İktidarın kahkahası ve medyanın sinikleri

Didem Arslan Yılmaz’ın “burası özel sektör” şeklindeki durum tespiti, Cüneyt Özdemir’in de kendisiyle konuşamayan HDP’lilerle kahkahayla dalga geçmek suretiyle kendisine biçtiği bilir kişi kimliği, bize modern sinizmi vermiyor mu? Didem Arslan Yılmaz’ın durumunda, medyanın ekonomi politik dönüşümüne rağmen, gazeteciliği sürdürme iddiası var. Birtakım ticari tercihlerden bahsetse de aslında HDP’yi konuk almamak kendisi için bir zorunluluk.

Google Haberlere Abone ol

Ergin Bulut*

Türkiye’de ana akım medyanın içine düştüğü durum ortada. İçinde bulunduğu ya da içine düşürüldüğü yerine içine düştüğü ifadesini kullanmamın bir sebebi var. Ana akım medya kuruluşlarında çalışan ve kendilerine gazeteci dediğimiz şahısların da bu durumda dahli olduğunu düşünüyorum. Buna ek olarak, iktidarın ve iktidarlı olma pozisyonunun sadece sözü bastırmadığını, aynı zamanda hem gazetecileri baştan çıkardığını hem de birtakım performansları ortaya koymaları yönünde kışkırttığını görmemiz gerektiği kanısındayım. Dolayısıyla bu yazı, içinde bulunduğumuz boğucu ortamı bastırma metaforu yerine kışkırtma, baştan çıkarma ve bunları mümkün kılan sinizm üzerinden düşünmeye davet niteliği taşıyor.

'BURASI ÖZEL SEKTÖR KİMSE KİMSENİN TERCİHİN KARIŞAMAZ!'

Geçtiğimiz günlerde Didem Arslan Yılmaz’ın Habertürk’teki programında, HDP’nin “Darbeye Karşı Demokrasi Yürüyüşü”nü, bu partiden herhangi birisi olmaksızın konuşması tartışma yarattı. Aslında belli bir süredir, vasata dahi yaklaşamayan tartışma programlarında kadınlar olmaksızın kadınların, HDP’liler olmaksızın HDP’nin, kediler olmaksızın kedilerin konuşulması sıradanlaşmıştı. Fakat programın konuklarından Avukat Salim Şen, HDP’nin mecliste grup toplantısı yapmasına rağmen televizyonlara artık davet edilmemesini tuhaf karşıladığını söyleyince sunucu Didem Arslan Yılmaz söz aldı. Bu sorunun sık sık geldiğini vurgulayan Yılmaz, “Sonuçta biz kamu kuruluşu değiliz. Özel bir sektörüz. Bu bir tercihtir. Bu tercihin nedenleri öyle ya da böyle farklıdır ama zaman zaman bu ekranlarda HDP’liler (zamanında) olmuştur. Bu bir savunma değil, durum tespiti” cevabını verdi. Ardından HDP’yi anlamaya dönük bir soruyu yine Salim Şen’e yöneltti. Belli ki Salim Şen’in gözlemi, konunun muhataplarından daha kafa açıcıydı.

Ekranda dev harflerle “HDP’nin Yürüyüşü Siyasete Ne Getirir?” sorusunu soran bir kanalda, HDP’yi temsilen kimsenin olmaması—şaşırmaya devam edenlerimiz için—çok acayipti. Eğer mevzubahis kurum veya kişi hayatta ise ve bu kanal, dedikodu ya da astroloji değil de iddia ettiği gibi tartışma programı yayınlıyorsa HDP temsilcilerinin ekranda olmasını beklersiniz. Tıpkı elma üreticilerinin sorunlarını ayakkabıcılarla, Çanakkalelilerin dertlerini Amasyalılarla masaya yatırmayacağınız gibi.

HDP’lilerin neden ekranda olmadığı ortada. Ancak Didem Arslan Yılmaz’ın dediklerine ve demediklerine dönelim. “Biz kamu kuruluşu değiliz, özel sektörüz.” Meali? Kamu sorunlarını tartışabiliriz ama bizden kamusal fayda beklemeyin. Kanalımız, ticari çıkarları gereği hareket ediyor. Devam edelim. “Bu tercihin nedenleri öyle ya da böyle farklıdır.” Yani? “Öyle ya da böyle” ile kast edilen, siyasi baskılar ve ekonomik çıkarlar olsa gerek. “Zaman zaman bu ekranlarda HDP’liler olmuştur.” Ne diyor Yılmaz? Eskiden kanalın çıkarları gereği çıkabilmelerinde sorun yoktu. Peki eskiden HDP’lileri çıkardığı için izleyicinin ve demokrasimizin Habertürk TV’ye bir vefa ya da teşekkür borcu mu söz konusudur? Yahut, izleyiciye “HDP izlemek istiyorsan satmıyoruz kardeşim, başka kapıya?” mı denmektedir?

Didem Arslan Yılmaz’ın “biz” diyerek, kanalla ve işvereniyle bütünleşen bir gazeteciye dönüşmesini bir kenara bırakalım. Etik olarak bir problem daha var. Ekrana HDP’li çıkarmasanız bile, düşünüp taşınmışsınız ve “Bu yürüyüşü konuşmak, özel bir kuruluş olarak bizim tercihlerimize uyar” demişsiniz. Belli ki HDP’nin siyasi değerini reklam gelirine tahvil etme derdiniz var. O zaman, bunu kâra çevirirken, tarafları stüdyoya davet etmek, iş ahlakı açısından da gerekli değil midir? Bu insanlar yayına çıkarılmayacak kadar zararlıysa, yürüyüşlerini neden haber yapıp tartışıyorsunuz?

'YÜRÜYÜŞÜNÜZÜ İZLEMEM AMA ARADIĞIMDA TELEFONUMA ÇIKACAKSINIZ!'

Neyse ki ana akım medya ölmedi! Cüneyt Özdemir var. Kendisini televizyonda ilk izlediğim yıllarda yaptığı nitelikli haber dosyaları ve röportajlarla hatırlıyorum. Son dönemde ise o malum müzik ve kahkahasıyla sosyal medyada zaman zaman karşıma çıkıyor. HDP’liler tartışmasını gündeme aldığı videosuna “Selamın Aleyküm” ve ardından kudretli bir kahkahayla başlıyor. Kahkaha güzeldir, kim itiraz edebilir ki?

Özdemir, HDP’lilerin seçilmiş siyasetçiler ve belediye başkanları olarak ekranlara çıkarılmamasını tuhaf buluyor. O da HDP’lilerin yürüyüşünün konuşulduğu programda HDP’lilere ambargo olmasına anlam veremiyor. “Sürreel programlar” diyor. Haklı. Beş tane başka partilerden alıyorsan “bir tanecik,” belki “eski bir HDP’li” alınabileceğini, alınması gerektiğini söylüyor. “Bu kadar olur mu?” diye soruyor. Gerçekçi bir soru. Peşinden yanıt geliyor: “Tamam özel sektör, anlıyorum ben.” Neyi anladığını bilemiyoruz ama “adı konulmamış bir ambargo”dan bahsediyor.

Ancak Özdemir’in videosunun merkezinde -ki zaten bu kısmı gündem oldu- ambargo değil, karşılaştığı tuhaf durum var. Özdemir, asistanı Kenan (Bey)’den, HDP’li isimlere ulaşmasını istiyor. Bir “Baba Haber Bülteni” olarak meseleye el atıyor ve bir HDP’linin ambargoyu anlatmasını istiyor. Ancak ulaşılan dört HDP’li, meşgul oldukları gerekçesiyle yayına katılamıyorlar. İşte tam bu bilgiyi bizimle paylaştığı anda Özdemir, geriye yaslanıyor, ellerini şaşkınlık emaresi olarak yukarı kaldırıyor ve şunları söylüyor:

“İşte insan bu noktada keriz gibi hissediyor kendisini. Abi siz meşgulseniz, o zaman ağlamak da yok (sağ eli havada). Bak arıyoruz. Çıkar mısınız? Meşgulüz. O zaman ‘Bizi niye çıkartmıyorlar’ yok. O zaman ben de üzülmüyorum. Tamam abi. Madem meşgulsünüz. Belki de arıyorlar, ‘Meşgulüz’.”

Gerçi, bütün HDP’lilerin günahını almıyor Özdemir. Sadece dördünü aradığını vurguluyor ama, yine de, nedir bu meşguliyet? HDP’li meşgul mü olur? Hadi iktidar partisi olsalar neyse! 6 milyon seçmenin oyunu alan bir partinin ne gibi meşguliyeti olabilir? Hiç mi akıllarına gelmez Cüneyt Özdemir’in onları arayabileceği? Size bir fırsat bahşedilmiş. Neden yoksunuz?

İKTİDARIN SİNİK DOSTLARI

Habertürk’te Didem Arslan Yılmaz ve kendi sosyal medya kanalında Cüneyt Özdemir özelinde yaşananlar bize ne anlatıyor? Bu sorunun cevabını vermeye başlamak için, Cüneyt Özdemir’in, CNN Türk’te 5N1K’yı sunduğu dönemde, konuğu Fatih Altaylı ile arasında geçenleri hatırlayalım. 2014 yılı sonlarında yayınlanan programda ikili, Habertürk’teki yayınlara yapılan müdahalelerle ilgili ses kayıtlarını konuşuyorlar. Özdemir, bir noktada Altaylı’ya soruyor: “Sen parası pulu olan bir insansın. Maddi bir şeye ihtiyacın yok. Durmanın nedeni ne?” Altaylı’nın cevabı da bir soru: “Sence ne? Sen niye burada duruyorsun?” Üç dört saniyelik muazzam bir sessizlikten sonra Özdemir, “Gazetecilik yapmaya çalıştığım için duruyorum” diyor. Altaylı’nın cevabı: “Aynen ben de.” Sonrasında Altaylı, kimsenin ana akımdaki durumdan mutlu olmadığını ama istifanın çözüm olmadığını söylüyor: “O istifa etsin bu istifa etsin. Ne olsun abi? Bütün medyanın sahibi havuzcular mı olsun?”

Programın üzerinden geçen yıllar sonrasında bu sorunun cevabı ortada. Peki Habertürk’teki HDP vakası, bizlere başka ne söyler?

Sema Kaygusuz, Barbarın Kahkahası adlı romanında, bir yaz tatilinde, bir motelde gece yarısı denize işeyen bir müşteriden (Turgay) hareketle motelde yaşanmaya başlayan huzursuzlukları anlatır. Olayın ertesi günü motelde bir kavga çıkar. Kavgaya karışan saldırgan çift, moteli terk eder ama moteldeki huzursuzluklar sürer. Zira her sabah motelde bir yerler pisletilmektedir. Dolayısıyla gözler, ilk gecenin sorumlusu Turgay dışında başkalarına da dönmüştür. Bu noktadan sonra motel müşterileri hem başkalarını hem yakınlarını suçlamaya başlar. Anlarız ki motel aslında memlekettir, toplumun ta kendisidir. Haliyle bu kadar kirletilmiş bir toplumda sorumluluk kimdedir? Herkesin birbirini suçladığını düşünecek olursak, kim temizdir? Temiz olmak mümkün müdür? Kaygusuz bu soruları sordurur bize.

Romandaki karakterlerin kendisini suçsuz ve her şeyin en iyisini bilen ve yapan bireyler olarak kodlaması dikkat çekiyor. Yani biz uygar ve olgun olanızdır. Barbar ve eksik olan başkalarıdır. Yazının başında vurguladığım ve Türkiye’de ana akım medyanın içine düştüğü durum ile kast ettiğim şey buydu. Pis bir ortam var ama kimse sorumlu değil. Yahut sorumlu olan sadece iktidar. Kötü insanlar. Neredeyse bir komplo kurulmuş! Herkes kurban ve mağdur. Memlekette her daim geçer akçedir zaten mağduriyet. Ama kimse, medya alanında otoriterleşmeye keyifle varılan şatafatlı günleri, siyasi elitlerle geçen o güzel uluslararası seyahatleri konuşmak istemez. Sahi, medyamız ne ara bu kadar ambargo sever oldu?

İktidarın sözü bastırması tabii ki önemli. Ancak iktidarın özneleri ve onların söz söyleme pratiklerini nasıl kışkırttığını, onların ne gibi performanslara sürüklediğini ve aslında öznelerin de—burada gazeteciler—bundan nasıl keyif aldığını da görmek lazım. İşte burada, sinizm devreye giriyor.

Antropolog Natalia Roudakova, Losing Pravda: Ethics and the Press in the Post-Truth Russia adlı kitabında, Sovyet sonrası dönemde gazeteciliğin dönüşümünü ele alır. Roudakova, kapsamlı arşiv çalışması, gazetecilerle mülakatlar, ders kitaplarının analizi ve hatıralardan hareketle gazetecilerin, Sovyetler Birliği döneminde devletle yakın ilişkilerine rağmen, okuyucularına karşı sorumluluklarından kolay kolay vazgeçemediklerini anlatır. Her ne kadar problemli yanları olsa da Sovyet dönemi gazeteciliğin hakikatle kurduğu sağlam sayılabilecek bir ilişkisi vardır. Bu ilişki, Sovyetlerin dağılması ve piyasa reformlarıyla birlikte yerini, sinizme bırakacaktır zira Türkiye’dekini de andıran bu süreçte artık gazeteler gazetecilere değil, güçlü siyasi figürlerin şirketlerine aittir. Yeni duygusal ve ideolojik iklim sinizm olacaktır çünkü hakikat arayışı ve hakikat anlatıcılığının yerini, para ve çıkar odaklı haber üretimi alacaktır.

Roudakova, kitabında farklı sinizm tanımları verir ve bu kavramı şüphecilik ve nihilizmden ziyade ironi üzerinden tanımlar. İroni yapan kişi, görünenlerin arkasındaki çıplak gerçeklikle ilgilenmez. Zaman ve olayların akışının üzerindedir. İronik duruş, bu pozisyonu benimseyen kişiyi herhangi bir ahlaki konuma sıkışmaktan azade eder. Roudakova tam bu noktada, filozof Peter Sloterdijk’e referansla, sinizmi “aydınlanmış yanlış bilinç” olarak tanımlar. Sinik kişi, ne yaptığını bilen ama yine de yapmaya devam edendir. Modern sinizmde ahlaki rahatlık, ironik uzaklık ve sınırda gezinen melankoli artık bir aradadır. Hal böyle olunca da sinik kişi, her ne yapıyorsa yapmaya devam edecektir.

Didem Arslan Yılmaz’ın “burası özel sektör” şeklindeki durum tespiti, Cüneyt Özdemir’in de kendisiyle konuşamayan HDP’lilerle kahkahayla dalga geçmek suretiyle kendisine biçtiği bilir kişi kimliği, bize bu sinizmi vermiyor mu? Didem Arslan Yılmaz’ın durumunda, medyanın ekonomi politik dönüşümüne rağmen, gazeteciliği sürdürme iddiası var. Birtakım ticari tercihlerden bahsetse de aslında HDP’yi konuk almamak kendisi için bir zorunluluk. O da bunun farkındadır. Ama yine de işini, zorunda kaldığı şekilde ve fakat her şey normalmiş gibi yapmaya devam etmektedir. Bir yandan gazeteciliği ticari bir iş gibi kodlamakta, bir yandan da Türkiye’de demokratik bir medya ortamı varmış gibi davranmaktadır. Ancak kral o kadar çıplaktır ki, bu “mış gibi” davranmak, inandırıcı olmaktan uzaktır. Programları ve televizyonları izlenmemektedir.

Cüneyt Özdemir’de ise sinizmin boyutları biraz daha değişiyor çünkü hem Özdemir’in performansı hem de iktidarla kendini konumlandırma biçimi farklı. Ben, Özdemir’deki sinizmin, antropolog Roudakova’nın tanımladığı “iktidarın dostlarının sinizmi”ne yakın olduğunu düşünüyorum. Siyasi çevrelere yakın yahut kültür dünyasının içerisinde olup iktidar sahibi kişilerle özdeşleşen bir sinizm bu. Roudakova, Sloterdijk’a referansla bu tip siniklerde şöyle bir düşünme biçimi olduğunu anlatır. Evrensel yasalar aptallar için geçerlidir. Mevzuları bilenlerin yüzündeyse o ölümüne akıllı (fırlama?) gülümseme vardır. Üstelik iktidarın dostları, tatsız tuzsuzmuş gibi bir dil kullanıp böylesi bir tavır takınarak, toplumdaki dezavantajlı grupların düşünce dünyasına da erişim sağlarlar. İdeolojik açıklamalara keskin bir güvensizlik duyarlar. Siyasete ve gerçek anlamda bir iletişime kayıtsızlık söz konusudur. Bu duruş, kötülüğün ve eril bir nobranlığın kapısını da aralar. Yani sinik karakter, artık kötü olmaya veya kötülük yapmaya daha yakındır.

Özdemir’deki farklı sinizm, iktidarın kışkırtıcı pozisyonuna yanaşma tavrından kaynaklanıyor. Özdemir de belki sorsanız, makara yaptığını, o videoların gazetecilik olmadığını söyleyebilir. Ya da gazetecilik yaptığını söyleyebilir. Her halükarda, söyledikleri ve söyleyiş biçimi, bize yaptığı makaranın iktidarla ilişkisini unutturmamalı. Şaka, hiçbir zaman sadece şaka olarak kalmıyor. Akıbetini, şaka yapanın ve şaka yapılanın iktidarla konumlanması belirliyor. Ve unutmamak gerekir ki iktidar her zaman susturmuyor, birçok zaman da konuşturuyor, mazeret bulduruyor, ‘her iki tarafı dinleyelim’cilik oynatıyor, mış gibi davrandırıyor ve adaletsizliğe uğrayanların suratına dev ama komik olmayan, kötücül kahkahalar da attırıyor.

*Doç. Dr., Medya ve Görsel Sanatlar, Koç Üniversitesi