Neoliberalizme karşı 'yeni yerellik': Sekiz Kentin Hikâyesi

Akademisyen-yazarlar E. Fuat Keyman ve Berrin Koyuncu-Lorasdağı’nın birlikte kaleme aldığı Sekiz Kentin Hikâyesi, Metis Yayınları tarafından yayımlandı. Çalışma, neoliberal ekonominin yarattığı tahribat karşısında 'yeni yerellik' anlayışın konumlanışını tartışıyor.

Google Haberlere Abone ol

E. Fuat Keyman ve Berrin Koyuncu-Lorasdağı’nın ortak çalışması olan Sekiz Kentin Hikâyesi, Metis Yayınları tarafından yayımlandı. İki akademisyen, Türkiye’nin neoliberalleşme sürecini, öne çıkan sekiz kent üzerinden ve özellikle son on yılına bakarak yorumluyor. Bu nitelikli çalışmanın odak noktasındaki unsurlar ise, “kent” kavramı ve “kentleşme” olgusu.

E. Fuat Keyman Sabancı Üniversitesinde rektör yardımcısı ve öğretim üyesi, Berrin Koyuncu-Lorasdağı ise Hacettepe Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde öğretim üyesi olarak görev yapmakta. Bu kitap, iki akademisyenin yine ortak çalışması olan ve 2010 yılında yayımlanmış “Kentler: Anadolu’nun Dönüşümü, Türkiye’nin Geleceği” adlı kitabın devamı niteliğinde. Yazarların da ön sözde belirttiği gibi, aradan geçen on yılda Türkiye’de farklı problemler ve gelişmeler yaşandı. Olumlu ve olumsuz yönde gerçekleşen hadiseler, birçok alanın yanında kentleşme serüvenini de etkiledi. Türkiye’nin yaklaşık %70’ten fazlası bu serüvene dahil oldu. Neoliberalleşmenin tüketimi odağına alan anlayışı; kentlerin yönetim biçimlerini, hatta insanların çevreye/doğal güzelliklere bakışını dahi değiştirdi. Aslında bugün “metalaşma” olarak değerlendirdiğimiz her şey, bu serüvenle birebir ilişkili diyebiliriz.

2010 yılında yayımlanmış çalışmalarında 11 kenti mercek altına alan yazarlar, bu kitapta 8 kentin üzerinde duruyor. Bu iki çalışmanın ortak yönü, “Anadolu kentlerini” incelemeye tabi tutmaları ve bu kentleri ortaya çıkan “yeni orta sınıflar” üzerinden değerlendirmeleri. Bahsi geçen sekiz kent, kitapta ele alınış sırasıyla: Kayseri, Konya, Gaziantep, İzmir, Denizli, Eskişehir, Diyarbakır ve Şanlıurfa. Her bir kent, gösterdiği değişim ve gelişime paralel bir biçimde hazırlanmış “kendine özgü” alt başlıklarla değerlendiriliyor ve başka bir kente geçmeden önce incelenen kentle ilgili elde edilen verilerin yorumlandığı bir sonuç bölümü mevcut. Diğer yandan, kitabın ismini belirlerken ilham alınan kişi ise Ahmet Hamdi Tanpınar ve onun kentler üzerine gözlemlerini tarihsel betimlemeyle harmanladığı ufuk açıcı eseri Beş Şehir.

KÂR İÇİN DEĞİL İNSANLAR İÇİN KENTLER

Neoliberalizm, kısaca, ekonominin devlet sermayesi yerine özel sektörler tarafından yönetildiği ve kâr yükseltmeyi amaç edinen bir politikaya işaret eder. Kârı öncelemesi bakımından kapitalist sistemin bir kolu olarak görülmektedir. Neoliberal bir politika, özellikle üçüncü dünya ülkesi olarak tanımlanan ülkelerde, gelir dağılımında eşitsizliğin artmasına sebep olur. Bu, bir bakıma işçi sınıfının ekonomik açıdan zarara uğraması demektir. “Yeni orta sınıflar”ın ortaya çıkması da yürütülen politikayla ilişkilidir. Bugün, tarihte orta sınıf olarak adlandırılan kesimin farklılaştığını, “yoksul” ve “zengin” olarak adlandırılan kesimlerin arasındaki uçurumun giderek derinleştiğini tartışıyoruz. Bu uçurum, orta sınıfın olması gerektiği konumdan uzak düştüğünün sinyalini vermekte. Diğer yandan, kent yaşamını olumsuz yönde etkileyen “tahribat” her geçen gün artmakta. Bu düzenin temelinde “kâr odaklı” girişimler bulunuyor.

Kentler insanlara ait, fakat insanların kentlerdeki konumu gün geçtikçe farklılaşmakta. Kitapta vurgulanan “kâr için değil insanlar için kentler” anlayışı, yaşanan olumsuzlukların ortadan kaldırılması adına kent yönetimlerine bir öneri niteliğinde. “Yeni yerellik” kavramı, kâr yerine toplumsal ihtiyaçları gözeten ve yerelden demokratik katılımı mümkün kılan bir kent siyasetinin gerekliliğini vurguluyor. Ayrıca, neoliberal hegomenyanın hakimiyeti altında sürdürülen bir yaşamda “kent” kavramının ne derece önem arz ettiğini de ortaya koyuyor.

“Kentler, insanların yaşam projelerini hayata geçirebildikleri, kendilerini ait hissettikleri, potansiyellerini geliştirebilmek için gerekli kurumsal altyapıya erişebildikleri, hoşgörü ve özgürlüğün mekânı olarak ele alınmalı ve yaşanabilir olmalılar.” (s. 24) Bu bağlamda, neoliberal bir düzende kentlerin yönetimi nasıl olmalıdır? Bruce Katz ve Jeremy Nowak, 2018 tarihli New Localism (Yeni Yerellik) adlı çalışmalarında bu sorunun peşine düşer ve Pittsburgh, Indianapolis, Kopenhag örnekleri üzerinden, sanayi-sonrası toplumlarda değişimin ve sorunların çözümünde kentlerin en az ulus-devlet kadar önemli olduğunu ortaya koyarlar. Bu duruma ise “yeni yerellik” adını verirler. Yeni yerellik, kentlerin toplum yönetiminde zaman içinde oldukça mühim bir konuma geldiğini göstermektedir. Neoliberal düzen içinde kentler, çok-aktörlü, çok-boyutlu, çok-katmanlı, çok-sektörlü bir yönetim biçimine gereksinim duyar. Yeni yerelliğin desteklediği “ağlar” da tıpkı böyledir.

KENTLERİN TÜRKİYE’Sİ

Kent kavramına farklı disiplinlerden bakmak ve onu farklı yöntemlerle yorumlamak mümkün. Küreselleşen dünyada, kent kavramı yalnızca ekonomik ve kültürel dinamiklerle açıklanması mümkün olmayan, yeni formlar ve alanlar yaratan bir kavram hâline gelmiştir. Bir sosyoloğun, bir iktisatçının, bir sanatçının, bir mimarın ya da şehir planlamacısının kenti yorumlama biçimi farklıdır. Bu nedenle aslında kenti tanımlama biçimleri de farklıdır. Bu kitapta, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümü mezunu iki akademisyenin, kent kavramına “yeni yerellik” ile “yönetim” arasındaki ilişkiyi esas alarak yaklaştığını görüyoruz.

Kitabın ön sözünde, “Özellikle 31 Mart yerel seçimlerinden sonraki Türkiye’nin anlaşılması ve iyi, adil, demokratik yönetimi için kent ve kentleşme sürecini çalışmak ve tartışmak gereksinimi olduğunu düşünüyoruz.” (s. 14) diyerek aslında bir “boşluğu doldurmak” istediklerini belirten yazarlar, kitabın giriş bölümünde bu çalışmanın temel amacının Türkiye’de kentleri ve kent yönetimini, mekân ile sermaye arasında kurulan ilişkiyi, orta sınıflaşmayı ve onun kültürel ve sosyal hayattaki izlerini sekiz kentin hikâyesi üzerinden “yeni yerellik” bağlamında incelemek olduğunu açıkça ortaya koyuyor. Belki de en çok merak edilen unsur, bu sekiz kentin neden yahut neye göre seçildiği. Yine giriş bölümünde, bu sorunun cevabını da buluyoruz:

“Bu kentlere odaklanmamızın nedeni, Türkiye’nin dönüşümünü anlamak için “kilit aktör” konumunda olmalarıdır; yani küreselleşen ve kentleşen dünyada New York, Londra, Beijing (1), Paris, Tokyo, İstanbul vb. “küresel kentler” olarak adlandırılan ve sadece ulusal değil küresel ekonomi içinde de etkin büyük ölçekli kentlerin yanı sıra, ekonomi, siyaset, kültürel alanlarda, bu kentler kadar önemli, fakat biraz daha küçük ölçekte olan ve ulusal ekonomi için son derece önem taşıyan ve sadece kendi alanları içinde değil, sınırlarındaki ya da diğer kentlerin gelişimi için de etkili olan “kent havzası” (urban zone) ya da “kent-bölge” kentler grubuna girmeleridir.” (s. 16)

Türkiye’nin yeni yerellik ile ilişkisini doğru yorumlamak, ancak mekân ve sermaye arasındaki ilişkiyi anlamakla mümkün. Çünkü mekân ve sermaye arasındaki ilişkinin biçimi, orta sınıflaşmanın kent insanının yaşamı üzerindeki etkisini de belirliyor. Son dönemlerde tercih edilen “merkeziyetçi politikalar”ın olumsuz etkileri aşikâr. Bu kitapta, yalnızca merkeziyetçi politikaların yansımalarının değil, bahsi geçen kentleri tehdit eden farklı unsurların da üzerinde duruluyor. E. Fuat Keyman ve Berrin Koyuncu-Lorasdağı; neoliberalleşme yerine sürdürülebilir insani kalkınmayı, merkeziyetçilik yerine ise yeni yerelliği ve demokratik/adil bir yönetimi, kentlerin Türkiye’sini inşa etmenin anahtarı olarak görmekte. Bu, aynı zamanda, bir “çözüm önerisi” demek. Kent yaşamında mevcut olan birçok problemin, “insan odaklı” yönetim politikalarıyla üstesinden gelinebileceğine işaret ediyor.

“Türkiye’nin yerel boyuttaki yönetimi sadece yerel ve ulusal değil, bölgesel ve küresel dinamikleri ve ilişkileri de hesaba katmalıdır. Küreselleşen dünya içinde Türkiye, sekiz kentin hikâyesinde gördüğümüz gibi, kentlerini bu karmaşık yapı içinde iyi yönetebildiği sürece, kendisi de istikrarlı ve güçlü bir yapıya sahip olacaktır. Kent, bu anlamda Türkiye’yi anlamanın ve yönetmenin önemli bir anahtarıdır.” (s. 258)

Kentlerin ekonomik çıkarı öncelemeleri, tüketim odaklı olmaları, farklı kimlikleri ötekileştirmeleri ve “birlikte yaşama kültürü” geliştirememeleri, Türkiye’nin başlıca sorunlarından. Yazarların da üzerinde durduğu gibi Türkiye son on yılda birçok tehditle karşı karşıya kaldı. Bu tehditler, ekonomik düzeni ve onu yöneten sistemi de değiştirdi. İçinde bulunduğumuz pandemi sürecinde de benzer bir durumla karşı karşıyayız. Problemlere karşı geliştirilen politikalar, kentleşme sürecini ve kent yaşamını derinden etkiledi. Bu noktada yapılması gereken “kent”i anlamanın, onu yorumlamanın ve analiz etmenin başlı başına mühim bir mesele olduğunu idrak etmek ve kentin özgürleştirici yahut esirleştirici bir niteliğe bürünüp bürünmediğinin muhasebesini yapmaktır. Bir diğer deyişle, Türkiye’nin kentlerini konuşmak ve tartışmak yerine kentlerin Türkiye’sini inşa etme yoluna gidilmelidir. Elbette yeni yerelliğin mottosuna sadık kalarak: “Kâr için değil insanlar için kentler üretmek!”

Kitabın sonuç bölümü, “Sorunlar ve Potansiyelleri ile Kentli Türkiye ve Yeni Yerellik Üzerine” başlığını taşıyor. Bu bölümde, kentlerin tek tek incelenmesinin ardından genel bir değerlendirme yapılıyor. İncelenen kentlerin benzerliklerini ve farklılıklarını anlamak ve bu kentler üzerinden Türkiye’nin serüvenine bir bütün hâlinde bakmak adına bu bölüm dikkate değer. Son olarak, bu çalışmada, akademinin ağdalı üslubundan sıyrılarak daha geniş bir kitleye hitap edildiğini de eklemek gerek. Kent yaşamına dair birçok problemin çözümünde kaynak olarak kullanılabilecek bu nitelikli çalışmanın hak ettiği değeri görmesi dileğiyle...

Dipnotlar

  1. Kitaptan birebir alıntı yapılmasına rağmen metindeki yazılış şekliyle (Bejing) metne dahil etmedim.Orijinalinde “Beijing” olmalı, muhtemelen baskı hatası yapıldı.