Yürüdük ama bi' sorun bakalım niye yürüdük!

Yürümek korkutucu bir şeymiş, oysa biz kimseyi korkutalım diye yapmadık bunu. Hele ki çocukların dâhi korkularla büyütüldüğü bir ülkede korkutmakla işimiz olmaz. Ama öyle olmadı işte iki adım atıyoruz, adeta bir çizgi film sahnesindeymişiz gibi horrrr diye karşımıza birikiyorlar! Edirne’de çay bahçesinde oturuyoruz aynı, Hakkari’de insanları selamlayacağız aynı; bir panik, bir teyakkuz karşımızda dikiliyor. Kim korkar? Haklı olmayanlar ya da gücü elinde bulundurup onu baskı için kullananlar...

Google Haberlere Abone ol

Filiz Kerestecioğlu*

Gerçi “HDP niye yürüyor” sorusu bizim dışımızda herkese soruldu ve çok “manalı” değerlendirmeler yapıldı bir kısım TV ekranları ve köşe yazılarında ama olsun, belki “çok derin ve kapsamlı” olsa da bu açıklamalar sizleri tatmin etmemiş olabilir!

Şimdi işin alfabesinden başlamak gerekirse HDP bir siyasal parti. Açılımı da Halkların Demokratik Partisi. Halkın Demokrasi Partisi, Halkların Demokrasi Partisi, Halkın Demokratik Partisi ya da Ha De Pe de değil. Doğrusu; Halkların Demokratik Partisi.

Yıllar önce bir gün bir “aktivist” arkadaş, yaptığım bir belgeseli eleştirdiğinde, belgeseli izleyip izlemediğini sormuştum. “Daha izlemedim” demişti! Hani bir şey hakkında konuşacaksanız onun önce adını doğru söyleyin ya da yaptıklarını izleyin, asgari nezaketle ayıp olmasın diye söylüyorum bunu.

Ülkemizde mebzul miktarda mevcut olan, siyaseti meslek edinmiş ve hayatımızdan bir türlü çıkmayan siyasetçilerden birinin söylediği gibi “yollar yürümekle aşınmaz, yürüsünler” sözünü doğrulamak için de yürümedik biz! Hani bunu da bir kenara not düşelim.

Şimdi bizler, bu ülkenin Kürtleri, Türkleri, Ermenileri, Süryanileri, Çerkezleri, Alevileri, kadınları, LGBTİ+'ları, gençleri, emekçileri, ezilenleri ve daha nicelerinden oluşan ve desteklenen 6 milyonun üzerinde yurttaşın oyunu almış bir Partiyiz. Bu da bir kenarda dursun demiyorum, çünkü bu bir kenarda değil meselenin tam da ortasında duracak bir şey.

İşte bütün bu halklar, yurttaşlar bu güzelim memlekette mutsuz, işsiz, aşsız, geleceksiz ve her türlü ayrımcılıkla, çatışmayla, ötekileştirmeyle sınanıyor.

Bu mutsuzluk ve diğer nitelemeler sadece bizim Partimize mensup insanların değil, aslında bütün ülkenin yaşadığı bir gerçeklik tabii ki.

Şimdi tane tane söylüyorum; biz ülkemizde ve dünyada mutlulukla, mutlu insanlar, emeğinin karşılığını alan çalışanlar, sınavlarla, eşitsiz eğitim koşullarıyla sınanmayan gençler, barış içinde en demokratik haklarına sahip olan Kürtler ve diğer halklar, seçme ve seçilme hakkı gasp edilmeyen yurttaşlar, toplantı ve gösterilerini özgürce yapabilen insanlar, düşünceleri, siyasi faaliyetleri nedeniyle hapsedilmeyen gazeteciler, avukatlar, siyasetçiler, cinsiyetçiliğe, ayrımcılığa uğramayan kadınlar olarak yaşamak istiyoruz.

İşte öyleyken böyle ve dedik ki artık yeter! Umudumuz hep ayakta. Biraz naif ya da uslanmazız sanıyorum, o umut hiç bitmiyor nedense! O yüzden bu yeterimizi ve umudumuzu alıp, umudu büyütmeye yola koyulduk…

Aslında bizler birçok kez “yeter” dedik “êdî bes e” dedik, bu ilk değil ama şimdi bugünkünü konuşuyoruz! Yoksa birçok kez “komünist” olduk, “anarşist” olduk “eşkıya” olduk ve anlamları dahi bilinmeyen kavramlarla suçlandık, cezaevlerine atıldık! Şimdiki moda kavram, yine anlamı dâhi bilinmeyen ve tartışılmayan “terör”. Şimdi “teröristiz”! Bir de mesafe diye bir kavram var; ellerindeki mezuralarla terörle aradaki mesafeyi ölçümde kullanılıyor!

Ciddi bir yazı yazamayacağım, çünkü durumlar artık ciddili boyutlardan kara mizah boyutlarına taşındı. Hani gülmek devrimci bir eylemdir, diyoruz ya, gülemeyenlere inat her koşulda gülmeyi unutmama zamanları…

“Havalar nasıl olursa olsun sizin havanız iyi olsun” misali, yürüyüş boyunca sadece kendi havamız değil, fiilen de doğa ve hava koşulları bize iyi davrandı, yağmurları gösterip gösterip geri çekti. Bir ufak konvoy kazası, bir iki araç camı patlaması dışında fiziki bir hasar da yaşamadık.

Ama bir kez daha gördük ki büyük ama çok büyük bir hasar var bu memlekette; demokrasi hasarı…

Kendileri yüzlerce korumayla gezenler, bizlerin karşısına ise emniyet görevlilerini engel olarak çıkardılar! Engel bir şekilde aşıldıktan sonra da “başlarına ne gelirse gelsin” diyerek dönüp bakmadılar bile!

Yürümek korkutucu bir şeymiş, oysa biz kimseyi korkutalım diye yapmadık bunu. Hele ki çocukların dâhi korkularla büyütüldüğü bir ülkede korkutmakla işimiz olmaz. Ama öyle olmadı işte iki adım atıyoruz, adeta bir çizgi film sahnesindeymişiz gibi horrrr diye karşımıza birikiyorlar! Edirne’de çay bahçesinde oturuyoruz aynı, Hakkari’de insanları selamlayacağız aynı; bir panik, bir teyakkuz karşımızda dikiliyor. Kim korkar? Haklı olmayanlar ya da gücü elinde bulundurup onu baskı için kullananlar, ister şiddet uygulayan erkek olsun, ister öğretmen, ister yönetici, isterse devlet gücü! Korkarlar aslında ya da küstahlaşırlar, bugünlük gücün yanında olmanın verdiği rehavetle…

Sonra İstanbul’a geldik, güzelim İstanbul kendine yaraşır bir şekilde karşıladı bizi her yerde. Ama sanmayın ki aynı teyakkuz karşımızda değil! Bir de bu yürüyüşün en önemli laflarından birisi “talimat var, talimat var”! Talimat nedir; hukuki kavramlarla tartışmayacağım çünkü bu ciddi bir yazı değil. Koskoca bir halka ve onun iradesine karşı talimat vereni de, alanı da kendi vicdanlarına havale ediyorum. Çünkü talimat yoksunluktur, özgür olmamaktır, bağımlılıktır. Hele ki engelleme ve güç kullanma talimatı vermek kendine güvensizliktir, acizliktir, kuracak sözü olmamaktır. Bunu genelde çok güçlü olduğunu sanan sırça köşk sakinleri yapar.

Kandıra’ya, sevgili kadın arkadaşlarımızın rehin tutulduğu cezaevine doğru yol alıyoruz… Sanırım 7 kez durdurulduk! Durdurulma şöyle gerçekleşiyor. “Talimat var” sihirli cümle tabii ki. Sonra bir polis sol camdan, diğeri sağ camdan soru soruyor. Görme ve işitme yetenekleri mevcut; ancak yine de tekrar soruyorlar. Uzaktaki birisine sesleniyorum “kaç kez durdurmak üzere talimat aldınız” diyeceğim, duyduğu halde duymamakta ısrar ediyor. “Kulaklarınız duyuyor, değil mi beyefendi?” diyorum. Ben genelde “beyefendi” derim yani nazik bir eylemci olarak! Hani bir de insan kaç kez durdurulacağını bilirse daha rahat eder ve kendini hazırlar ya onun için soruyorum!

Bir süre sonra yol açılırken, o duymayan “beyefendi” arabaya yaklaşıyor. “Kulaklarım duyuyor hanımefendi” diyor. Bu da erkeklik gururudur, kadınlar iyi bilir; yani “bende bir noksanlık” yok halleri! “Çok iyi” diyorum, “inşallah hayat boyu işitme yoksunluğu çekmezsiniz”. Ne diyeyim, zaten yol açılmış, duysa ne olacak, duymasa ne…

Kandıra’ya varıyoruz sonunda ve orada sanırım 1. Ordu'yu göreve çağırmışlar! Ama nazikçe, bu kez o diğer sihirli sözcük devreye giriyor; mesafe! “Bakın biz zaten 5 km iken 2.5 km yaklaşmanıza tamam dedik ama mesafe…” Bu da AKP’nin demokrasi mesafesi oluyor sanırım! Sonra biz açıklamamızı yaparken hiçbiri ortada görünmüyor ama. Ordu ortadan kayboluyor! Bunu şunun için söylüyorum; bir sihirli sözcük daha var çünkü engellemelerde kullanılan. “Sizleri koruyoruz”!

Ve final Ankara. Adı “Milli Egemenlik Parkı” olan parkta, milletvekilleri, parti yöneticilerimiz ve halkımız buluşacağız. Ama heyhat! Orada da “demokrasi sayısı” belirlemişler! Egemenlik kayıtsız şartsız onlarınmış! Belirlenen sayının çok üzerindesiniz diyorlar. Biz tabii demiyoruz ki biz o sayılara sığmayız, daha milyonlar var…

Bir kürsü tartışmasıdır gidiyor. Bir de bu işler çok ciddi müzakere edilecek şeylermiş gibi yapılıyor ya, gerçekten gülmemi tutamıyorum. Koskoca bakanlık filan şeffaf bir kürsü için devrede! Sağ yanımdaki emniyet amirine “bir empati yapar mısınız alt tarafı bir tahta kürsü” diyorum. “Tahta değil şeffaf” diyor! “Ee daha iyi ya” derken, sol tarafımda duran amir “empati yaptım hiçbir şey hissetmedim” diyor! Bu bir sağdan, bir soldan işini az önce anlatmıştım, demek ki her yerde böyleler. Kendisiyle konuşmadığımı nazikçe ifade ediyorum ama o ne, yine “Bir daha empati yaptım hiçbir şey hissetmedim” diyor.

Ama bir şey hissediyor aslında, silahlı gücünün zevkini, fütursuz olabilmenin zevkini hissediyor… Ve öyle bir zevk ki bu diğer tarafta, iki kişinin geçmesine yol açtılar diye kadın polisler de dahil emrindekilere ağır hakaretlerle bağırtabiliyor onu. İşte böyle bir “zevki” hayatımız boyunca hiç tanımayacağımızı ve kimseye de “talimat”la, “mesafe”yle, hakaretle vb. tattırmayacağımızı çok iyi biliyorum. Buna da için için çok seviniyorum.

İşte biz bunun için yürüyoruz sevgili halkımız, zorbalıklara karşı umudu büyütmek için. Sonunda hep coşkuyla halaylarımızı çekiyoruz. Engelleri koyanlar günü gergin bitirirken, huzurla gülüyoruz…

Sosyal, fiziksel mesafe derseniz haklısınız ama halay olmadan tadı olmuyor. Sonra ellerimizi sabunluyoruz. Sabunla kiri hiç çıkmayacak olanlar düşünsün.

*HDP Ankara Milletvekili