Eksik bir hesaplaşma: 12 Eylül ve edebiyat

Türkçe edebiyatın 12 Eylül ile hesaplaşmayı bütünlüklü bir şekilde başardığını söylememiz zor. Tekil bazı örnekleri görüp, iyimserliğe kapılmanın rehavetine düşmeden bunu vurgulamamız gerekiyor. Bunun bir sebebi de yaşadığımız coğrafyanın gerçekleri. Ne geçmişiyle hakkıyla hesaplaşabilmiş ne de geleceğe dair hayalleri olan, öncesiz ve sonrasız bir şimdide sıkışıp kalmış bir coğrafyada yaşayan yazarların açmazlarının ne denli çok olduğunu tahmin etmek zor değil...

Google Haberlere Abone ol

Sıklıkla vurgulanmıştır: Türkiye’nin yaklaşık yüz yıla yaklaşacak tarihi aynı zamanda felaketlerin de tarihidir. Ama bu felaketlerin içinde 12 Eylül 1980 askeri darbesinin yeri ayrı. Çünkü tüm toplumun yeniden dizayn edildiği, başka bir dünya mümkün diyenlere topyekûn bir karşı saldırının başlatıldığı tarihtir 12 Eylül. Ama garip bir atmosfer de yaratmıştır: Bir taraftan tüm özgürlükler askıya alınır, demokrasi kelimesi bile sakıncalı hale gelirken diğer taraftan tüketim toplumunun yarattığı özgürlük yanılsaması da tüm kültürel alanı etkilemiştir.

12 Eylül sonrası edebiyat dünyası da bu etkinin izlerini taşıdı. 1980 sonrası dönemde 1960 ile 1980 yılları arasında egemenlik kurmuş olan toplumcu gerçekçilik, hızla sahneden çekilmeye, onun yerine 1960’lardan itibaren Batı’da etkili olan post modernizm sızmaya başlamıştı. Buna eşlik eden bireycilik furyası da bu sızmayı hızlandırmış, daha sonraki değerlendirmelerde Özalizm, neoliberalizmin etkisi gibi kavramlarla açıklanan ideolojik saldırı “insan ile insan arasında kupkuru çıkar dışında, duygusuz "nakit ödeme" dışında, hiçbir bağ” bırakmayan bir atmosferin yaratılmasına hizmet etmişti. Böyle bir saldırı karşısında çoğunlukla beklenen tepki, edebiyatın bu dönüşümü yansıtması gerektiğidir. Fakat bu tarz değişim ve çöküş dönemlerinde edebiyat her zaman iyi bir sınav vermeyi başaramamıştır. Özellikle ilk tepkiler, yaşanan felaketi karşılamak konusunda başarısız kalabiliyor. Sadece Türkiye için geçerli bir durum değil bu. Mesela Franco diktatörlüğü sonrasında bile İspanya’da iç savaş ve diktatörlük dönemini layıkıyla mahkûm eden bir edebi dalga oluşmadı. İspanya İç Savaşı ile hesaplaşan metinler için neredeyse 2000’leri beklemek zorunda kalındı. Bu örnekleri farklı ülkeler özelinde arttırmamız mümkün. Tüm dünyada yaşanılan kötülükleri ve felaketleri karşılama refleksi genellikle unutmak oluyor. Hiçbir şey olmamış gibi akıp gidiyor yaşam. Unutmanın “iyileştirici” gücü her şeyi kişisel ve toplumsal hafızadan silmek için işliyor. Bu ilk amnezi kimi toplumlarda kısa kimilerinde uzun sürüyor. Türkiye için bu durumun uzun sürdüğünü söylemek mümkün.

KİTAP ÇOK AMA...

Yoksa yakın tarihimizin en büyük travmalarından biri olan 12 Eylül darbesiyle bile yüzleşilememesi, hesaplaşılamamasını başka türlü açıklayabilir miyiz? Oysa 12 Eylül ile ilgili hem anı kitapları hem de romanlar yayımlandı. Bu çalışmalar toplumsal bir hafıza yaratmaya yönelik olumlu adımlar olarak okunabilir. Ama yeterli olmadığı, toplumun unutmaya meyletmesinden anlaşılabilir. Bu tarz çalışmalardaki handikap tarihin soğukluğu ile edebiyatın kurgulaştırma eğilimi arasındaki gerilimin kendini muhafaza etmesi. Edebiyatın 12 Eylül ile yüzleşme konusunda karnesi her zaman iftihar edilecek bir tablo sunmuyor.

Bunun en önemli sebebi, roman yazarının kendi durduğu noktayı kerteriz noktası olarak alması. Özellikle 1980’lerde kaleme alınan ve 12 Eylül-edebiyat başlıklı çok sayıda makalede adı geçen kitapların çoğunun konumunun böyle olduğunu söylemek mümkün. Böyle bir konumlanış, yazarın gerçekliğinin metnin gerçekliğinin önüne geçmesi durumunu yaratıyor. A. Ömer Türkeş’in vurguladığı gibi: “[b]öyle bir perspektiften bakarsak eğer, yine yaşanmışlıklarla değil, yazarların, savundukları ideolojileri idealize ettikleri karakterlere yükledikleri simgesel anlatılarla karşılaşıyoruz.” Yazarların siyasi söylemlerini yayma arzusu edebi derdin önüne geçtikçe, toplumsal gerçekliğin yansıtılmasından uzaklaştıklarını söyleyebiliriz. Vedat Türkali’nin 'Mavi Karanlık'ı ve 'Tek Kişilik Ölüm'ü, Latife Tekin’in 'Gece Dersleri', Ahmet Altan’ın edebi anlamda da yetersiz olan 'Sudaki İz'i bu dönemin eserleri olarak sıralayabiliriz.

Diğer taraftan yaşanılan acıları ve işkenceleri merkezine alan anlatılar Mark Nishanian’ın sözlerini hatırlamamıza neden oldular: “Felaket edebiyatı türünün örnekleri, sadece gaddarlığı sömürüyorlar”. Nishanian’a göre yaşanan acıların tüm gerçekliğiyle anlatılması ters tepen bir kuvvet yaratır: “Felaket gaddarlıklar toplamı değildir (…) Tehcirlerin, acıların, katliamların, sürgünün, tecavüzlerin sözde-sanatsal betimlemelerini yapmak elbette mümkün (…) Bu sözde-sanatsal betimler, yaşanan olayların salt, yalın kötüye kullanımlarından başka bir şey değildir.” Bu tarz romanlarda yazarın niyeti tarihsel gerçeklikle örtüşse bile, şiddetin apaçık gösterimlerinin okuyucunun toplumsal gerçekliği alımlamasına yardımcı olduğunu söyleyebilmemiz mümkün değil. Bu tarz romanlar içerisinde, eksikleri ve eleştirilecek yerleri olmasına rağmen, Hasan Dönmez’in 'Sansar' romanını ayrı bir yere koymak mümkün.

Bu dönemde çağın modasına uymayıp, eserlerini soldan bir gözle yazan yazarlar da olmadı değil. Mesela Öner Yağcı’nın 'Kardelen' ve 'Turnalar' romanları 1980’lerdeki yenilgi anlatılarına karşı bir duruş örmeye çalışmıştı. Politik olarak tartışmalı bazı noktaları olan, devrimci romantizm yerine romantik bir devrimciliği benimseyen bu kitaplar, ilk yayınlandıkları dönemde iyi tepkiler alsalar da edebi anlamda büyük bir etki yaratmadılar.

BAŞARILI ESERLER DE VAR

Kısacası 12 Eylül’ü, öncülleri sonrasında yaşananlar ve yarattığı sonuçlarla birlikte değerlendirebilen, o süreçte yaşanan gerçekleri bütünlüklü olarak yansıtabilen, bunu yaparken yaratıcısının kendi politik konumunu akılcılaştırmadığı eserlerle karşılaşmak için 2000’li yılları beklememiz gerekiyordu. Bu dönemin öncülü olan Kaan Arslanoğlu’nun 1997’de yayımlanan 'Devrimciler' romanı 1970’li yıllardaki devrimci hareketlerin tüm karakteristik özelliklerini yansıtmayı başarmıştı. Aynı zamanda tektipleştirilen devrimci imgesini de dağıttı Arslanoğlu 'Devrimciler' romanıyla. İnci Aral’ın 1983’te yayımlanan 'Kıran Resimleri' kitabından sonra neredeyse hiç ele alınmayan Maraş Katliamı ile ilgili olarak da eserlerin yazılması için de 2000’leri beklemek zorunda kaldık. Son dönem Türkçe edebiyatta yayımlanan bazı eserler bu eksikliği giderecek bir yönelime girdi. Cem Kalender’in 'Kayıp Gergedanlar', Jale Sancak’ın 'Fırtına Takvimi', Gönül Kıvılcım’ın 'Babamın En Güzel Fotoğrafı' hala hesaplaşılmamış bu insanlık dışı olayı anlatmalarıyla dikkat çeken eserler oldular. Murat Uyurkulak’ın 'Tol'u, Ayşegül Devecioğlu’nun 'Kuş Diline Öykünen' ve 'Ara Tonlar’ı, Ece Temelkuran’ın 'Devir'i, Gün Zileli’nin 'Mevsimler'i, Semih Gümüş’ün 'Belki Sonra Başka Şeyler de Konuşuruz'u 2000’li yıllarda yayımlanan 12 Eylül’ü merkezlerine yerleştiren romanlar oldular.

12 Eylül ile hesaplaşma denince akla gelen ilk kitaplardan olması gerektiğini düşündüğüm 'İstanbul İstanbul' ise ilk baskısını 2015’te yaptı. İstanbul İstanbul’un öncelikle hem ajitasyon-propaganda tuzağına düşmeden hem de ezenlerin gaddarlığını duygu sömürüsü malzemesine çevirmeden, geçmişle hesaplaşabilen ve bunu edebi niteliğinden ödün vermeden yapan nadir kitaplardan biri olduğunu vurgulamamız gerekiyor. 'İstanbul İstanbul'da işkencehanede aynı hücreyi paylaşan dört kişinin ağzından darbe döneminin günahlarını okuyoruz. İşkencecilerin eziyetlerine, çektirdikleri azaplara birbirlerine anlattıkları hikâyelerle direnen Öğrenci Demirtay, Doktor, Berber Kamo ve Küheylan Dayı’nın çözülmeme ve hayata tutunma çabalarına tanık oluyoruz roman boyunca. Ayrıca tabiî roman boyunca tek kelime etmeden, sessizliğiyle direnişini derinleştiren Zine Sevda’yı da unutmamak lazım.

Burhan Sönmez her şeyden önce yaşanılan vahşeti romanın dışına taşıyarak, daha doğrusu onu doğrudan anlatmamayı seçerek işe koyulmuş. Berber Kamo'nun Zine Sevda'yı işkence tezgâhında gördüğü bölüm haricinde tüm anlatı hücrede geçiyor. Sönmez, işkencenin yarattığı tahribatın üzerinde duruyor daha çok ama bunu travmaları derinleştirerek yapmak yerine, travmayla mücadele yollarının çoğulluğunu vurgulayarak gerçekleştirmiş. Romanda Zine Sevda’yı suskunluğu, Doktor’u sırrı, Küheylan Dayı’yı hayalleri, Öğrenci Demirtay’ı iyimserliği, Berber Kamo’yu ise öfkesi ayakta tutuyor. İçeriğin vahşileşmemesi işkenceyi anlamamızın önüne set çekmiyor. Tam tersine işkenceyi, direnişi ve insanlığın yitimini sürekli düşünüyor okur. 12 Eylül romanlarının travma sahibi kahramanlarından kopuş yaşıyor böylece romanın karakterleri. İşkenceye direndikçe hücrenin sınırlarından taşmaya başlıyorlar ya da tam tersine hücrenin sınırlarından taştıkça direnişlerini sürdürüyorlar.

Burhan Sönmez, neyin nasıl anlatılacağı üzerine kafa yoran bir yazar olarak kaleme almış 'İstanbul İstanbul'u. Onca hikâye, masal, fıkra, efsanenin içinde kaybolmak işten değil aslında. Çerçeve öykülerini ana öykünün içinde eritirken ki dengesi bile nitelikli edebiyat ile karşı karşıya olduğumuzun kanıtı aslında. Daniel Kehlmann bir öyküsünde: “Evet bu iyi bir öykü olabilirdi, gerçi biraz duygusal olurdu ama melankoli mizahla, vahşet bir parça felsefeyle dengelenirdi ” derken Burhan Sönmez’i anlatıyor sanki. Karanlığın karşısına aydınlığı, zamanın yok oluşu karşısına sonsuzluğu, mekânsızlığın karşısına İstanbul’u, melankolinin karşısına mizahı, vahşetin karşısına karakterlerinin hayal gücünü diken Burhan Sönmez, 'İstanbul İstanbul'da neredeyse imkânsız bir işin, felaketle yüzleşmenin, üstesinden gelmeyi başarmış.

PEKİ YETERLİ Mİ?

2000’li yıllarda geçmişle hesaplaşma ile ilgili daha fazla eserle karşılaştığımızı, bunların içinde 12 Eylül’ü konu edinen eserlerin de olduğunu söylememiz mümkün. Fakat hâlâ Türkçe edebiyatın tarihi ile hesaplaşmayı bütünlüklü bir şekilde başardığını söylememiz zor. Tekil bazı örnekleri görüp, iyimserliğe kapılmanın rehavetine düşmeden bunu vurgulamamız gerekiyor. Bunun bir sebebi de daha önce defalarca vurguladığım gibi yaşadığımız coğrafyanın gerçekleri. Ne geçmişiyle hakkıyla hesaplaşabilmiş ne de geleceğe dair hayalleri olan, öncesiz ve sonrasız bir şimdide sıkışıp kalmış bir coğrafyada yaşayan yazarların açmazlarının ne denli çok olduğunu tahmin etmek zor değil. Türkçe edebiyat da bu açmazların içine doğdu, bu açmazların içinde gelişti ve bu açmazların içinde kendine yol arıyor. Ben el yordamıyla da olsa yolunu bulmaya çalışan bir edebiyatçı kuşağının ortaya çıktığını ve bu kuşağın bahsedilen açmazları edebiyatları için fırsatlara çevirme potansiyeli olduğunu düşünme eğilimindeyim. Böyle bir kuşağın da hem geçmişiyle hesaplaşmaya çalışan hem sıkışılıp kalınan şimdiye müdahale eden hem de geleceğe dair sözü olan eserler ortaya koymaya başladığını ve bu iradenin devam edeceğini umut ediyorum. 12 Eylül ile bütünlüklü bir hesaplaşma da bu kuşağın eliyle gerçekleşebilir. Neden olmasın?

Not: Bu yazı genel bir değerlendirme yazısı olduğu için 12 Eylül ile ilgili tüm kitapların ele alınmadığını söylememiz gerekiyor. Darbe dönemleriyle ilgili kapsamlı bir roman listesi için buraya bakabilirsiniz.