Pandemi projektörü: Firma davranışları

Pandemi öncesi ve sırasında da görüldüğü gibi, iktisadi tercihleri belirleyen aktör çoğu zaman tüketici veya işçiden ziyade firmanın kendisidir. Örneğin, bir malın fiyatını veya bir işçinin ücretini büyük oranda şirketler belirler. Firmanın gücünün sınırını belirleyen büyük oranda kâr motivasyonudur. Çünkü ne regülasyon ne de rekabet bu sınıra yeterince tahdit koyamamaktadır.

Google Haberlere Abone ol

Ensar Yılmaz*

1980’lerden bu yana izlenen piyasa fundementalizmine dayanan politikalar dünya genelinde iktisadi ve sosyal hayatı derinden baskılayan bir “firma egemenliği” yarattı. Bunun doğal sonucu olarak kamusal taleplerin karşılanmasında, kamusal malların üretiminde ve kamusal nitelik taşıyan regülatif yapıların oluşumunda ciddi hasarlar oluştu. Kamusal yatırımların azalması kendini hayatın her alanında göstermektedir. Bu yüzden İtalya’da köprülerin olduğu yerde çöktüğünü, ABD’de altyapının uzun süredir kötü düzeyde olduğunu, birçok gelişmiş ülkede toplu taşıma sistemlerinin şaşkınlık yaratacak düzeyde kötü halde olduğunu, eğitim ve sağlık hizmetlerinin niteliğinin düştüğünü ve nitelikli olduğunda da pahalı olduğunu görüyoruz. Fakat bunun tersine firmalar aynı süreçte daha fazla büyümeye ve daha fazla sermaye biriktirmeye devam ediyorlar. Dolayısıyla, uzun bir süredir firma refahı ile toplumsal refah birbirinden farklı şeyleri temsil ediyorlar. Başka bir deyişle, firma için iyi olanın toplum için iyi olmayabileceğini görüyoruz.

Pandeminin birçok alanda olduğu gibi uzun süredir ihmal ettiğimiz ve hatta kabul etmek durumunda kaldığımız yaygın firma istismarlarının da görülmesine projektör tuttuğunu düşünüyorum. Normalde sağlık sektöründeki şirket davranışlarını çok iyi bilen biri değilimdir. Fakat, özel şirketlerin işlettiği yaşlı bakımevlerinde olanlar sağlık sektöründeki şirket davranışları üzerine biraz daha fazla düşünmeme neden oldu. Birçok Avrupa ülkesinde ve ABD’de korona virüsünden ölenlerin yaklaşık yüzde 25-40 aralığında bakımevlerinde olması bana çok ürkütücü bir durum olarak göründü. Yaşanan durumun sadece bir biyolojik bağışıklık problemi olmadığını aynı zamanda yıkıcı firma davranışları ile ortaya çıkan bir sosyal bağışıklık problemi olduğunu anlamam biraz vakit aldı.

Bu durumu daha iyi anlamak için önce firma davranışlarını daha iyi anlamamız gerektiğini düşünüyorum. Firma serbest piyasada tüketicilerin tercihlerini karşıladığı oranda etkin sayılır (tahsis etkinliği). Fakat tercihlerin nasıl belirlendiği tartışmalı bir konudur. Ben tercihlerin sosyal bağlamda ve belirli bir güç ilişkisi içinden ortaya çıkan ve büyük oranda da firmaların belirleyici olduğu bir yapı içinde gerçekleştiğini düşünüyorum. Pandemi öncesi ve sırasında da görüldüğü gibi, iktisadi tercihleri belirleyen aktör çoğu zaman tüketici veya işçiden ziyade firmanın kendisidir. Örneğin, bir malın fiyatını veya bir işçinin ücretini büyük oranda şirketler belirler. Firmanın gücünün sınırını belirleyen büyük oranda kâr motivasyonudur. Çünkü ne regülasyon ne de rekabet bu sınıra yeterince tahdit koyamamaktadır. Regülasyonların yeterince bağlayıcı olmadıklarını ve rekabetin de rekabeti ortadan kaldırmak için yapıldığını biliyoruz. Adam Smith’in ifade ettiği gibi herkesin kendi çıkarını düşünerek hareket etmesinin bir üretim motivasyonu sağladığını kabul etmek gerekebilir ama bu üretimin niteliğini ve biçimini sadece kâr motivasyonu ile sürdürmenin de zor olduğu açıktır.

Piyasadaki aktörlerin merkezi-olmayan dağınık bilgileri devlet gibi merkezi yapılardan daha iyi proses edeceği düşüncesinden hareketle peşinen tahsis etkinliği yaratacağını düşünmek de birçok açıdan safdillikdir. Bilginin hangi ortamda nasıl üretildiği ve hangi motivasyonla kullanılacağını dikkate almadan bu sonuca varmak yanıltıcı olacaktır. Günümüzde neredeyse hiçbir sektör yok ki en büyük 4-5 firma piyasanın önemli payını elinde bulundurmasın. Bu yüzden, bilgi ve onun kullanımı da tekelleşmektedir. Bilgi bir etkin tahsis aracı değil, bir yönlendirme ve kâr enstrümanı olarak kullanılmaktadır. Devasa ahtapotlara dönüşen şirketlerin pazarlama teknikleri ile tüketicileri bir av gibi algıladığını ve buna uygun stratejiler geliştirildiğini çok açık şekilde gözlemliyoruz. Bu yüzden de, sürekli tahrik edilen bir tüketim girdabının içine itiliyoruz.

Piyasaların kendiliğinden birçok sorunu çözeceğini düşünmek gerçeklikten uzak bir durumdur. Bu, çoğu insanın sorgulamadığı bir kabuldür. Bu gerçekliği yıllarca dünya finans piyasalarını yönlendiren Alan Greenspan oldukça net bir şekilde ifade etmektedir: “Kendisine ekonominin serbest rekabetçi piyasaların rakipsiz bir organizasyon biçimi olduğuna inandıran şey bir model değil bir ideolojinin kabulüdür.”

BAKIMEVİ FİRMALARI

Pandemi sırasında yaşlıların bu kadar hüzünlü bir şekilde ölmeleri, bakımevlerinde unutulmuş olmaları, bedenlerinin çürümesi ve istatistiklere dahi birçok ülkede sonradan eklenmeleri sadece virütik bir vakanın sonucu değildir. Evet, yaşlılığın getirdiği riskler vardır, fakat virüsün genel anlamda kapitalizmin de pek hazzetmediği üretmeyen ve tüketmeyen bu sosyal grubu “devreden çıkarması” bir “piyasa çözümü”dür. Yaşlıların devlete olan mali yükünü de düşününce, bu piyasa çözümüne devletin de dolaylı olarak yardımcı olduğunu düşünüyorum.

Pandemi sırasında birçok gelişmiş ülkede yaşlı ölümlerinin gerçekleştiği bakımevlerinin önemli bir kısmı özel şirketler tarafından işletilmekteydi. Özel sermaye şirketlerinin (private-equity firms) sahip oldukları bakımevlerindeki uygulamalar ölümlerin neden bu kadar yüksek olduğu konusunda bize fikir vermektedir.

Özel sermaye şirketlerinin kendi iş yapma modellerine uygun olarak, ciddi borçlanma teknikleri ile satın aldıkları firmaları kozmetik birtakım iyileştirmelerden sonra kısa dönemde sattıkları bilinen bir gerçektir. Dünyada bu türden iş yapma modeli uygulayan 3 bin 500’e yakın şirket var ve bu şirketler trilyonlarca dolara yakın fon yönetmektedirler. Özel sermaye şirketleri, uyguladıkları yöntemlerle firmaları kolay alınır satılır birer “aktif”e dönüştürdüler. Bu da firma ile sahipleri arasındaki mülkiyet ilişkisini daha kırılgan hale getirmiştir. Bu yüzden işçi-firma aidiyetine dönük tartışmalara sahibi-firma aidiyeti tartışmaları eklenmiş durumdadır. Bu durum sadece özel sermaye şirketleri üzerinden değil, aynı zamanda birleşmeler ve satın almalarda da kendini göstermektedir.

Özel sermaye şirketleri benzer taktikleri bakımevleri için de kullandılar. Özellikle, Avrupa’nın değişen demografisinin yaydığı “teşebbüs kokusu” çok sayıda firmayı bu alana çekti. Örneğin, İngiltere’de (ki birçok ülkede benzer gelişmeler gözlendi) özelleştirme ile birlikte bakımevi hizmetleri zamanla büyük oranda özel şirketlerin faaliyet alanına dönüştü. İngiltere’de 1990’lı yılların başlarında yaşlı bakımevlerinin yaklaşık yüzde 95’i yerel kamu otoriteleri tarafından yönetiliyordu. Fakat günümüzde bu hizmetlerin tamamı özel şirketler tarafından verilmektedir. Önemli bir kısmı küçük aile şirketi de olsa, büyük şirketler (50’den daha fazla bakım evine sahip olanlar), küçük aile aile şirketleri aleyhine bir ilerleme sağladılar. Yani sektörde tekelleşme giderek arttı.

Bakımevi şirketleri kısa dönem kârlarını piyasa ortalamasının çok üstüne çekmek için büyük bir çaba gösterdiler. Bu doğrultuda bakım merkezlerinde kalan yaşlı ve hasta taleplerini karşılamak yerine şirket hissedarlarının kâr talebi yönünde hareket ettiler. Şirketlerin ticari kaygılarının öne çıkması yaşlıların ve hastaların en temel ihtiyaçlarının bile asgari bir nitelikte karşılanmasını engelledi. Bakımevi çalışanlarına düşük ücretlerin verilmesi, aşırı çalışma saatleri ve sınırlı düzeyde ücretli izin verilmesi gibi uygulamalar hizmetlerin niteliğini ciddi anlamda düşürdü. Bakımevi çalışanlarına düşük ücret verilmesi onları diğer başka bakımevlerinde de çalışmaya zorladı. Bu da salgının daha da yayılmasında etkili oldu. Kısaca, bakım hizmeti gibi sosyal içeriği fazla olan bir hizmetin verilmesinde kâr güdüsünün bizi getirdiği nokta büyük bir trajedidir. Bu, bize firma davranışlarının hayatımızda neden olduğu nitelik yoksunluğunun sadece zirve yaptığı bir noktayı göstermesi açısından önemlidir, yoksa bunu günlük hayatımızın her alanında söylenerek, şikayet ederek her daim yaşıyoruz. Bu yüzden, pandemi projektörü kavramını kullanıyorum, pandemi zirve noktalarını göstererek günlük yaşamda her zaman kalıcı bir şekilde tecrübe ettiğimiz “yoksunluk platolarını” daha iyi görmemize yardımcı oldu.

İLAÇ VE ÖZEL HASTANE FİRMALARI

Sağlık hizmetinde ve diğer sektörlerde şirket davranışlarının sosyal refahı ne kadar tehdit ettiklerini gösteren çok sayıda farklı örnekler bulabiliriz. Ben sadece pandemi üzerinde biraz daha düşünmeme motive ettiği için sağlık sektöründen birtakım örnekler vermek istiyorum. Bu konuda özellikle ilaç şirketlerinin davranışları oldukça ilgi çekicidir. İlaç şirketleri sosyal niteliği olan ürünler üretmesine rağmen diğer şirketler gibi kâr motivasyonu oldukça yüksek şirketlerdir. Bunun için de çok sayıda metoda başvururlar. Örneğin, ilaç şirketlerinin piyasa güçlerini kullanarak jenerik ucuz ilaç alternatiflerinin gelişimini engellemek için özel çaba harcadığını biliyoruz. Bunun içinde diğer firmalara jenerik ucuz ürünlerini piyasaya sürmelerini ertelemeleri için ödemeler dahi yapmak vardır. Bunların yanında, birçok büyük ilaç şirketi hastalıklar belirli bölgelerde yoğunlaşıp ve sadece yoksul insanların problemine dönüştüğünde araştırma geliştirme için yaptıkları harcamaları kısmaktadırlar. Çünkü şirketin aradığı kişi ödeyebilir hastadır, ödeyemez hasta değildir. Ve bunu çoğu zaman kamudan aldıkları temel araştırma sübvansiyon ve vergi indirimlerine rağmen yapmaktadırlar.

Piyasanın en belirgin özelliği tayınlama yapmasıdır. Yani sahip olduğun para kadar mal alabilirsin, onun dışındakiler dışlanır yani tayınlanır. Bu durumu bol olmayan kaynakların tahsisinde bir metot olarak kısmen anlayabiliriz ama temel sosyal malların üretildiği piyasalarda tüketiciyi tüketimin dışına atmak ciddi bir sorundur. Bu anlamda, ilaç şirketlerinin patent haklarını kötüye kullanmaları ve ilaçlara fahiş fiyatlar uygulamaları oldukça problemlidir. Hastaların hayatlarının niteliğinin düşüklüğü (yüksek fiyatlı ürünleri alamamaktan dolayı) ilaç şirketlerinin tekelci kârları arasında ilişki basit bir tayınlama ilişkisi değildir, bir etik sorundur.

Özel hastanelerin de özellikle ciddi fiyat tayınlaması yaptığını biliyoruz. Bu anlamda özel hastanelerin varlığı kamusal sağlık hizmetinin hem pandemi öncesi ve sonrasında ne kadar önemli ve gerekli olduğunu göstermektedir. Elbette özel hastanelerin hastalara sunduğu sağlık hizmetlerinin önemli olduğu düşünülebilir. Fakat bunun özellikle belirli gelir grupları için bir ayrıcalık haline getirildiği de aşikardır.

Salgına yakalanmış hastaların özel hastaneler tarafından nasıl fiyatlandırılacağı konusu da oldukça ilgi çekici bir konudur. Salgın sırasında özel hastane çalışanlarının risk algısının düzeyi ve kamu vicdanının gücü muhtemelen bu fiyatlandırmanın yönünü belirleyecekti. Fakat, bu durumu tam olarak gözlemleyemedik çünkü birçok ülkede özel hastanelerin kullanım hakkını devlet üstlendi (İspanya, İngiltere gibi). Bu aynen bulaşıcılığı fazla olan finansal kriz dönemlerinde bankaların kamulaştırılmasına benzemektedir. Bu kadar dışsallığı olan bir hizmet alımını sosyal bağlamının dışına çıkarak fiyatlandırmak mümkün müdür? Kamu müdahalesi olmasaydı piyasa bu sorunu nasıl çözerdi? İkisi de bulaşıcı olan yaygın bir enfeksiyon ile zincirleme banka krizi arasında bir fark var mıdır? Tüm bu sorular aslında bu tür sorunların kolektif çözümünün gerekliliğine işaret eden durumlardır.

DİĞER SEKTÖRLERDEN BAZI FİRMA DAVRANIŞLARI

Bu başlık altına uygun muhtemelen siz de gözlemlerinizden veya okumalarınızdan çok sayıda sektörden firma istismarlarına dönük örnekler vereceksinizdir. Ben burada ilgimi çeken birtakım firma davranış örnekleri üzerinde durmak istiyorum.

Bunlardan biri kamu sağlığına dönük alınan tedbirlere karşı bazı firmaların izledikleri stratejidir. Pandemi sırasında hükümetler kamu sağlığı için birtakım kısıtlar uygulamaya koyduğunda, örneğin seyahat kısıtları, ilaç fiyatlarını sınırlandırma ve çalışma alanlarını kısıtlanması gibi, firmalar bu kararı verenleri dava edeceklerini belirttiler. Örneğin Coporate Europe Observatory raporunda firmaların bu konuları araştırdıklarını ve bunun için lobi yaptıklarını belirtmektedir. Hatta İngiltere’de ortaya çıkan kısıtlamalardan dolayı zarara uğradığını düşünen havayolu şirketleri şimdiden dava açmaya hazırlanıyorlar. Yani kâr ile sağlığın çatıştığı bir zeminde, şirketlerin tercihlerini kardan yana kullanmayı düşünmeleri üzerinde odaklanmak gerekir.

Diğer bir örnek, pandemi sırasında oluşan kısıtlamaların etkisi ile şirketin servetini bir ay içinde 13 milyar dolar artırarak 145 milyara yükselten Amazon şirketi ile ilgili. Dünyanın dört bir yanına virüs test kitleri ulaştıran Amazon şirketinin, kendi çalışanlarına en temel sağlık hizmetlerini bile sunmadığı için işçilerin bir kısmı çalışmayı durdurdu. Aslında Amazon’un bu davranışı tam da moralite olmadan piyasanın gizli elinin sınırlarını göstermesi açısından oldukça önemli bir örnektir çünkü o kitleri başkalarına ulaştırdığında kâr güdüsü devrede iken çalışanların sağlığını korumak kâr güdüsü kapsamı dışındadır.

Diğer yandan pandemi sırasında emek piyasasında olanlara bakmak da şirketlerin orantısız gücünü görmek açısından faydalı olacaktır. Pandemi sırasında hizmet sektöründe çalışanların ücretlerinin neden artmadığı ilgiyi hak eden bir konudur. Normalde emek piyasasında önemli ve zorunlu bir girdiye dönüşen sektör çalışanlarının ücretlerinin daha fazla artması beklenirdi. Fakat büyük oranda böyle bir şey gözlemlemedik. Neden derseniz, çünkü ücret düzeyini belirleyen şey güç ilişkisidir. Şirketin emek talep fonksiyonunun içinde, işçinin emek arz fonksiyonunda olmayan bir şey vardır, o da “emeği satın alma tekeli”dir. Çalışanlar çalıştıkları şirketlere o kadar bağımlılar ki, çalışıyor olmak bile bir şirket lütfuna dönüşmüş durumdadır. Pandemi sırasında, örneğin Türkiye’de, Migros artan tüketim talebini daha fazla emek istihdam ederek karşılama yoluna gitti. Fakat bunu ücretleri artırarak yapmadı, ücretleri büyük oranda sabitledi, emek miktarında uyarlama yaptı. Bunu yapabilmesinin tek bir sebebi vardır, o da dışarıda yedek bir işsiz ordusunun bekliyor olmasıdır. ABD’de bazı hizmet sektörlerinde çalışanlara “kahramanlık ödemesi” (hero pay) adı altında ilave bir ödeme yapıldı. Şirketler bu piyasa-dışı durumu yani “kahramanlığı” sadece saat ücretini 2-3 dolar artırarak ödüllendirdi. Ama pandemi sonrası çoğu şirket, Starbucks, Amazon, Kroger, Walmart gibi, eski ücretlere geri döneceklerini açıklama konusunda yavaş davranmadılar.

Finansal krizlerde ve pandemide de gördüğümüz gibi işsizlik neden örneğin Almanya’da büyük bir sorun olmazken ABD’de hemen büyük bir soruna dönüşebiliyor? Pandemi sırasında ABD’de işsizlik yüzde 4'ten yüzde 20'ye çıkarken (iş kaybı yaklaşık 40 milyon), bu rakam Almanya’da çok düşük düzeyde kalmıştır ve işsiz sayısı sadece 200-300 bin düzeyindedir. Bu, büyük oranda Alman şirketlerinin yönetim tarzlarındaki farklılıktan kaynaklanmaktadır. Alman şirketlerinin yönetim kurullarının yarısı 1976’dan beri “birlikte belirleme” mantığı doğrultusunda işçilerden oluşmaktadır. Bu da kriz dönemlerinde Alman şirketlerin işçi çıkarmadan çözüm arayışlarına girmelerine neden olmaktadır. Bu anlamda, pandemi ve diğer krizlerin firma davranışlarının gerçekte belirli bir sosyal bağlamda şekillendiğini daha iyi gösterdiklerini düşünüyorum.

Sonuç olarak, piyasa amorf bir diktatöryel yapıya bürünmektedir. Bundan olumsuz etkilenen bireyi korumak için sosyal ve ekonomik adaleti savunmak zorundayız. JP Morgan gibi finansın kalbinde yer alan şirketlerin milyarder CEO’su bile pandeminin daha adil bir yapı için “uyanma zili” olduğunu söylemektedir. Piyasaların amoral yapılar olduğu düşüncesi, içindeki aktörleri amorflaştıran, silikleştiren ve sorumluluktan muaf tutan bir anlayışa kapı aralamaktadır. Piyasanın aktörlerini daha görünür ve yaptıklarından daha fazla sorumlu tutacak ve dolayısıyla piyasanın arkasına saklanmalarına izin vermeyecek yapılar üzerinde daha fazla düşünmeliyiz.

*Prof. Dr., Yıldız Teknik Üniversitesi İktisat Bölümü