Kızılcık Şerbeti övmeye devam ediyoruz

Aslında tüm makbuller, ‘öteki’ ile karşılaştığımızda yıkılmıyor mu? Kızılcık Şerbeti, tüm bu makbulleri yıktığı ve biraz da ‘Kutsalınız batsın’ dediği için güzel.

Google Haberlere Abone ol

Emre Erbirer

Birkaç ay önce YouTube’da amaçsız bir şekilde dolaşırken karşıma Aliye dizisinin (a.k.a Çocuklarım Olmadan Asla) bölümleri çıktı. 2004 - 2006 yılları arasında ATV’de gösterilen diziyi, yayınlandığı dönemde aile evinde izlemiştim, ancak aradan neredeyse 20 yıl geçtikten sonra karşıma çıkınca merak etmeden kendimi alamadım ve tekrar başladım.

Hikâye, Edirne’de kocası ve iki çocuğu ile yaşayan, zalim kayınvalidesinin gözü ve eli sürekli üstünde olan Aliye’nin, kocası tarafından genç bir kızla aldatıldığını öğrenmesi ve sonrasında kocasından şiddet görmesi üzerine kocasını terk ederek, çocuklarından biriyle İstanbul’a kaçması ve bu yolculukta her anlamda özgürleşmesi üzerineydi. Aliye’nin çocuklarına kavuşma çabası sürerken Doktor Deniz ile mesafeli bir aşk yaşaması, mesleğinde ilerlemesi ve kendi ailesinden geriye sadece dayısı kalmış bir kadın olarak, komşuları, iş arkadaşları ve Doktor Deniz’in arkadaşları ile bir seçilmiş aile kurması çok iyi işleniyordu. Tüm bunların yanı sıra Aliye’nin en büyük destekçisi, ayrılmaya çalıştığı kocasının, hem annesi hem abisi tarafından hep hor görülen kız kardeşi idi. Aliye’nin dayısının, eşinden ayrılmış bir kadınla ilişki yaşaması ve sonrasında evlenmesi ve o orta yaşlı kadının yeni bir çocuk doğurması da hikâyenin, bugünden bakınca çok öncü yanlarından biriydi. Ancak en önemlisi, Aliye, bir kadının özgürleşmesini temel alan ve dizideki tüm karakterlere birer hikâye çizen bir diziydi. Ki bu özellikleriyle Kızılcık Şerbeti ile de çok benzetiyorum. Peki aslında Kızılcık Şerbeti’nden bahsedeceğimiz bu yazıya neden Aliye ile başlıyoruz? Sıra ona da gelecek, ama önce şu parantezimizi bir kapatalım. Aliye’nin tüm bölümlerini bitirdikten sonra YouTube bana Bir İstanbul Masalı’nı önerdi. (Bak sen şu algoritmaların işine.) Haydi dedim, ona da başlayayım. Bir İstanbul Masalı’nı izlerken dizideki Arhan ailesinin sahibi olduğu ARC Holding’in bugünkü Salt Galata binası olduğunu fark ettim ve bunu Twitter’a yazdım. İşte her şey o tweet ile başladı. Arkadaşım Büşra, Kızılcık Şerbeti adlı dizide de Salt Galata binasının holding olarak kullanıldığını yazdı. Ben de merakıma dayanamadım ve bu vesileyle Kızılcık Şerbeti’ne başladım. 2 Şubat’ta diziye başladım, 4 Şubat’ta dizi hakkındaki ilk tweet’imi attım, 5 Şubat’ta karşıma çıkan herkesle diziyi konuşmak istediğimi paylaştım ve bu tweet’ten bir ay sonra, 8 Mart’ta (ne de güzel günmüş!) ‘Kızılcık Şerbeti Övüyoruz’ adlı WhatsApp grubunu kurdum. Şu an akademisyen, sosyolog, yazar, küratör, kültür yöneticisi, gazeteci, öğrenci, mimar vb. 40+ kişi, her gün, saatlerce Kızılcık Şerbeti övüyoruz, karakterlerin burç yorumları, seçimde kime oy verecekleri ve kıyafetleri başta olmak üzere başka bir sürü konuyu tartışıyoruz, Fatma’nın çalışıp çalışmadığı ve Nursema’nın Amerika’da ne okuduğu gibi birçok konuyu da birlikte merak ediyoruz. Peki Kızılcık Şerbeti beni ve diğer herkesi neden bu kadar çekti? Çünkü birçoğumuz Arslan veya Ünal ailelerinden birinde büyüdük, hepimizin annesi biraz Pembe veya Kıvılcım, hepimizin etrafında çeşitli Fatih’ler ve Nilay’lar ve ne yazık ki Kayhan’lar var. Ömer’ler ve Umut’lar ise nispeten az.

80’lerde Bağdat Caddesi’nde doğdum. Önce Nişantaşı sonra Etiler’de oturduktan sonra Erenköy’e taşınmış bir ailem var, hayatım boyunca özel okullarda okudum, ben çocukken salonumuzda çeşit çeşit içkinin yer aldığı bir barımız vardı, yani nispeten sıradan bir ayrıcalıklı ‘Beyaz Türk’ sayılırım. Diziyi izleyen bazı insanlarla konuştuğumda Kıvılcım’ın veya Doğa’nın bazı tepkilerine anlam veremediklerini ve din ile ilgili bazı şeyleri bilmemelerine çok şaşırdıklarını ve ‘Bu kadarı da olmaz, abartı yani.’ dediklerini duydum. Ancak garip bir şekilde tüm bunlar bana o kadar yakın geliyordu ki, belki de Türkiye’de bir dizi karakteri ile ilk defa empati yapabildim ve bu beni diziye daha çok çekti. Ailemde hiçbir zaman muhafazakar, din ile yakından ilgilenen veya dinin farzlarını yerine getiren biri olmadı. Çocukluğumda ailemdeki çoğu kişinin evine ayakkabı ile girilirdi, ablama bir çeyiz düzmedik, dini bayramlar sadece dedemlerin evinde yenen aile yemeklerinden ibaretti. Gittiğim okullarda etrafımda çoğunlukla hep kendim gibi insanlarla bir aradaydım. Üniversitede ilk defa başörtülü bir sınıf arkadaşım oldu, onun da başörtüsünün üzerine peruk veya şapka taktığı dönemlerdi. Dolayısıyla 35 yaşında olmama rağmen dindar ve/veya muhafazakar kesimle bu zamana kadar neredeyse hiçbir temasım olmadı. İşte belki de bu, kendime, etrafıma ve içinde bulunduğum ülkeye farklı açılardan yaklaşmamın önünde bir engel oldu. Nasıl olur da İstanbul’da doğmuş büyümüş biri bu kadar büyük bir balonun içinde yaşayabilir? Oluyordu, bana oldu. Bunun farkında olmak ve kendine özeleştiri yapmak benim için önemli. Çünkü Kızılcık Şerbeti’nde 40’larında olan Kıvılcım ile tam da bu açıdan hem kendimi hem de ailemi özdeşleştirebildim, özdeşleştirebiliyorum. Bir yandan çalışırken tek başına iki çocuk büyüten eğitimli ve seküler annem, arka apartmanımızda oturan, çocuklarını kendi doğrularına göre çok güzel büyütmüş anneannem ile dedem, iki sokak ötede oturan, her zaman örnek aldığım, uzun yıllar sıkı bir Cumhuriyet okuru olmuş, bekâr teyzem. Belki her sabah birlikte kahvaltı etmiyor ve deniz manzaralı bir apartmanda yaşamıyorduk, ama Arslan ailesi ile pek çok ortak yanımız vardı. İşte bu beni Kızılcık Şerbeti’ne bağladı. 

KUTSAL AİLE BAĞLARI VE MAKBUL ÇOCUKLAR

Kalemini çok sevdiğim Zehra Çelenk, kurduğum WhatsApp grubunun adını başlığına taşıdığı Gazete Duvar’daki yazısına şu cümleler ile başlıyor: ‘Evliliğin adı konmamış bir kuralı şu bizde: İki insan değil, iki aile evlenir.’ Türkiye gibi aile bağlarının bu kadar kuvvetli olduğu, ailelerin sosyal hayatın temel yapı taşı olarak konumlandığı ve nedense ‘kutsal’ ilân edildiği bir ülkede bu saptama ve aile üzerine yapabileceğimiz tüm saptamalar, bizi içinden çıkamayacağımız ikircikli bir girdaba sokuyor. Zira aile dediğin atsan atılmaz, satsan satılmaz. Olduğu gibi kabul edebilirsin, vazgeçebilirsin, çoğunlukla sonu hüsranla sonuçlanacak bir şekilde değiştirmeye çabalayabilirsin, ‘Kol kırılır yen içinde kalır.’ diyebilirsin veya Nursema’nın dediği gibi ‘Annem o benim, hayatımın sonuna kadar ona kızgın kalamam.’ diyebilir ve önüne bakabilirsin. Son zamanlarda Türkiye’de yayınlanan en güzel kitaplardan ve aile romanlarından biri olan Kıymetli Şeylerin Tanzimi’nde Sezen Ünlüönen aile kavramına dair şu şahane tespiti yapar: ‘Aile, sevgi üretmek için bir araya gelmiş insanların, durmadan hayal kırıklığı, fedakârlık, başa kakış, öfke ve ev işi ürettiği yerdir.’ Tanıdık geldi mi? Türkiye’de kim sadece bir kadınla veya bir erkekle evleniyor ki? Herkes bir aile ile evlenmiyor mu? Tüm bu aileler birlikte daha fazla hayal kırıklığı, fedakârlık, başa kakış, öfke ve ev işi üretmiyor mu? Hangimiz önce kendi ailemiz içindeki dengeleri, sonrasında beraber olduğumuz kişi ile ailemiz arasında, beraber olduğumuz kişinin ailesi ile kendi ailemiz arasında ve daha birçok farklı korelasyonda farklı dengeler kurmak zorunda kalmıyoruz ki? Al sana yüzlerce travma ve yıllarca terapiye taşıyacak konu başlığı. İşte Kızılcık Şerbeti bu yüzden hem çok tanıdık, hem de çok güzel. Uzun bakışmalar, kavuşamamalar, sekiz bölüme sakız gibi yayılan güzel kız ve yakışıklı çocuk ilişki dramları yok. Onun yerine bolca bizimkilere benzer aile draması ve sanki cümleleri biz kuruyormuşuz gibi gelişen diyaloglar var.

Kızılcık Şerbeti, bize yine çok tanıdık bir kavramı da çok iyi bir şekilde ele alıyor. Her ortamda yer alan ‘makbul’ arayışı dizide de kendine yer buluyor, Zehra’nın deyişiyle ‘Kan kusup kızılcık şerbeti içtim diyen kadın makbul sayılıyor.’ evet, ancak ben bu ‘makbul’ konusuna farklı bir yerden de bakmanın önemli olduğunu düşünüyorum. Zira dizide farklı kuşak betimlemeleri ile her bir kuşağın kendi makbulunu dayatma, kendinden sonraki kuşağı kendi makbullerine göre yetiştirme ve şekillendirme olgusu da mevcut. Sönmez’in Kıvılcım ve Alev’i kendi makbullerine göre yetiştirmesi (ve hâlâ yetiştirmeye çabalaması), Kıvılcım’ın aynı şekilde Doğa ve Çimen’i ve Pembe’nin Nursema’yı yine kendi makbullerine göre büyütmesi ve bu makbullerin sürekli çatışması dizinin bu kadar tutmasının en temel sebeplerinden biri bence. Herkes kendi doğruları, kendi makbulleri, kendi yaşanmışlıkları ve kendi ön kabulleri ile diğerlerinin hayatına hükmetmeye çalışıyor. Tam da bu noktada muhafazakârı ve seküleri fark etmiyor. Zira son bölümde Nursema ve Doğa dertleşirken bunu çok net bir şekilde görüyoruz. Pembe tarafından zorla evlendirilen Nursema ve Kıvılcım’ın zorla kürtaja götürdüğü Doğa’nın, annelerinin ‘makbul kız’ imajına uymadığı için yaşadıkları arasında pek de fark yok. Zira her ikisi de annelerinin kopyaları olmadığı için anneleri tarafından eleştirilen ve ‘makbul’ olma hâlleri ellerinden alınan kızlar. Keza bu makbul olma olgusu dizinin diğer tüm karakterlerine de sirayet etmiş durumda. Kocasından yıllar önce boşanmış, iki çocuklu, 40’larında seküler bir kadının önce evli, sonrasında yeni boşanmış muhafazakar bir erkekle evlenmeden ilişki yaşaması ve sevişmesi ‘makbul’ görülmeyeceği gibi, 60’larında muhafazakar ve evli bir erkeğin, kızı yaşındaki bir kadına aşık olması da yine başkalarına göre pek ‘makbul’ sayılmayabilir. Kime ne? Aslında tüm makbuller, ‘öteki’ ile karşılaştığımızda yıkılmıyor mu? Kıvılcım’ın dizi boyunca kat ettiği yol ile Nursema’nın Alev ve Doğa’yla helâlleşmesi ve sonu kızkardeşliğe bağlanan ilişkisi bu makbulleri yıkmıyor mu? Kızılcık Şerbeti, tüm bu makbulleri yıktığı ve biraz da ‘Kutsalınız batsın.’ dediği için güzel. Dizide henüz kendi makbullerini pek sorgulamayan ama bu bölümden itibaren belki de açılacak bir karakter ise Pembe. Yaprak Dökümü’ndeki Hayriye Hanım’ın şoförlü cipe binen versiyonu olan Pembe, ‘Aman Ali Rıza Bey, ağzımızın tadı kaçmasın.’ cümlesini 2020’lere taşıyarak evinin (ve beyinin) huzurunu her şeyin önünde tutuyor. ‘Makbul kız’ olma özelliğini çoktan yitiren Nursema’nın Türkiye dizi tarihine geçen epik sahnesindeki ‘O evdeki huzurun bozulsun anne biraz.’ bedduası ile Pembe’nin evindeki huzur bu bölümden itibaren git gide bozulacak ve belki o da makbullerini sorgulayacak.

AYRI BİR PARANTEZ: [NURSEMA]

Her ne kadar Kızılcık Şerbeti’ni bir ‘aile’ dizisi olarak konumlandırsam da dizinin başından beri favori karakterim Nursema’ya ayrı bir parantez açmadan geçemeyeceğim. Belki de ilk bölümlerde boynunu bükerek herkese acımadan laf soktuğu ve eleştirdiği için kendime yakın hissettiğim Nursema, dizi boyunca her iki ailenin fertleriyle yaşadığı dramalar, hat hobisinin başka bir şeye dönüşme ihtimalini fark etmesi, (ABD’de okumuş olmasından dolayı bundan pek emin olamasak da) daha önce pek de yakın temas içinde olmadığı bir profil olan Umut ile yakınlaşması, Doğa ve Alev ile kurduğu kızkardeşlik derken belki de dizi içinde en çok gelişen ve değişen karakterlerden biri oldu. Karaktere hayat veren Ceren Karakoç’un muazzam oyunculuğunun da bunda payı oldukça büyük. Zira Nursema’nın yukarıda da bahsettiğimiz epik intikam sahnesi ve o sahnenin sonunda başındaki örtüsünü düzelterek Sadakatsiz’deki Asya’ya selam çakması uzun süre hafızalardan silinmeyecek. Nursema’nın dizi boyunca geçirdiği yolculuğun nereye gidebileceği o kadar belirsiz ve bu belirsizlik o kadar güzel ki. Nursema’nın işe girip kendi ayakları üstünde durması, Umut’la ilişki yaşaması (ve belki de bu ilişkinin sürmememesi), ve hatta istiyorsa başını açması çeşitli ortamlarda ve sosyal medyada sıkça dile getiriliyor. Hatta yine çok sevdiğim, Kızılcık Şerbeti’ni beraber övdüğümüz arkadaşım Amira, bu yıl 8 Mart’taki Feminist Gece Yürüyüşü’nde açtığı pankartta ‘Babaya, abiye, sevmediğin nişanlıya, görücüye, patriyarkal kapitalist düzene karşı, yanındayız Nursema!’ yazmıştı. Ancak belki de en önemlisi Nursema’nın Türkiye’nin her yerindeki (ve dizinin sosyal medyadaki yorumlarına bakarsak Türkiye’nin ötesindeki) diğer tüm Nursema’lara örnek olduğunu söyleyebiliriz. Zehra’nın yazısının sonunda dediği gibi ‘Yakarsa dünyayı Nursemalar yakar. Kadınların ve hakikatin yanında olacağız, sonuna kadar. Bu düzen, bu dünya böyle böyle değişecek. Huzurunuz bozulsun ki huzur bulalım.’

Geçtiğimiz günlerde Dadanizm’de Ilgaz Gökırmaklı da kaleme aldığı ‘Aklımızda sorularla dadandık: Neden herkes Kızılcık Şerbeti izliyor?’ başlıklı yazıda diziye Nursema üzerinden feminist bir okuma yapıyor ve diziye de böyle bir misyon yüklüyor. Ilgaz da tıpkı Zehra gibi, haklı olarak, şu günlerde gündemde olan 6284’ten dem vuruyor. Nursema’nın mücadelesi ve kızkardeşlik dayanışmasının altını çizen Ilgaz, ‘İster örtümüzü düzeltelim, ister saçımızı savuralım, fark etmez. Biraz da sizin huzurunuz ve düzeniniz bozulsun. Kadınlar özgürleşecek. Şimdi yiyin birbirinizi!’ diyerek tekrar Nursema ve Asya’ya selam çakıyordu.

KUTUPLAŞMANIN ESAS SORUMLUSU KİM?

‘Kızılcık Şerbeti Övüyoruz’ adlı WhatsApp grubumuz sayesinde haberdar olduğum (ve keşke haberdar olmasaydım dediğim) Murat Soner adlı bir ‘dizi yorumcusu’ YouTube sayfasındaki Kızılcık Şerbeti hakkındaki yorumuna şu cümlelerle başlıyor: ‘Çünkü bu kez bir dizi, toplumun sadece ahlâki değerini değil, toplumun yaşayış ve inanış değerlerini reyting malzemesi yaptı.’ Devamındaki saçmasapan yorumlarını es geçtiğim Murat Soner, sözlerine şu cümlelerle devam ediyor: ‘Sanki bizi kutuplaştıranlar azmış gibi bu çirkin diyaloglara sahne oldu ekranlarımız.’ İşte buradan kimin kimi aslında niye kutuplaştırdığını ve bu kutuplaşmanın kime yaradığını tekrar düşünebiliriz. Murat Soner’in ‘Bu, kutuplaştırmayı körüklemek, yangına körükle gitmek.’ diyerek diziyi asla anlamadığını söylersek de haksızlık etmiş olmayız. Üstelik Murat Soner diziyi, dizinin amacını anlamamakla kalmıyor, bu videodaki yorumlarıyla toplumdan da ne kadar bihaber olduğunu gösteriyor. Sevgili Murat, evlerinde ayakkabı çıkmayan, ‘istifra’ kelimesini hayatında duymamış olan, akşamları evinde çay içilmeyen (ve isteniyorsa içki içilen) aileler de vardır. Ha bu arada, bir dizinin bizi kutuplaştırmasına gerek yok, tam tersi son yirmi yıldır bizi kutuplaştırmayı kendine misyon bellemiş ve buna and içmiş bir iktidarımız var. ‘Bizi biz yapan değerlerin, toplum olma bilincinin, inançların reyting uğruna nasıl aşağılandığına bak.’ diyen Murat Soner, kutuplaştırmanın alâsını yapıyor, hatta üzerine Kızılcık Şerbeti’ni hedef gösteriyor. Murat Soner’in Kızılcık Şerbeti’ni hedef göstermesine de aslında ihtiyaç yok, zira hangi iktidar gelirse gelsin hayatımızda kalmaya devam eden, memleketin en anlamsız kurumlarından biri olan RTÜK, Kızılcık Şerbeti’ne 'kadına şiddet' gerekçesiyle 5 hafta durdurma ve 1.5 milyon liralık idari para cezası verdi. Dizinin önümüzdeki haftalarda nasıl devam edeceği bu karar nedeniyle belirsiz.

GELECEĞE BIRAKILAN NİYETLER

Kızılcık Şerbeti, beni ve birçok kişiyi yıllar sonra her hafta bölüm bekleme, evinde uydu yayını olmadan dizi izlemek için çeşitli yöntemler keşfetme ve bir dizi hakkında saatlerce (ya da günlerce) konuşma gibi pratiklerle buluşturdu. Kızılcık Şerbeti’ni Övüyoruz adlı WhatsApp grubumuzda her açıdan övdüğümüz diziye dair benim başka niyetlerim ve sorularım da var. Bir feminist okuma ve aile pratiğini sarsan seküler/muhafazakar çarpışması üzerinden işlenen dizide acaba önümüzdeki sezonlarda bir LGBTİ+ karakter de görür müyüz? Karikatürize edilmeden gösterilen eşcinsel karakterler görmeye pek alışkın olmadığımız Türkiye ekranlarında, bundan 20 yıl önce yayınlanan ve bu yazıya da konu ettiğimiz Bir İstanbul Masalı’nda Emre Karayel’in canlandırdığı Zekeriya karakteri gibi tüm yönleriyle ele alınan ve karmaşık bir eşcinsele yer verilemez mi? (Dizinin ATV’de birkaç yıl önce yayınlanan tekrar bölümlerinde Zekeriya’nın açılma sahnesinin kesildiğini de hatırlatalım.) İş LGBTİ+ meselesi olduğunda seküler/muhafazakar ayrımı pek de fark etmeyen toplumumuzda Kızılcık Şerbeti bu meseleyi de her iki ailenin tepkileri üzerinden ele alır mı? Buradan dizinin senaristi Melis Civelek’e bir çağrı yapalım ve niyetimizi paylaşalım, ‘Toplum buna hazır değil.’ diyenlere inat, 20 yıl öncesinin Zekeriya’sını hatırlayalım. Kızılcık Şerbeti, tam da bu açılımları mümkün kıldığı, kutuplaştırmak yerine empati kurmak üzerine yazıldığı, hiçbir ‘taraf’ ve karakteri tek bir yönüyle övmediği veya yermediği için güzel. Bu dünyada LGBTİ+’lara da yer var mı? Neden olmasın.

Not: Bu yazıyı yazmama vesile olan Kızılcık Şerbeti Övüyoruz grubundaki tüm arkadaşlarıma ve yeni tanışlarıma teşekkür ederim, sizden çok ilham alıyorum.