Bir garip imza hikâyesi: İstanbul Sözleşmesi

2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı ve ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesinden siyasi iktidar değişmemesine rağmen, imza çekilmek istemesinin nedeni ne? Sözleşmenin varlık nedeni ve düzenleme alanı bilindiği gibi kadına yönelik şiddetin önlenmesi. Sözleşmedeki bağlayıcı düzenlemelere rağmen resmi rakamlar kamuoyu ile hâlâ paylaşılmasa da sivil toplum örgütlerinin gazete haberlerinden derlediği bilgilere göre Türkiye’de kadına yönelik şiddet böylesi bir düzenlemeyi rafa kaldırmayı gerektirecek şekilde tükenmek şöyle dursun artarak devam ediyor.

Google Haberlere Abone ol

F. Ceren Akçabay*

İstanbul Sözleşmesi yeniden kamuoyunun gündeminde. Açıklama önce Numan Kurtulmuş’tan geldi. AKP Başkanvekili Kurtulmuş, perşembe günü katıldığı bir canlı yayında, İstanbul Sözleşmesinin imzalanmasının bir hata olduğunu belirterek sözleşmedeki toplumsal cinsiyet ve cinsel yönelim hususlarının toplumsal yapı ile örtüşmediğini, toplumun beklentisi doğrultusunda sözleşmeden usulüne göre çıkılabileceğini belirtti. Kurtulmuş’a göre, kadına şiddet toplumun kanayan bir yarası olmasına rağmen kadına yönelik şiddet ile mücadelede gerekli yasal düzenlemeler “aşağı yukarı tamam” olduğu için İstanbul Sözleşmesinin varlığı bir gereksinim olmaktan çıkmıştı. Kurtulmuş, yaptıkları araştırmalarda “bütün siyasi parti tabanlarında” sözleşmenin aile kurumuna zarar verdiği yönünde eleştirilerin olduğunu ve İstanbul Sözleşmesinden çıkılmasının talep edildiğini de ekledi. Uzun süredir toplum, hukuk ve cinsiyet alanlarında çalışan bir hukukçu olarak bu ifadeleri yazıya geçirdikten sonra bir nefeslenmeme müsaade edin. Yanlış anlaşılmak istemem, umutsuzluktan değil, aynı sözleri tekrar tekrar işitmenin bıkkınlığından ve cümleleri düzeltip derli toplu bir bütün haline getirme çabasının verdiği sıkıntıdan doğdu bu ihtiyaç.

Elbette, tartışma Kurtulmuş’un açıklamaları ile sonlanmadı. Cumhurbaşkanı Erdoğan da Kurtulmuş’un sözlerini destekleyerek “Çalışıp gözden geçirin. Halk istiyorsa kaldırın" talimatı verdi. Şüphesiz bu tartışmanın da benzer şekilde başlayan kıdem tartışmasının ardından yapıldığı gibi “Halk ile Avrupa Konseyi kendi arasında çözüme bağlasın” benzeri ifadelerle tatlıya bağlanma ihtimali vardı ancak aynı gün haberlere yansıyan meclisteki Netflix engeli, verilen talimatların böylesi fikir değişikliklerine vakit bırakmayan bir hızda gerçekleşmesi nedeniyle endişeye neden oldu. Hukuk gündeminin yoğunluğunda, belki de bu gündemi geri plana atma niyeti ile başlatılan bu tartışma konusunda söz üretip ilginize sunmak istememin nedeni de bu. Bence endişeye mahal yok. Elbette bu görüşümü naiflik olarak nitelendirip tehlikeyi yeterince ciddi almadığımı düşünenler olacaktır. Şimdilik tehlikenin farkında olduğumu ama siyasi iktidarın yaptığı hukuki ve toplumsal değerlendirmelerin basitliği nedeniyle İstanbul Sözleşmesinin ortadan kaldırılmasının söylendiği kadar kolay olmadığını belirtmekle yetineyim ve konuyu en başından ele alarak görüşümün gerekçesinin açıklamaya çalışayım.

Asıl soruyla başlayalım: 2011 yılında Türkiye’nin ev sahipliği yaptığı ve ilk imzacısı olduğu İstanbul Sözleşmesinden siyasi iktidar değişmemesine rağmen, imza çekilmek istemesinin nedeni ne? Sözleşmenin varlık nedeni ve düzenleme alanı bilindiği gibi kadına yönelik şiddetin önlenmesi. Sözleşmedeki bağlayıcı düzenlemelere rağmen resmi rakamlar kamuoyu ile hâlâ paylaşılmasa da sivil toplum örgütlerinin gazete haberlerinden derlediği bilgilere göre Türkiye’de kadına yönelik şiddet böylesi bir düzenlemeyi rafa kaldırmayı gerektirecek şekilde tükenmek şöyle dursun artarak devam ediyor. Zaten Numan Kurtulmuş da bu “yaranın” kanamaya devam ettiğini belirtiyor. Üstelik pandemi ile birlikte sözleşmenin diğer bir önemli başlığı olan ev içi şiddetin dünya çapında arttığı biliniyor. Gelişmiş devletler bu konuda yeni önlemler üzerinde çalışılıyor. Ulusal ve uluslararası düzenlemelerin varlığına rağmen kadına yönelik ve ev içi şiddetin önlenememesinden korku duyuluyor. Bu durumda, Sözleşmeden çekilmek istenmesinin nedeni ülkede cinsiyete dayalı şiddetin sona ermesi ya da sona ermeye başlaması değil.

Diğer bir ihtimal, sözleşme ve beraberindeki düzenlemelerin uygulamada yetersizliğinin görülmesi, daha iyi ve etkili düzenlemelerin yapılması için Sözleşme başta olmak üzere bu düzenlemelerin değiştirilme isteği olabilir. Ancak iktidar partisi, aksine sadece İstanbul Sözleşmesinden çekilmekten bahsediyor, hatta ona uygun olarak yapılan düzenlemelerin “aşağı yukarı” tamam olduğunu söyleyerek şiddetle mücadeleye aynı şekilde devam edileceğini belirtiyor. Sözleşmeden çekilmek istenmesinin gerekçesi ise aile kurumunu olumsuz yönde etkilediği için halkın Sözleşmeden desteğini çekmesi. Ancak bu iddianın dayandırıldığı, araştırmalar ve sonuçları kamuoyu ile paylaşılmıyor. Bu araştırmaların kamuoyu ile paylaşılmasının ne derece önemli olduğu ise kısa bir süre önce yine “halkın talebi” ile kaldırılmak istenen süresiz yoksulluk nafakası düzenlemesine ilişkin olarak yapılıp kamuoyu ile paylaşılan bir araştırmanın siyasi iktidarın söylediğinin aksine halkın büyük oranda yoksulluk nafakasını desteklediğini ortaya koyması. Nafaka tartışmasında olduğu gibi, İstanbul Sözleşmesi konusunda da somut tepkiler, çoğu kez kimliği belirsiz hesaplardan yapılan sosyal medya paylaşımlarından ve Türkiye’nin genelini temsil edemeyecek ölçüde radikal düşüncelere sahip yayın organlarının yayınlarından ibaret. Öte yandan gerçekten Sözleşme ve devamında yürürlüğe koyulan uygulamaların cinsiyete dayalı şiddeti önleyemediğinin ya da aile kurumuna zarar verdiğinin savunulabilmesi için önce bu düzenlemelerin gerektiği gibi uygulanması gerekiyor. Sözleşmenin denetim organı GREVIO’nun Türkiye raporunda belirtildiği gibi cinsiyete dayalı şiddetle mücadele konusunda önemli adımlar atılsa da uygulamada önemli eksikler söz konusu. Tam da bu nedenle, Türkiye’nin Sözleşmeden çekilmesi halinde kadına yönelik ve ev içi şiddet ile mücadele konusunda yeterli hukuki düzenlemeye sahip olduğu iddiası da oldukça dayanaksız. Üstelik hukukun yürürlüğü ile etkinliği arasında önemli bir fark var. Yani hukuk kurallarının hayata geçirilmesi için kanunların hatta anayasanın varlığı yeterli değildir. Birer olması gerekene karşılık gelen hukuk kurallarının sonuç doğurabilmesi için oldurulması yani uygulama bulması gerek. Uygulama ise siyasi iktidarın desteği ile mümkün. Buna rağmen; Sözleşmenin varlığında, tam anlamıyla uygulanmayan yasanın ve yönetmeliğin Sözleşme rafa kaldırıldıktan sonra uygulayacağını söyleniyor. Diğer yandan, ilgili yasa olan 6284 de Sözleşmeye tepki gösteren aynı grupların hedefinde. Örneğin, Kurtulmuş’un sorun olarak gördüğü “toplumsal cinsiyet” ifadesi tanım şeklinde dahi olsa da bu yasada da var.

Bu durumda zaman içinde değişenin AKP’nin kadına yönelik ve ev şiddeti önleme konusundaki politikası olduğu söylenebilir mi? Belki de siyasi iktidar mevcut söyleminin aksine artık cinsiyete dayalı şiddeti mücadele gerektiren bir sorun olarak görmüyor. Sözleşmenin imzalandığı tarih olan 2011 yılından bugüne AKP iktidarının politikalarında önemli değişiklikler olduğu düşünüldüğünde böyle bir belirleme çok da şaşırtıcı olmaz. Ama bu imza daha atıldığı tarihte pişman olunan bir imza. İstanbul Sözleşmesi tartışmasında ısrarla yok sayılan Türkiye’deki feminist hareket, bu imzanın kaynağı ve asıl sahibi. Siyasi iktidarın sözleşmeye imza atmaktan istese de kaçınamadığının ispatı Sözleşmenin uygulama için gerekli siyasi desteğe hiç sahip olamaması. Siyasi iktidarın sözleşmeden kurtulma çabası adım adım artsa da ilk andan beri mevcut. Siyasi iktidar imzanın hemen ardından 2012 yılında zorunlu olarak hazırladığı 6284 sayılı yasada şiddetle mücadele çerçevesini “ailenin korunması” olarak değiştirilip sözleşmenin ekseninden çıkarıyor; yapılması gereken yasal düzenlemelerde önemli eksiklikler bırakılıyor; gerekli uygulama yönetmeliği ve oluşturulması gereken kurumlar olabildiğince öteleniyor vb. Dolayısıyla Sözleşmenin sahip olduğu desten başından itibaren siyasi değil toplumsal.

Aslında bu süreçte sözleşmeye imza konulmasının ancak feminist örgütlerin baskısı ile mümkün olması şaşırtıcı da değil. 2011’de AKP’nin muhafazakar demokrat siyaset sürdürme çabası içinde olduğu ilk dönem çoktan bitmiş; ekonomik krizle birlikte sertleştirilen neoliberal uygulamalarla birlikte AKP siyasetinde demokrasinin gidip muhafazakarlığın kaldığı bir döneme girilmiştir. AB’ye giriş sürecinde bir kopuşu henüz gözü alamayan siyasi iktidar, sözleşmeye uluslararası kamuoyundaki görünümü açısından bir prestij rolü biçerek ülkesindeki feminist hareketin gücünü hafife almıştır. Oysa aynı feminist hareket ülkede muhalefetin güçten düştüğü süreçlerde bile örgütlüğünü korumuş, ortaya koyduğu mücadele ile doksanlardan bu yana sadece AKP’ye değil, farklı siyasi iktidarlara medeni hukuk ve ceza hukuku gibi temel alanlarda reformlar yaptırabilmiş, global ve ulusal ölçekte siyasi bir öznedir. Bu noktada, LGBTİ+ hareketinin rolünü ve cinsiyete dayalı şiddetin önlenmesi için kurulan ve o günden bu yana süren dayanışmanın etkisini de unutmamak gerek. İstanbul Sözleşmesine ilişkin mevcut tartışmalarda bir yandan sözleşmeye verdikleri destek nedeniyle bir yandan da geleneksel ailenin çözülmesi konusundaki kaygıları artırmak için sözleşme ile sürekli yan yana anılan LGBTİ+’lar bakımından gerçekte Sözleşmenin uygulamasının başından beri sorunlu olduğunun da altı çizilmeli. Siyasi iktidarın konuya yaklaşımını göstermek için sözleşmenin resmi Türkçe çevirisinde ev içi ifadesine aile içi olarak yer verilmesi bir tesadüf olmadığını belirtmek sanırım yeterli olur. Buna rağmen, Türkiye’de feminist ve LGBTİ hareketinde katkısıyla gelişen hukuk mücadelesi neticesinde cinsiyete dayalı şiddetle mücadelede Sözleşmenin asıl metni çerçevesinde sonuç alabilmek mümkündür.

Elbette, feminist ve LGBTİ hareketin bütün bu gücü ve çabasına rağmen İstanbul Sözleşmesinden imza çekmenin yine de siyasi iktidarın tasarrufunda olduğu söylenebilir. Ancak, vasatın altındaki hukukçulardan aldıkları görüşler nedeniyle farkında olmasalar da feministlerin, LGBTİ+’ların ve hak savunucuların elindeki tek hukuki araç İstanbul Sözleşmesi değildir. Türkiyeli feminist hukukçuların çabası ile Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi önüne taşınan Opuz davası sayesinde, mahkeme cinsiyete dayalı şiddete ilişkin bir içtihat oluşturmuş durumdadır. Üstelik uluslararası insan hakları belgeleri ve mekanizmaları tarihsel toplumsal mücadelenin birer ürünüdür ve birbirlerinden bağımsız değildir. Bu nedenle, siyasi iktidarın ihtiyaçlarına binaen yapılmak istenen ve uluslararası hukukun temel ilke ve normları ile örtüşmeyen her düzenleme uzun vadede zaten yoklukla maluldür. İçinden geçtiğimiz süreçte toplumsal muhalefetin her cephesinde endişe yaratan çok sayıda yeni düzenlemenin söz konusu olduğu düşünüldüğünde, üzerinde kolaylıkla birleşilerek dayanışmanın büyütüleceği zeminin yine bu ilke ve normlar olacağı açıktır. Baroların bütün hukukçuları gururlandıran mücadelesi bunun en iyi örneğidir.

*Dr.