Kadınları 'mesele' etmek: Korku-sınır-savaş

Kadın cinayetleri, bu cinayetlerin pornografik olarak detaylandırılması, kadınların şüpheli ölümleri, kadınların yaşam hakkını koruyan yasaların uygulanmaması, cezasızlık ve beraberinde gelen normalleştirme süreçlerinin her biri politiktir ve stratejik savaş niteliğindedir. Peki bu savaş ne için, kim için?

Google Haberlere Abone ol

Mehtap Tosun*

Bu ülke kadınlar için nefes alması güç, kocaman bir kâbus mekanına döndürüldü, döndürülüyor. Evet yüklemi bu şekilde kullanıyorum çünkü kadınların maruz kaldığı şiddetin erkeklerle devlet arasındaki ittifaktan kaynaklandığı malumunuz. Bunun en güncel ve gözle görünür örneğini rejimin İstanbul Sözleşmesi’ni masaya yatırmasından anlayabiliyoruz. Burada bir parantez açmak gerek; geçmişte İstanbul Sözleşmesi’nin imzalanması bir iktidarın yada rejimin marifeti değil, Türkiye’deki kadın hareketinin siyasal ve hukuki mücadelesinin bir ürünüydü. Tıpkı Cumhuriyet döneminde kadınların medeni ve siyasi haklarının tanınması, kurucu devletin bir lütfu olmayıp kadınların Osmanlı döneminden başlayan mücadelesinin bir sonucu olması gibi deyip parantezi kapatayım. Dolayısıyla İstanbul Sözleşmesi’ni rafa kaldırma hamlesi ile hem kadın mücadelesinin kazanımı tümüyle yok edilmek isteniyor, hem de rejim kadına yönelik şiddetin bizzat faili olduğunu açıkça beyan etmiş oluyor. Çünkü İstanbul Sözleşmesi der ki; bir kadın şiddete uğrarsa onu korumak önceliğindir, korumak zorundasın. İşte tam bu noktada sorulacak soru şu: devlet/siyasal iktidar/rejim kadınları korumak istiyor mu? Yoksa açıktan bir savaş mı ilanı ediyor?

Bir ülkenin başkentinde IŞİD’in kaçırdığı Ezidi bir kadın köle olarak alınıp satılıyor ve ailesinden para karşılığında ‘azat ediliyor’sa, kadınların ölü bedenleri nehirlerde bulunuyor yada bulunamıyorsa ve bizler bütün kadın cinayetlerinin artık münferit bir vaka olmadığı bilgisine sahipsek zaten bir savaşın içerisindeyiz. Kadın cinayetleri, bu cinayetlerin pornografik olarak detaylandırılması, kadınların şüpheli ölümleri, kadınların yaşam hakkını koruyan yasaların uygulanmaması, cezasızlık ve beraberinde gelen normalleştirme süreçlerinin her biri politiktir ve stratejik savaş niteliğindedir. Peki bu savaş ne için, kim için? Güçsüz olmaması gereken ve sınır konulamayan bir erkek imgesinin, eril dünyanın üstünlüğüne teslim olmamış, iktidar yapılarına karşı dünyevi bir tutumla meydan okuyan kadınlara açtığı savaştı bu. Şiddetin her zaman bir alt metin olarak mevcut olduğu “Kutsal Aile” ve “yıkılmaması gereken yuva” için erkeklere kadınları cezalandırma ve kontrol gücü veren devlet cephedeki yerini, tarafını sağlamlaştırıyordu. Tabii bu “Kutsal Aile”nin korunmasının bedeli ise kadınların her gün çiğnenen, yok sayılan hakları oluyor. Cephenin karşı tarafındaki kadınlar ise devletin mizojinist kurumsal politikalarına ve çekirdek ailenin patriarkal denetimine maruz kalmamak için upuzun yıllar boyunca mücadele biriktirmiş ve biriktirmeye devam edecek. En başta bu savaşın farkında olmamız, sonra da kadınları sadece kadın oldukları, seslerini yükselttikleri, konuşmaya cesaret ettikleri ve karşı koydukları için hedef aldıklarını bilmemiz  en büyük korkuları ve biz kadınların en güçlü silahıdır. Yani asıl korkulan şey, bildiğimizi bilmemiz ve o bilgiyi yüksek sesle kitlelerle konuşturmamız.

Bir savaşın içerisinde olup olmamak üzerine düşünürken şans bu ya, adı La Jauría (Sürü) olan çok güzel bir polisiye-dedektiflik dizisine denk düştüm. Olaylar geçen yıl Las Tesis eylemi ile en kitlesel kadın ayaklanmasına mekan olan Şili’de geçiyor. Dizide Olivia, Celeste ve Carla adındaki üç dedektif Kurt adında, erkeklerin kadınlara karşı içlerindeki kurdu ortaya çıkarmalarının istendiği bir sanal grubun peşine düşüyor. Bu gruba giren erkekler kurtlaşıyor ve kadınlara psikolojik ve fiziksel her türlü zarar vermeye başlıyor. Dedektifler bu sanal grubun başını yani alfa Kurt’u yakalıyorlar, tam da bu anda dedektif Carla ile alfa Kurt arasında geçen diyalog kadınlara neden savaş açıldığına dair en güzel repliklerden biri:

Alfa Kurt: Kadınlardan nefret etmiyorum. Kadınların dünyaya liderlik etmek için gelmediklerini düşünüyorum. Küçük kar taneleri yerine kurt sürüleri yetiştirmeliyiz. Askerler, canavarlar, ayakta kalanlar…Biyolojik düzen bu o kadar. Adalet istediğiniz zaman sadece bağırıyorsunuz, adaletin alınması lazım. Mücadele için sokaklara döküldüğünüzde bile güçsüzsünüz.

Carla: Biz bu kadar kırılgansak sen neden bu kadar korkuyorsun?

Alfa Kurt: Mesele korku değil, bir sınır belirlemek. Sen ne sandın ki bir kenarda duracağımızı mı? Siz düzeni değiştirirken duracak mıydık? Ne yani yok olacaktı ataerkillik mi?

Bu replikte Alfa Kurt “korku değil sınır koymak” diyor ama “mesele” edilmemizin nedeni kadınların toplumsal gücünden korkulduğu için şiddet yoluyla sınır koyulmak istenmesi. Yani şiddet kadınların her türlü özgürlük iddiasının cezalandırılması için ve ataerkil kuralları kabul ettirmek için kullanılıyor. Eril düzenin dayanamadığı/korktuğu ve savaş açtığı şey ise bu kuralları bilmemiz, bilmenin gücünün elimizde olması ve bu bilgi üretiminin kadınlar arasında paylaşılması ve aktarılmasıdır. Ne olacak bu savaşın sonu? La Jauría dizisinin sezon finali sizlere bu konuda ipucu verecektir.

* Sosyolog, Dr.