Koleksiyoner Aybala Yentürk: Koleksiyonculukta 'istifleme' yoktur

Aybala Yentürk ile koleksiyonculuk serüvenini konuştuk. Yentürk, "Koleksiyonculuk, koleksiyoncunun bilgisinden, kültür birikimine kadar uzanan geniş bir yelpazede ince bir seçicilik barındırır" dedi.

Google Haberlere Abone ol

DUVAR - “Osmanlı Kozmetolojisi” ve “İzmir Kent Tarihi” başlıklarında iki önemli koleksiyonu bulunan koleksiyoner Aybala Yentürk, çok sayıda ulusal ve uluslararası tematik sergi ve belgesele hem katılımcı hem de danışman ve küratör olarak destek verdi. Hazırladığı çalışmaları bilimsel platformlarda paylaşarak koleksiyonculuğun, koleksiyoncu kimliğinin akademik çevrelerde fark edilmesini ve yer edinmesini sağlayan Yentürk, küratörlüğünü ve danışmanlığını üstlendiği “Kültürpark ve Fuar Tarihi” sergilerinin yanında, bu konuda bir de kitap yazıyor. Şu ara üzerinde en yoğun çalıştığı konu ise, “19. yüzyıl Karşıyaka Tarihi”.

Türkiye’nin önde gelen koleksiyoncularıyla birlikte 2001 yılının Nisan ayında İstanbul’da, Collection Club Araştırma, Kültür ve Yayın Kulübü’nün kurulmasında yer alan Yentürk, 2003 yılında, eşi Nejat Yentürk ile birlikte kulübün İzmir şubesinin oluşturulmasına öncülük etti.

Aybala Yentürk ile Osmanlı parfümcülüğü ve koleksiyonculuk üzerine bir söyleşi gerçekleştirdik.

Aybala Yentürk

‘SONRADAN KOLEKSİYONCU OLUNAMIYOR’

Koleksiyon merakınız nasıl başladı?

Antika ve eski eşyalara olağanüstü kıymet veren bir ailede büyüdüm. Özellikle annem ailesinden kalma bir toplu iğneye dahi değer verirdi. Eski olana saygı gösterme, değer bilme konusunda üzerimdeki olumlu etkisi tartışmasız büyük. Babam ise ilerleyen yaşlarında eski müzik aletleri ve muazzam bir tespih koleksiyonu meydana getirmişti.

Koleksiyoncu olmanın doğuştan gelen bir “yetenek” olduğuna inanıyorum. Her zaman dile getirdiğim üzere sonradan koleksiyoncu olunamıyor. Hiç kimseyi saatlerce ya da günlerce dil dökerek koleksiyoncu yapmak mümkün değildir. Ancak içinde gizlenmiş saklı bir cevher varsa onu uyandırabilirsiniz. Tabii çocukluk yıllarımda yine de bana farklı zenginlikler sunabilecek, ufkumu açabilecek –bugün tanımladığımız şekliyle- koleksiyonlarla ve koleksiyoncularla tanışmak isterdim. Şüphesiz böyle bir karşılaşma bugün geldiğim noktaya daha önce ulaşmamı sağlardı.

Benim koleksiyonculuk serüvenim ülkemizdeki hemen hemen bütün koleksiyoncu çocuklar gibi pul koleksiyonu ile başladı. Çünkü başka bir örnek bilmiyorduk. Bunu gazoz kapakları, ileriki yıllarda sakız kartları, kartpostallar izledi. Sonra uzun bir ara verdim koleksiyonculuğa. Üniversiteyi bitirdikten sonra eşimle tanıştım ve ikimiz birlikte tekrar yeni koleksiyonlar oluşturmaya başladık.

‘ÖNEMLİ ÇALIŞMALARA İMZA ATTIK’

Koleksiyonlarınız hangi temalardan oluşuyor?

Eşimle birlikte yönettiğimiz iki önemli başlıkta koleksiyonumuz ve bu koleksiyonlarımıza bağlı sürdürdüğümüz araştırmalarımız var. Bunlardan ilki “Osmanlı Kozmetolojisi” adını verdiğimiz, Osmanlı ve Erken Cumhuriyet dönemi koku, temizlik ve süslenme alışkanlıklarını içeren oldukça kapsamlı bir konu.

İkinci önemli başlık ise “İzmir Kent Tarihi”. İzmir’in toplumsal ve kültürel geçmişine, birikimine ait her türlü nesne, belge ve fotoğraf bu koleksiyonda yer alıyor. Her iki konunun da farklı açılımlara imkân sağlayan alt başlıkları var ki bunlar da başlı başına birer koleksiyon teması. Zaman zaman bu alt başlıklar ön plana çıkıyor ve onlarla ilgili üretimler yapıyoruz. Örneğin bir dönem “Osmanlı Kozmetolojisi” başlığı altındaki “parfüm tarihi” temasıyla ilgili önemli çalışmalara imza attık. Bunlardan biri, hâlâ alanında ilk ve tek olmayı sürdüren 2005 yılında Yapı Kredi Kültür Sanat ile birlikte kotardığımız “Kutsal Dumandan Sihirli Damlaya Parfüm” Sergisi. 2016 yılında ANAMED tarafından düzenlenen, danışmanlarından olduğumuz “Koku ve Şehir” sergisi de yine parfüm tarihi üzerineydi.

Fransız L.T. Piver parfüm evine ait ürünler - 1900'ler

‘OSMANLI’DA GÜZEL KOKULAR YAYGIN OLARAK KULLANILIYORDU’

Osmanlı parfümcülüğü oldukça merak uyandıran bir başlık. Sizi bu konuya yönlendiren neydi?

Beni bu konuda koleksiyon yapmaya iten en önemli neden konunun son derece bakir olmasıydı. Geleneksel Osmanlı yaşayışında güzel kokuların kullanımı genellikle eczacılık ve tıp tarihi açısından ele alınıyor, Osmanlı insanının kişisel “beğeni” anlamındaki koku tercihleri üzerine belli bilgiler dışında yeni bir şey pek söylenemiyordu. En önemlisi 19. yüzyılda yaşanan toplumsal dönüşümlerin, koku ve kozmetik kullanımı üzerinde yarattığı etkiydi. Tanzimat dönemiyle başlayıp Cumhuriyet ile devam eden süreçte neler yaşandığının izleri -çok şükür ki- ancak birkaç anı kitabında, bazı Batılı gezginlerin seyahatnamelerinde ve dikkatli bakarsanız romanlarda sürülebiliyordu. Ancak toplu bir çalışma ya da değerlendirme yoktu. Hoş, hâlâ da var sayılmaz...

Bedene uygulanan Osmanlı parfümleri kokulu sular, kokulu yağlar ve macunlardan oluşmaktaydı. Bugünkü anlamıyla alkol içerisinde kokulu maddelerin çözündüğü parfümler yoktu. Başta Araplar olmak üzere kendisinden önceki koku kültürlerini miras alarak zenginleştiren Osmanlı’da güzel kokular neredeyse yaşamın her alanında yaygın bir şekilde kullanılıyordu. 1880’lerin sonunda Pera’da yaşamış olan Pretextat Lecomte’un güzel kokuların, “Batı için bir lüks, ancak Doğu’da vazgeçilmez” olduğunu belirtmesi boşuna değildir. Osmanlı parfümcülük geleneği 20. yüzyıla kadar devam etti. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren batılı ürünlerin istilası sonrasında belirli bir kesim tarafından hâlâ kullanılsalar da zaman içerisinde birer birer sahneden çekildiler ve unutuldular.

Esas ilgimizi çeken dönem işte bu geçiş süreciydi. Üretimde sentetik esanslar ve alkol kullanımına ek olarak, sıradan şişe ve kaplarda satışa sunulan parfüm ve kozmetik ürünlere ait ambalajların billûr gülâbdanlar ya da tombak buhurdanlar gibi kendilerine evlerin başköşelerinde, vitrinlerde yer bulamamış olduğu açıktı. Böylelikle bütün dikkatimizi parfüm üretiminin endüstrileştiği döneme vermeyi uygun bulduk. Bu yöneliş koleksiyonumuzu bir bakıma benzersiz kıldı. Zira hemen her müze koleksiyonunda gülabdanlar, buhurdanlar, şık flakonlar bolca bulunuyordu, ancak üzerine etiket yapıştırılmış ticari şişelere belli ki kimse değer vermemişti. Böylelikle koleksiyon oluşturma çabamız zaman içerisinde yerli üreticileri derlemek üzere bir çeşit tarih yazımına dönüştü.

Farklı dönemlere ait kolonya ve parfüm şişeleri.

‘OSMANLI İMPARATORLUĞU ÖNEMLİ BİR PAZARDI’

Parfüm endüstrisinin dünyada ve Türkiye’deki tarihsel gelişimi konusunda neler söylersiniz?

Kokuların sentetik olarak üretilebilmeleri ve aldehitlerin keşfi, doğada olmayan karışımları yaratabilmek üzere hayal gücünü harekete geçirecek bir ortam yaratmıştı. Böylece Avrupa’da 19. yüzyıldan itibaren parfümerinin altın çağı başladı. Bu altın çağ, beraberinde yoğun bir rekabet ortamını da getirdi. 19. yüzyılın sonlarına doğru parfümeri ayrı bir sanayi kolu haline geldi: Özellikle Fransız parfüm endüstrisi, uluslararası boyutta oldukça başarılı ve prestijli bir noktaya ulaşmıştı. Avrupa’da, özellikle Fransa’daki parfümeri endüstrisindeki büyüme ve rekabet ortamı, parfüm üreticilerini yeni pazarlar arama, mümkün olduğunca uzak bölgelere kadar satış yapma konusunda harekete geçirdi. Fransız parfümleri özellikle Kuzey ve Güney Amerika’da kendilerine büyük bir pazar bulmuşlardı. Diğer önemli iki pazar da Rusya ve Osmanlı İmparatorluğu’ydu.

Başta İngiltere olmak üzere, 1838 – 1841 yılları arasında diğer Avrupa ülkeleri ile yapılan ticari antlaşmalar sonucunda Batılı ürünler Osmanlı pazarına rahatça ve meşru bir şekilde girmeye başladılar. Avrupa parfümcüleri için Osmanlı İmparatorluğu büyük ve önemli bir pazardı. 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren özellikle de II. Abdülhamit Dönemi’nde Osmanlı topraklarına giren Avrupa üretimi parfümler ve kozmetik ürünler, başta İstanbul olmak üzere İzmir, Selanik, Beyrut, Şam gibi diğer büyük kentlerde açılan bu bonmarşelerde ve yağlıkçı esnafında, eczanelerde boy göstermeye başladı. Tanzimat dönemiyle birlikte yaşanan toplumsal değişikliklere tanık olan ve Batılı yaşam tarzını kabule hazır Osmanlı insanının, özellikle üst tabakaya mensup şehirli kadın ve erkeklerin bu ürünleri benimsemeleri zor olmadı. Kısa bir süre sonra ithal ürünler, kokulu yağ, gül ya da çiçek suları ile sürme, rastık ve kına gibi geleneksel süslenme araçlarını kullanan kadınların hatta erkeklerin gündelik yaşamının vazgeçilmezleri arasına girdiler.

Ahmet Faruki - parfüm flakonu

Osmanlı topraklarına adım attığı ilk günden beri hiçbir yabancı müstahzar, kolonya kadar tutulmamıştı. Dünya üzerinde benzerine az rastlanacak ölçüde bir ilgiyle karşılanır, kolonya. Almanya’daki adı ‘Kölnnischerwasser’ iken Fransa’da “Eau de Cologne” olan bu ürünün sabit bir formülü vardır. Osmanlı topraklarında kendine en fazla yer bulan Avrupalı ürün “Eau de Cologne” olmuştur. II. Abdülhamit’in kendisi ve kızları ise sadece “Jan Mari Farina kolonyasını” kullanıyorlardı.

Osmanlı Dönemi’nin ilk yerli parfüm üreticileri de bir bakıma eczacılardı. Kolonya ve parfüm imal etmek için gerekli teknik donanıma sahip olan eczacıları Osmanlı’nın ilk parfümörleri olarak nitelendirebiliriz. Osmanlı Dönemi’nin eczacı olmayan ilk Müslüman parfüm üreticisi Ahmet Farukî olarak kabul edilir. Bununla birlikte elimizde Müslüman olmayan Osmanlı vatandaşlarının bu tarihten daha önce parfüm ürettiklerine ait kanıtlar mevcut. Farukî, Itriyat Fabrikası’nı 1894 yılında kurmuş ve sadece parfüm değil çok sayıda kozmetik ürün var etmişti. Uluslararası sergilerde madalyalar kazanan Farukî, birçok ülkeye ihracat da gerçekleştirmişti. Onu çok sayıda irili ufaklı yerli üretici takip etti. Özellikle de kolonya üretimi aklın alamayacağı ölçüde yaygınlaşarak çeşitlendi.

‘KOLEKSİYONCULUKTA 'İSTİFLEME' YOKTUR’

Peki, sizce koleksiyoncu kimdir?

Nesne-insan ilişkisinin en aykırı yanı şüphesiz koleksiyonculuktur. Sıra dışı bir satın alma ya da tüketim faaliyeti olarak koleksiyonculukta elde edilen nesneler gerçekte işlevleri nedeniyle satın alınmamışlardır ve bu nedenle kullanılmazlar. Bilakis ilk bağlamlarından koparılarak koleksiyoncunun gözünde ayrı bir değere sahip olurlar. Bu değer koleksiyoncu nezdinde söz konusu nesnenin barındırdığı “bilgi” ile ölçülür.

“Koleksiyon” kelimesi Latince “colligere” fiilinden gelir ve anlam olarak hem “toplama” hem de “özetleme” eylemlerini içerisinde barındırır. Yani koleksiyoncu bir yandan toplarken, bir yandan da koleksiyon temasını en iyi temsil edecek nesneleri seçerek yani aslında alanını özetleyerek ilerleyen kişidir. İşte bu noktada koleksiyoncu, toplayıcılardan ve biriktirenlerden ayrılır. Zira koleksiyonculukta “istifleme” yoktur. Koleksiyoncunun, bilgisinden, kültür birikimine kadar uzanan geniş bir yelpazede ince bir “seçicilik” barındırır. En önemlisi de koleksiyon eylemi içerisinde kesinlikle bilinmezliğin olmasıdır. Bu konuda Walter Grasskamp şöyle der:

“Koleksiyoncunun yerleşik bir geleneğin izinden giderek ya da piyasa değerini göz önünde tutarak bazı nesneleri biriktirdiği durumlarda, aslında sahici bir koleksiyonculuktan söz edemeyiz; hele de tamamlanmış koleksiyonun nihai hali önceden belirlenmişse.”

Ve onu Jean Baudrillard şu sözleriyle tamamlar: “Koleksiyonculuğu, biriktirme eyleminden kesinlikle ayıran özellik kültürel karmaşıklığı ve eksik parçaların varlığı, yani asla tamamlanamayacak bir şeye benzemesidir.”

Koleksiyonculuk bir boş zaman uğraşının ötesinde, sağlam ve bilimsel temeller üzerinde geliştirilmesi gereken, sorumluluk gerektiren bir faaliyettir. Koleksiyonculuk eylemini “patolojik” olarak değerlendirenler, birtakım takıntılarla formüle etmeye çalışanlar hâlâ kaldı mı bilmiyorum ama ben koleksiyonlarımızı doğru bilgiye ulaşabilmenin bir aracı olarak görüyorum.

Ferid parfüm şişesi (solda), Çoban Losyonu (ortada), İzmir'in ünlü Altın Damlası Kolonyası (sağda)

‘GERÇEK KOLEKSİYONCU KALEM OYNATAN KİŞİDİR’

Koleksiyoncu olmak için sadece biriktirmek yeterli mi? Koleksiyonerlik faaliyetlerinin Türkiye’deki işleyişi nasıl ve dünyada koleksiyonculuğa bakış ne durumda?

Günümüzde sıradan nesneler toplayan koleksiyoncuların sanat dünyası camiasında değer kazanması yeni bir olgu sayılır. Bu yönde atılan ilk adımlardan biri Paris’teki Dekoratif Sanatlar Müzesi tarafından 1974 yılında düzenlenen “İls collectionnent…” (Topluyorlar…) adlı sergidir. Bu sergi, büyük bir çeşitlilik sunarak, “sıradan” koleksiyoncunun aslında o kadar da sıradan olmadığını gösteriyordu.

Şişe kapakları, kumbaralar, gaz maskeleri, elektrik düğmeleri, oyuncaklar, biletler, etiketler ve daha birçok nesnenin yer aldığı bu sergi sıradan koleksiyonların da en az sanatsal koleksiyonlar kadar ilgi çekici olabileceğinin ilk örneği olarak kabul edilir. Bu tarz sergileri ülkemizde ilk başlatan ve uzun yıllar geliştirerek sürdüren kurum ise Yapı Kredi Kültür Sanat’tır.

Koleksiyoncu olmak için sadece toplamak ve biriktirmek elbette yeterli değil. Gerçek bir koleksiyoncu, temasıyla ilgili araştıran, konuşabilen ve mümkünse kalem oynatan kişi olmalı. Günümüzde “uzman koleksiyoncu” ya da “araştırmacı koleksiyoncu” gibi tanımlamalar hem yurt dışında hem de ülkemizde kabul gören titrlerdir. Sanat dünyasında “art of collecting” yani “koleksiyonculuk sanatı” terimi yaygınlaştı. Sanat tarihi araştırmalarında “koleksiyonculuk” üzerinde özellikle durulur. Koleksiyonculuğun artık sadece eşyanın yitip gitmesine izin vermeme haline indirgenerek değerlendirilemeyeceği, bunun bir koruma saklama faaliyeti olduğu kadar bir kendini ifade ediş, varoluş biçimi olduğu sıklıkla dile getirilmektedir.

‘KOLEKSİYONCULAR SADECE BİRER 'BAĞIŞÇI' OLARAK GÖRÜLÜYOR’

Son olarak; sizce koleksiyoncu toplum için nasıl bir değer yaratır? Koleksiyonculuğun sosyal sorumluluk boyutu var mıdır?

Koleksiyoncu, her şeyden önce kendi imkânları ölçüsünde yok olmaya mahkûm nesnelerin, belgelerin ve en önemlisi de bilgilerin peşinde olması, onları muhafaza etmesi ve yeri geldiğinde paylaşmasıyla yaşadığı ülkeye, topluma, gelecek kuşaklara karşı büyük bir misyonu zaten yerine getiriyor. Biz kulüp olarak gerek İstanbul’da gerekse İzmir’de “koleksiyonculuk” teması üzerine çok sayıda sergi açtık. İzmir şubesi olarak 2007 yılında Türkiye’de ilk kez “koleksiyonculuk” üzerine bir sempozyum düzenledik. Tüm bu faaliyetler ile Türkiye’de koleksiyonculuk kültürünün yaygınlaşması, en önemlisi sağlam temeller üzerinde gelişmesi için tüm arkadaşlarımızla birlikte elimizden gelen her şeyi yapmak için çaba gösterdik.

Ayrıca ben koleksiyonculuğun bana kazandırdığı bilgi ve deneyimlere dayanarak, fark yaratabileceğim inancıyla “müzecilik” alanında uzun zaman önce profesyonel olarak çalışmaya başladım. Türkiye’nin değişik illerindeki resmi ve özel kurumların projelerinde görev aldım. Hâlâ da devam ediyorum.

Koleksiyoncuların sosyal sorumluluğu var mıdır noktasında, belki de hepimizin şu soruyu sormasının zamanı gelmiştir. Devletin, yerel yönetimlerin, resmi ya da özel kurumların, hatta üniversitelerin koleksiyonculara karşı sorumluluğu var mıdır? Çok yakın zamana kadar koleksiyoncular sadece birer “bağışçı” olarak görülüyorlardı. Elindekileri, söz konusu hangi kurumsa onun projelerine vermekle yükümlü olan, nasıl ve hangi bağlamda değerlendirileceği konusuna karışmaması beklenen kişi. İstisnai kurumlar olsa da durum genelde böyleydi ve çoğunlukla bu yaklaşım hâlâ devam ediyor. Oysa koleksiyoncular tartışmasız bundan öte bir birikime ve donanıma sahip kişilerdir. Bir koleksiyoncu, alanını en iyi bilen, koleksiyonunu en iyi yöneten kişidir. O nedenledir ki mutlaka projelerin paydaşı olarak yer verilmelidir.

Koleksiyonculara bilgi ve birikimlerini paylaşabilecek geçici/kalıcı müze alanları sağlama, gerekli projelere ortak ederek danışmanlıklarından faydalanma gibi konularda ciddi anlamda çaba harcanmasının zamanı çoktan geldi. Zira koleksiyoncuların meydana getirdikleri birikimin geleceği sadece kendilerini değil, toplumu ilgilendiren hayati bir konudur. Ve en önemli nokta, çözümün koleksiyoncular henüz hayatta iken getirilmesidir. Ne mutlu ki eşimle birlikte koleksiyonlarımızın önemli bir bölümü için kalıcı olmasını ümit ettiğimiz bir müze projesi üzerinde, saygın bir kurumla çalışmaya başladık. Hayata geçireceğimiz projenin herkes için güzel bir örnek teşkil edeceğine olan inancımız sonsuz.

İzninizle bu keyifli sohbetimizi, Walter Benjamin’in şu sözleriyle bitirmek isterim: “Toplama fenomeni sahibini kaybettiğinde anlamını yitirir. Özel koleksiyonlarla karşılaştırıldığında kamusal koleksiyonlar akademik olarak daha yararlı olsalar da koleksiyonlar anlamını kişisel olduğunda bulur.”