seçenek kalıyor. Ya Melek’in içine 'iyi saatte olsunlar' girmiş, ya hayaletler görüyor. Polat, buradaki gizemi bilinçli olarak ortada bırakıyor ama bu tercih Melek karakterini (bu adın da bilinçli bir tercih olduğu belli) metafizik bir boyuta taşıyor. Bu gizemli hal, filmi izlerken bir hava katsa da bütün hikâyenin de altını oyan bir kara deliğe dönüşüyor kanımca. Çünkü hiçbir yere bağlanmayan bu boyuta dair geri dönüp bakıldığında ve Melek’in tavırlarının hikâyeye kattıkları düşünüldüğünde, keskin virajların dönülmesi için kolay bir aparat olarak kullanıldığını düşündürtüyor bu tercih.