‘Eski’ Türkiye’den ‘Yeni’ Türkiye’ye Doğu Akdeniz siyaseti

Türkiye’nin, Suriye ve Libya’daki iç savaşlara doğrudan müdahil olması ve başta Yunanistan bir dizi ülkeyle askeri gövde gösterisine girişmesinin ardından Doğu Akdeniz coğrafyasının, daha geniş bir bölgeye referansla önemini arttırdığını ve militarist söylem ve heveslere daha da açık hale geldiğini söyleyebiliriz. Oysa ne bölge dışından Fransa dahil birçok ülkenin katkıda bulunduğu militarist/şovenist eylemler ne de bölgede bulunan fosil yakıt yatakları bölge halklarının refahınadır.

Google Haberlere Abone ol

Alper Kaliber*

Bugünlerde Türkiye’yi yönetenlerin ağızlarından hiç düşürmedikleri ‘Doğu Akdeniz’ kavramıyla yatıp kalkıyoruz adeta. Heyecanlı siyasetçiler, Türkiye’nin kendisine yüzyıl sonra ikinci kez bu sefer Doğu Akdeniz’de dayatılan ikinci Sevr’i nasıl boşa çıkaracaklarını yüksek sesle anlatıyorlar. Art arda gelen NAVTEX ilanları, Türk ve Yunan gemileri arasında yaşanan dalaşlardan ve milliyetçilik dozu yüksek demeçlerden Doğu Akdeniz denen bir yerde heyecanlı bir şeyler olduğunu anlıyoruz. Değerli İlhan Uzgel hocamız, kısa bir süre önce bu mecrada, Gazete Duvar’daki yazısında Türkiye’nin son dönem Doğu Akdeniz siyasetinin, nasıl ‘aşırı askerileşmiş, herhangi bir çıkış stratejisi bulunmayan, ülkenin enerjisini emen bir çıkmaza doğru’ sürüklendiğini gayet özlü bir şekilde anlattı.(1) Türk Dış Politikası (TDP) ve/veya uluslararası ilişkilerle uzmanlık düzeyinde ilgilenmeyen birçok okur için Doğu Akdeniz yeni bir kavram olabilir. Lakin bu kavramın, Kıbrıs sorunu vasıtasıyla TDP sözlüğüne girişi, günümüzden çeyrek asır öncesine değin uzanıyor. Bu makalenin amacı, 1990’ların ikinci yarısından itibaren belirginleşen bir süreçte Doğu Akdeniz’in nasıl Türkiye’nin çıkar ve güvenlik beklentilerinin odağında yer alan bir bölge haline geldiğini anlamaya çalışmak.

BİR POLİTİK SÜREÇ OLARAK BÖLGELERİN TANIMLANMASI/İNŞASI

Çoğunlukla sanıldığının aksine bölgeler, sınırları önceden verili ve sabitlenmiş olan coğrafi yapılar değillerdir. Bölgeler, siyasal ve tarihsel koşullara göre, değişen ulusal çıkarlar, siyasi elitlerin çıkar algılamaları ve/veya iç iktidar mücadeleleri uyarınca yeniden ve yeniden tanımlanırlar. Örneğin Avrupa kıtasının nerede başlayıp bittiği halen bir tartışma konusudur. Sığınmacı akınları dolayısıyla adını son yıllarda sıkça duyduğumuz Lampedusa adası, en yakın diğer İtalyan toprağı olan Sicilya adasına 207 km. uzaklıktayken Afrika sahillerine yalnızca 127 km. mesafededir. Benzer şekilde Pantelleria, Afrika sahillerine çok daha yakındır; ancak coğrafi açıdan Afrika kıtasına dahil edilebilecek tüm bu Akdeniz adaları, politik ve tarihsel nedenlerle Avrupa sınırları içinde kabul edilirler. Aynı şekilde coğrafi olarak tastamam bir Orta Doğu toprağı olan Kıbrıs, kültürel, siyasal ve tarihsel gerekçelerle Avrupa’nın bir parçası sayılmaktadır.

Orta Doğu terimi, politik bir kavram olarak ilk defa Amerikan deniz stratejisti Alfred Thayar Mahan tarafından 1902’de Rus-İngiliz mücadeleleri bağlamında ve merkezinde Basra Körfezi’nin olduğu ve Arabistan’dan Britanya sömürgesi olan Hindistan’a değin uzanan bölgeyi tanımlamak için kullanılmıştır. Zamanla Orta Doğu teriminin, Amerikan ve İngiliz askeri planları bağlamında gittikçe yaygınlaştığı ve bölgenin sınırlarının bazı Asya ülkeleriyle Türkiye’nin bir kısmını da içine alacak şekilde tanımlandığı bilinmektedir. Belirli Avrupa kurumlarınca 1990’lardan itibaren kullanılan ve/veya icat edilen Batı Balkanlar bölgesinin tarihi ise çok daha kısadır. Batı Balkanlar, birçoklarına göre Güney Doğu Avrupa’yı ikame etmiş ve bilhassa Avrupa Birliği’nin genişleme stratejilerini ifade etmek amacıyla yaygınlaşmıştır. Sınırları diğer birçok bölge tanımında olduğu gibi tartışmalıdır. Örneğin, Türkiye ve Arnavutluk gibi ülkelerin bazı durumlarda Batı Balkanlara dahil edildikleri, başka bazı durumlarda bölge dışında sayıldıkları görülmektedir. Bir başka güncel örnek de son yıllarda yaşanan büyük göç dalgaları, iç savaşlar, istikrarsızlıklar ve petrol ve doğalgaz meseleleri bağlamında gündeme gelen ve bazı Orta Doğu ülkeleriyle komşu Kuzey Afrika ülkelerini kapsayan MENA bölgesidir. Hangi ülkelerin bu bölge içinde kaldıklarına dair çelişkili yorumlar olmakla birlikte ‘Kuzeybatı Afrika’da Fas’tan, Güneybatı Asya’da İran’a’ uzanan geniş bir coğrafyayı kapsadığı düşünülebilir.

Görüldüğü üzere bölgeler, coğrafi olarak nesnel sınırları olmayan, ‘siyasal’ ve hatta ‘entelektüel’ kurgulardır.(2) Bölgelerin tanımlaması yahut daha doğru bir deyimle inşası, politik bir süreçtir ve hem küresel hem de ülkelerin iç siyasetleriyle doğrudan ilişkilidir. Örneğin, Demirel iktidarlarının 1990’larda ‘Çin Seddi’nden Adriyatik Denizi'ne Türk dünyası’ kurgusu da etnik bir akrabalığa dayandırılan ve merkezinde Türkiye’nin olduğu bir bölge tasavvuruydu. Türkçülüğü ve Türk milliyetçiliğine esas alan ideolojik tutumun ve onu benimsemiş iktidarların siyasi istikbali için tepe tepe kullanıldı. Davutoğlu’nun bölgesinde oyun kurucu, lider ülke Türkiye tasavvuru da, Neo-Osmanlıcılık hülyaları da Türkiye’nin odağında ve başat aktörü olduğu bir bölge tahayyülüne dayanıyordu.

DOĞU AKDENİZ’İN İCADI

Doğu Akdeniz’in, Türk dış politikasının ve sonrasında iç siyasetinin gündemine gelmesi, Türkiye’de resmi ve anaakım yaklaşımlarda öncelikle ve özellikle bir ulusal güvenlik meselesi olarak görülen Kıbrıs meselesi vesilesiyle olmuştur. Türkiye’de resmi mahfillerde Kıbrıs sorunu, ülke gündemine girdiği 1950’li yılların ortalarından itibaren (öncesinde Britanya’nın iç işi olarak görülüyordu) aslen bir Türk Yunan sorunu olarak anlaşıldı. Gerçek tehdit Kıbrıslı Rumlardan çok Yunanistan’dan kaynaklanıyordu. Jeopolitik ve etnik temelli gerekçelere dayandırılan bu bakış açısı, 1990’ların ikinci yarısından başlayarak değişmeye ve yerini Doğu Akdeniz’i esas alan bölgesel güvenlik yaklaşımlarına bırakmaya başladı. Bu yeni yaklaşımda Yunanistan, başat olmasa da bir tehdit unsuru olarak görülmeye devam etti. Ancak Türkiye’nin Kıbrıs’a ilişkin tehdit ve çıkar algılamaları, Türk-Yunan ikili ilişkilerini aşacak şekilde daha geniş ve merkezinde Doğu Akdeniz’in olduğu bir bölgesel güvenlik söylemiyle değerlendirilmeye başlandı. Buna göre Soğuk Savaş sonrası dönemde yeniden şekillenen jeopolitik koşullar, Türkiye’yi Kıbrıs konusunda daha geniş bir stratejik bakış geliştirmeye mecbur ediyordu.

Böylece Türk güvenlik ve dış politikası yapımcılarının yanı sıra zamanın önde gelen siyasetçileri, akademisyenler ve art arda ortaya çıkan think tank’ler, resmi Kıbrıs tezlerini dile getirirken Doğu Akdeniz kavramını hiç görülmedik bir sıklıkla kullanmaya başladılar. 1997 yılında Rumların kontrolündeki Kıbrıs Cumhuriyeti’nin Rusya’dan S300 füze sistemi satın alacağının ortaya çıkması, Kıbrıs’ın iki tarafındaki siyasi otoritelerin, Türkiye, Yunanistan ve Ermenistan gibi ülkelerle askeri savunma ve işbirliği antlaşmaları imzalamaları da bu bölgeselci yaklaşımı destekliyordu. 2000’li yıllarla birlikte iyice belirginleşen bu eğilim, kendisini Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) bildirilerinde de göstermeye başladı. Bu bildirilerde önceleri Türkiye’nin Kıbrıs’ta ‘kendisinin ve Kıbrıslı Türk soydaşlarının haklarını sonuna kadar korumaya kararlı olduğu’ belirtilirken bilhassa 2007 yılından itibaren referans verilen coğrafya Doğu Akdeniz olmaya başladı.

Aslında küresel siyasi gelişmelerde bu bölgeselci güvenlik yaklaşımını destekler nitelikteydi. Soğuk Savaş ve onun iki kutuplu uluslararası güvenlik düzeninin çökmesiyle, bu kutuplardan birine bağlı ve bağımlı olan Türkiye gibi çok sayıda ülke, komşularıyla, bölgesel sorun ve işbirliği olanaklarıyla çok daha yakından ilgilenebilir duruma geldi. Bu da bölgesel işbirliklerinin ve aynı zamanda çıkar çatışmalarının çok daha yoğunlaşmasına yol açtı. Balkanlar gibi birçok bölge, devletlerin dostane ve hasmane ilişkilerinin yoğunlaştığı ve ulusal ve küresel ölçekli güvenlik dinamiklerinin birbirlerini etkiledikleri başlıca siyasi düzlemler oldular.(3) Ayrıca insan, uyuşturucu ve silah kaçakçılığı, enerji ve su güvenliği, çevre kirliliği ve iklim yıkımı gibi ‘yumuşak’ güvenlik tehditlerinin hızlı yükselişi de devletleri bölgesel işbirliğine ve Avrupa Birliği, Arap Ligi gibi bölgesel kurumları güçlendirmeye teşvik etti. Dolayısıyla 1990’lar bölgesel güvenlik arayışlarının ve çatışmalarının hızlandığı ve aynı coğrafyayı paylaşan ülkelerin ulusal güvenlik anlayışlarının ve tehdit tanımlarının gittikçe iç içe geçtiği yıllar oldu. Küresel ölçekli siyasi ve ekonomik krizlerle geçirdiğimiz 21'inci yüzyılın ilk yirmi yılında da bölgesel dinamikler, uluslararası güvenlik düzenindeki önemlerini korudular.

Türkiye ve Kıbrıs sorunu özelinde ise 2000’ler, Doğu Akdeniz’i odağına alan bölgeselci güvenlik ve tehdit söylemlerinin iyice belirginleştiği yıllar oldu. Benzer şekilde Yunanistan için de Doğu Akdeniz, yeni güvenlik tehditlerini, ama aynı zamanda yeni işbirliği olanaklarını içeren bir bölge durumuna gelmekteydi.(4) Türkiye’de öteden beri Kıbrıs sorununu, toplumsal, kültürel, siyasal bağlamlarından soyutlayarak adeta bir ‘yüzer uçak gemisi’ şeklinde görmeye alışmış güvenlikçi yaklaşım, bu kez daha da karmaşıklaşan bölgesel güvenlik tehditlerini ileri sürerek yeniden meşruiyet kazanmaya çalışıyordu. Bu jeopolitik determinizme saplanıp kalmış güvenlikçi anlayış, Türkiye’de hem Adalet ve Kalkınma Partisi hükümetlerince ve hem de dış ve güvenlik bürokrasisince benimsenmiş görünüyordu. Dolayısıyla baskın hale gelen resmi görüşe göre Kıbrıs adası, emsalsiz jeostratejik konumuyla ‘Türkiye’nin Akdeniz’e ve uluslararası sulara tek çıkış kapısıydı’ ve Doğu Akdeniz’deki su ve hava yollarını kontrol etme ve Akdeniz’e açılma imkanı vermekteydi.

Ahmet Davutoğlu, o iyi bilinen çok ‘derin’ kitabında Kıbrıs sorununun, artık ‘Avrasya, Orta Doğu, ve Balkanları, yani Batı Asya’dan Doğu Avrupa’ya’ kadar uzanan bir coğrafyayı ilgilendiren bir itilaf olduğunu ve ‘Türkiye’nin Kıbrıs politikasının, bu yeni stratejik çerçevenin gereklerini yerine getirmek amacıyla yeniden şekillenmesi’ gerektiğini ilan ediveriyordu.(5) Bu yeni kavramsallaştırmaya göre ‘Avrupa, Asya ve Afrika’nın kesiştikleri yerde’ bulunan Doğu Akdeniz, ekonomik ve stratejik açıdan Türkiye’nin başlıca ilgi alanı olmalıydı. Zira Doğu Akdeniz, ‘Cebelitarık’tan Süveyş Kanalı’na ve Karadeniz’e uzanan deniz ticaretinin yanı sıra Orta Doğu ve Hazar Denizi havzasındaki enerji merkezlerinin kalbinde yer almaktaydı’.(6) Zamanın siyaset yapımcıları ve her politik görüşten anaakım analistlerine göre Kıbrıs, yeni Doğu Akdeniz güvenlik mimarisinin köşe taşıydı ve bölgenin siyasi, ekonomik ve askeri açılardan şekillenmesinde hakim bir pozisyona sahipti.

Bugün bu görüşün, Türk resmi çevrelerinde daha da kabul gördüğünü gözlemliyoruz. Nitekim dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından yıllar önce dile getirilen ‘Anadolu’ya hapsolmak istemeyen Türkiye için Kıbrıs’ın Doğu Akdeniz’e tek çıkış yolu olduğu’ tezinin, son zamanlarda ‘kimsenin Türkiye’yi Antalya körfezine hapsedemeyeceği’ şeklinde ifadelerle yinelendiğine tanık oluyoruz. Üstelik Türkiye’nin, Suriye ve Libya’daki iç savaşlara doğrudan müdahil olması ve başta Yunanistan bir dizi ülkeyle askeri gövde gösterisine girişmesinin ardından Doğu Akdeniz coğrafyasının, daha geniş bir bölgeye referansla önemini arttırdığını ve militarist söylem ve heveslere daha da açık hale geldiğini söyleyebiliriz. Oysa ne bölge dışından Fransa dahil birçok ülkenin katkıda bulunduğu militarist/şovenist eylemler ne de bölgede bulunan fosil yakıt yatakları bölge halklarının refahınadır. Bu amaca en fazla hizmet edecek şey, Akdeniz’in doğusuyla batısıyla bir barış denizi olmasıdır.

(1) Uzgel, İ. 2020. ‘Doğu Akdeniz kavgasında bize kalan ne?’, 17 Ağustos.

(2) Hemmer, C. ve Katzenstein, P. 2002 ‘Why Is There No NATO in Asia? Collective Identity, Regionalism, and the Origins of Multilateralism’, International Organization, 56(4): s. 575

(3)Lake, D. A. ve Morgan, P. M. (ed.). 1997. Regional Orders: Building Security in a New World, Penn State University Press. s. 9.

(4) Stivachtis, Y. A. 2002. ‘Greece and the Eastern Mediterranean Region: Security Considerations, the Cyprus Imperative and the EU Option’, Diez, T. (ed.), The European Union and the Cyprus Conflict: Modern Conflict, Postmodern Union, Manchester University Press, s. 35.

(5) Davutoğlu, A. 2001. Stratejik Derinlik, Küre Yayınları, s. 175-6.

(6) Kandemir, N. 2004 ‘Türkiyenin Ulusal Güvenlik ve Çıkarları Açısından Kıbrıs’ 17 Aralık Sonrası KKTC, Türkiye ve AB paneli konuşması, 22 Aralık.

* Doç. Dr. Altınbaş Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü